“Ergen” kelimesinin küfür olarak kullanıldığı günlerdi. Olgunluğun popüler olduğu aşikardı ama okuma yazmayı öğrenen her insanın bu rolü üstlenmesi tek düze bir hayat çıkarmıştı ortaya. Bundan sıkılıyordum o zamanlar. Çocukluğun hoyratça dışlanmasını yaşamıştık zaten ve sıranın ergenliğe gelmiş olması bir sonraki zaman diliminde olgunluğun bize yetmeyeceğini gösteriyordu sanki. Bundan elli yıl sonra herkesin kendini yetmiş yaşında sandığını ve ona göre davrandığını düşünün. Pis pis sırıtarak “Olguna bak” gibi cümleler kurabilir insanlar. Geleceğin en popüler insanlık hali ise ölüm olup çıkar sonunda.
Alıştım. Otokontrolümün altında ezile ezile bütün bu olanlara boşvermeye alıştım. İnsan, alışan bir alışkanlıktır zaten. Ölümün eşiğindeki kısa hikaye bu yüzden yazıldı. Alışkanlıktan yani.
Elimi tabanca şeklinde yapıp ağzımın içine sokarken parmaklarımın tutukluk yapmasını diliyordum. İntihar etmeyi düşünen her insan gibi benden sonra kalacak olanların çekeceği acıları günlük işlerim için enerji kaynağı olarak kullanıyordum. Belki de yazdığım notun ağırlıyla birkaçı arkamdan gelecekti. İnsan ete kemiğe bürünmüş avuntudur. Avunan insansa intihar edemez. Riyakarlığın gölgesinde keyif çatmayı öğrendim.
O günlerin en güzel yanı şimdi anlatacağım günün o günlerin tam ortasına denk geliyor olmasıydı. Yaşanan bir gün, ondan önceki günleri ve ondan sonra yaşanacak günleri esir aldı.
Arnavutköy’de balık tutuyordum. Müdavimlerin geyiğine ortak oluyor, sabahın ilk ışıklarını oltanın ucundaki balığın pulundan seçiyordum.
“Bir gün oltayı attım Kuleli Lisesi’nin camı kırıldı” dedi biri.
“Yok artık, sallama” diye çıkıştık. Yeminler yeminlerin üstüne geldi. Önümüzde yeminden bir kule oluştu. O kuleyi devirsek sahiden Kuleli’nin camları kırılırdı.
“O da bir şey mi? Oltanın ucuna ekmek bağladım bir sabah. Arkaya doğru saldım, bütün gücümle atacağım. Bir ağırlık hissetim ama önemsemedim. Cup, kedi denizde! Meğer ekmeği yerken oltaya takılmış.”
Arnavutköy’deki balıkçılar, abartının ete kemiğe bürünmüş halidir. Abartının iliğinde saflık ve görmüş geçirmişlik olduğunu hisseder insan yine de. Önemsemez. Sadece dinler ve konuşur. Balıklar ise kuşaktan kuşağa bu sohbeti ezberlediklerinden acıdan değil sıkıntıdan çırpınırlar oltanın ucunda.
Balıkların bu haline acırken bir adam geldi yanımıza. Kovaların içine baktı, bize baktı, denize baktı, gökyüzüne baktı ve ağır adımlarla kıyıya iyice yaklaştı. Kaş göz yapma fırsatı bulduk aramızda. Sadece o kadar vaktimiz vardı ve adam denize atladı. Ölmeyeceğini o da biliyordu, biz de biliyorduk. Bu tip durumlarda ön planda olamam. Peşinden atladı birkaç kişi, çıkardılar adamı. Seyrettim sessizce. Islak ve şaşkın özür dileyerek gitti adam. Ne dedilerse tutamadılar. Gitti.
Keyfimiz kaçtı. Dağıldık.
Dönüş yolunda o adamı düşündüm. O adamın yerine kendimi koyup kendimi düşündüm desem daha doğru olur. Çocukluğumu, ergenliğimi, şimdimi ve sonramı bir ondan bir bundan aklımın terazisine koydum. İnsan zamanın ta kendisidir. Nedenler ve sonuçlar bakımından elime bir şey geçmedi. Ani gelişen ezik intihar girişimi adına adama acıdığım an düşünmeyi bıraktım. Çünkü benim parmaklarımın tutukluk yapması veya her gördüğüm ipi boğazımda düşlemem adamın eylemi yanında hiç kalıyordu. O cesaretliydi. Ölmeyeceğini bildiği halde atlamaya ve insanların arasından sakince yürüyüp gitmeye cesareti vardı. Ardında kocaman bir acı bıraktı. Gizlemeye çalışsalar da birkaç balıkçı kovalarındaki balıkları denize attı. Ben atmadım. Adama boyun eğmek istemedim o an. Ama otobüste pişman oldum. Uğursuzluk hissi düştü içime. O adamın ölmek için atladığı sulardan yemek için balık avlıyorduk. Biliyorum uzun bir süre bu olayı gören hiçbir balıkçı Arnavutköy’e gitmeyecek.
Melankolinin saçma bulunduğu günlerdi. Benim hırpani görüntüm riskli alanın dışında olsa da “olgun” arkadaşların “ergen” avlayıp alay ettiği av sahalarından uzak durmak bazen mümkün olmuyordu. İntihar bile bu kalıbın içindeydi belki. Bu kadar tehlikeli bir oyun kuramıyorum. İntiharın cazibesini yitirip alay konusu edildiği bir toplum nasıl nefes alabilirdi? İlaç içip kendini yatağa atan adam arkasından kalanların, “Ergence bir davranış” dediğini düşünürse nasıl ambulansı arayıp kendini ihbar etmez. Bileklerini kesmek için özene bezene ritüeli tamamlayan insan, birkaç kitap okuyup birkaç film seyretti diye burnu büyüyen tanıdığının, arkasından sırıtacağını düşünürse nasıl kanını akıtabilir?
Sudan çıkıp yürüyen adamın ayak izleri önce geçmişimi, sonra şimdimi cesarete boyadı. Geleceğim buz mavisi melankolinin düşlerine uzun bir yolculuğa çıktı. Ölümün gözardı edildiği günlerdi. Unuttum. İnsan unutkanlıktır. Beş duyusuyla mükemmel unutkanlığı gömen de insandır. Suyun veya toprağın altında hatırlamanın kimseye faydası olmasa da cesaret etmek güzel…
Bu kadar melankoli yeter yarın Arnavutköy’e gitmeli.
Mühendis / Yazar. Çeşitli kitap eklerinde kitap inceleme / eleştiri yazıları çıktı. Kalemkahveklavye site ve dergisinde öykü, deneme, kitap incelemeleri yazmaya devam ediyor.