Alakarga Yayınları, güncel dünya edebiyatının incelikli eserlerini Türkçeye kazandırmaya devam ediyor. Kendi ülkesinde de çoktan dikkat çeken Bjørn Rasmussen, külliyatının ilk yayımlanan eseri “Ten, Organları Sarıp Sarmalayan Elastik Bir Kılıftır” ile Türkçede.
Hem yeteneğini, hem de aldığı eğitimini son derece net hamlelerle konuşturan Rasmussen, 2007’de Danimarka Yazarlar Okulu’ndan mezun olmuş ve 2011’de yayımlanan bu ilk romanıyla aynı yıl Montana Edebiyat Ödülü’nü kazanmış.
Bjørn Rasmussen’in dikkat çekmesi, aldığı ödüller, namının buralara kadar yayılıp Türkçeye kazandırılması pek şans eseri bir süreç değil. Karşımızda ne yaptığını, ne yazdığını gayet iyi bilen bir yazar var. Anlatmak istediklerini ve onların bırakmasını istediği etkiyi önceden belirlemiş, sadece olayları değil dili de buna göre kurgulamış bir kalem.
“Ten, Organları Sarıp Sarmalayan Elastik Bir Kılıftır”; adı, içeriği ve dili itibariyle iç içe derinleşen sarmallar halinde kurgulanmış. İlk bakışta son dönem edebiyatının modası haline gelen sayıklamaları ardı ardına sıralamış, bunu da altı boş bir bilinçakışı iddiasının ardına gizlemiş, hatta biraz da rahatsız edici ifadeler kullanarak underground söylem yaratmaya çalışmış otobiyografik bir metin gibi gelen 113 sayfalık roman, çok geçmeden ciddiyetini ortaya koyuyor.
Sayıklamalar, heyecanlar gibi gelen ifadeler, yazarın bile isteye sıkça değiştirdiği anlatıcı seçimiyle hem romanın kendi akışını, hem de “bir eserde çok fazla anlatıcı kullanılmamalı, kullanılırsa okuru uzaklaştırır” diyen kurmaca geleneklerini büküyor; konforlu, dümdüz bir yolda yürürken bir basamak boşluğuna düşmenin ani şokunu yaşatıyor.
Anlatıcının sıkça değiştirilmesi, dili kullanarak okurun başını döndürmek için değil sadece. Bir yandan yeni yüzyılın yeni anlatı türü olduğu söylenen, bir yandan da göze parmak gibi sokulması eleştirilen otobiyografik anlatı yapısını da bozuyor yazar.
Yani, evet, bu romanın bir otobiyografik metin olduğu çok belli; çocukluk ve aile travmaları, hayvan katliamları, çocuk istismarı, ensest, kimilerine pek aşırı gelecek müstehcenlik gibi daha birçok unsurun, yazarın hayatından yahut bilinçaltından alıntılar olduğunu biliyoruz. Biliyoruz, çünkü yazar, bizzat kendi adını, Bjørn’ü duyurmaktan imtina etmemiş.
Farklı yaşlarından bahsederken sıkça adını hatırlatan yazar, daha sonra klişe otobiyografik metinlere de, metnin otobiyografik niteliğine de bir darbe vuruyor:
“Bjørn’ün fahişe ismi Bjørn
Bjørn’ün binici ismi Bjørn.
Bjørn’n sanatçı ismi Bjørn
Bjørn’ün adı Bjørn. Böyle olunca hiç kimse onun gerçek yüzünü ortaya çıkaramayacak.” (s.92)
Yazar, artık anlatıcının kendisi olmaktan çıkıyor. Anlatılan-kahraman ve anlatıcı-yazar ile buraya kadar gelen okur, tam burada yazar ile anlatıcının da ayrıştığını, yeni bir sarmalla başbaşa kaldığını anlıyor. Kahramanın yazar olmadığını öğrenmek, ister istemez bir boşluğa düşürüyor okuru ve metnin tedirgin ediciliğini güçlendiriyor.
Çünkü “Bjørn’ün adı Bjørn”, çünkü yazarın kahramanla aynı ada sahip olması, aynı kişi olmalarını gerektirmez. Dahası, bunun ne önemi var ki?
Yazar, olayları kronolojik sırayla vermek sarmallar halinde vermeyi seçtiği için ilk kelimeden sonuncusuna kadar anlatılan tüm her şey dipdiri duruyor okurun aklında.
Rahatsız edicilik konusuna değinmekte fayda var. Rasmussen, hiç kuşkusuz ki bilmediği, salt bilinçaltında yarattığı şeyleri anlatmaya zorlamamış kendini. Çocukluktan yetişkinliğe dek geçen anlatı sürecinde kimi zaman bir erkek, kimi zaman bir kadın bedeninde görüyor, cinsiyetine karar veremiyoruz. Bu, salt bir eşcinsel karakter yaratma hamlesi değil; insanın anlamlandırıp somutlaştırmak için gösterdiği çılgın çabaya karşı, onun tam da en sağlam sandığı kalesinden, cinsiyet sınırlarından başlayan bir karşı çıkış aslında.
Kimi yerlerde bunun bilinçli yapıldığı su götürmüyor fakat Rasmussen’in dil işçiliği o kadar ince ki bu edebi ziyafetin karşısında hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Bu sayede psikanalitik açıdan da zengin bir eser ortaya koyuyor.
Zaten roman, daha adıyla veriyor bu işareti: Acıların da hazların da varoluşsal adresi olan ten, altı üstü elastik bir kılıf oluşundaki önemsizlikle ve tüm çekiciliğine rağmen altında sakladığı organlarla tezat oluşturularak anlatının başlıca imgesi oluyor.
Tüm bu bahsettiklerimiz, sıkça tekrarlanan bayraksızlık, kök, köksüzlük imgelerine, anlatıcı-yazar-kahraman, gerçek-rüya-hayal, bilinç-altı/ötesi arasındaki flu geçişlerle süslenerek verilince de romanın başarısındaki unsurlar ortaya çıkıyor.
Roman hiçbir şeyin önemsizliğinin, asli olanın hikâye ve onun dile giydirilişinin ifadesiyle leziz bir hale geliyor. Elbette burada, çevirmen Sadi Tekelioğlu çevirisinin inceliğini de gözden kaçırmamak gerek.
Dolayısıyla kitabı anlatan tüm bu cümlelerin de bir önemi kalmıyor. Geriye, tüm anlatının neden şu veya bu şekilde, nereye varmayı amaçlayarak yazıldığını sormadan, anlamlandırma saplantımızdan soyunarak tedirgin edici bir melodinin notalarını adım adım izler gibi okumak kalıyor.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)