Kişisel olarak yapmamayı tercih etmek ya da herkesçe tercih edileni yapmamak; çağdaş denilen tüm toplumsal formasyonlarda olanaksızlaşan bir eylem; üstelik her konuda. Çalışmak, üretmek, konuşmak… ve en kötüsü de yaşamak zorundayız. En kırılgan olduğumuz yer, aynı zamanda en güçlü olmak zorunda kaldığımız yüzeye denk düşüyor. İlkelerimizi faydalara, hassasiyetlerimizi umursamazlıklara, düşlerimizi hedeflere değişiyoruz; hem de ikincilerin yapaylığını bildiğimiz halde. Geçmişte bunun nasıl olduğu tartışılırdı, şimdi ise her şey aşikâr; sonuçlardan şikâyet ise yaygın ve en ucuz şey. Ne yapmalı’yı değil niye yapamıyoruz’u konuşuyoruz sürekli. Ve nihayet, edebiyat imdadımıza yetişiyor; bir yazarın hayal gücüne sığınıyoruz sıklıkla. Yapamadıklarımızı, yapmaya cesaret edemediklerimizi bize sunan karakterlerle arkadaşlık peşine düşüyoruz. Fanteziye meylediyoruz yani. Herman Melville’in Kâtip Bartleby adlı eserini ve bununla ilgili kaleme alınmış birkaç “eleştiri yazısı”nı okuyunca bunlar geldi aklıma.
Bir uzun öykü olan anlatının temel izleği, ana karakterin kişiliği üzerinden, çok yerde, kitapta yazarın da buna işaret etmesi neticesinde, bir “pasif direniş” olarak tespit edilmiş. Ayrıca bu, yazarın şahsi hayatına da bağlanmış ve onun kitaplarının pek çoğunun ilgi görmemesi üzerine yazmaya ara vermesinin de başlığı halinde anılmış. Ama en önemlisi, “herkes” bu hikâyeye “bayılmış”. İşin bu kısmına eğilmek ve üzerine konuşmak elzem; ancak Bartleby’nin “sıra dışı” macerasına öncelik vermek gerekli.
Wall Street’te bir avukatlık bürosunun sahibi ve aynı zamanda bir mahkemede hâkim vekilliği yapan, altmış yaşlarındaki bir beyefendinin, yanında çalışan Hindi ve Kerpeten lakaplı iki kâtibin işlere yetişememesi neticesinde, bir gazeteye verdiği ilanın ardından iş başvurusu yapmaya gelen genç adam, Bartleby; şöyle tarif ediliyor yazarca: “Eprimiş fakat derli toplu giysileriyle, acınacak kadar muhterem ve onmaz derecede mahzun!”
Tabii önemli olduğu için belirtelim; hikayede anlatıcı, büronun sahibi olan avukat; ve görüldüğü gibi, henüz kitabın başında, Bartleby’ye yönelik “olumlu bir algı”ya sahip. Bu olumlu algının Melville’in bireysel tercihi olduğu da ortada. Yani bazı yazıcıların, Melville’in yapıtlarının satmaması neticesinde bu öyküyü yazdığı tezi doğruysa, yazarın bu eseri ve karakteri ilkesel değil zaruri nedenlerle kaleme aldığı sonucu doğacaktır ki, bu da herhalde iyi bir netice değil.
Kâtiplerin yaptığı iş, bürodaki evrakın suretini çıkarmak, yani bunların kopyalarını kaleme almaktır. Bartleby, işe başlar başlamaz, yoğun bir tempoyla çalışır, mola dahi vermez; sanki yıllardır yazmayı bekliyordur. Bir gün, avukatın, nüshaları asılları ile karşılaştırmak ve varsa şayet, yanlışları düzeltmek için verdiği talimatı, “yapmamayı tercih ederim,” diyerek geri çevirir Bartleby. Burada bir kırılma yaşanacak, kendisi bundan böyle, söylenen her şeyi reddedecektir.
Patronu, önceleri büyük bir şok yaşasa da Bartleby’nin bu hallerinde bir “çekicilik” bulur. Yeni kâtibin çalışkanlığı ve dürüstlüğü avukatın ilgisini çekmekte, işini iyi yapması; kendisinin gözünde onu diğer kâtiplerden ayrı kılmaktadır.
Yazarca, kitaptaki diğer karakterler gibi, adı ve kimliği belirtilmeyen bu avukat, bir Pazar günü bürosuna uğramak istediğinde içeri giremez; çünkü Bartleby oradadır ve kendisini, meşgul olduğu gerekçesiyle kapıdan döndürür. Avukat, bu vesileyle Bartleby’nin ofiste yatıp kalktığını, burayı bir bekâr evine çevirdiğini öğrenir. Çalışanı ile ilgili, bu kez şu cümleleri sarf eder: “O anda bir düşünce belirdi zihnimde; bu nasıl sefil bir kimsesizlik ve yalnızlıktı böyle. Yoksulluğu muazzamdı, öte yandan yalnızlığı çok korkunçtu.”
Avukatın, Bartleby ile ilgili düşünceleri, onun için duyduğu üzüntü, başka şekillere evrilecektir kısa zaman sonra; “Önceleri saf bir hüzün ve samimi bir merhamet duygusu sarmıştı beni, lakin Bartleby’nin mahzunluğunu içimde büyüttükçe o hüzün korkuya, merhamet de tiksintiye dönüştü.” der. Ona ne yaparsa yapsın, yardım edemeyeceği kanaatine varır: “Bedenine yardım edebilirdim, ama ona ıstırap veren bedeni değildi; ıstırap çeken ruhuydu ve ben ruhuna erişemezdim.”
Sadece asıl evrak ile nüshasının karşılaştırılması işini değil, yazı yazma görevini de yapmayı “tercih etmemeye” başlayan, masasında oturup pencereden gördüğü duvarları izleyen, neredeyse hiç yemek yemeyen Bartleby; artık büyük bir soruna dönüşmüştür. Büroyu terk etmesi için kendisinden edilen ricalar, önerilen fazla ücretler de işe yaramaz. Ve pek akıllıca değilse de mecburen seçilen bir çözüm bulunur: Avukat, diğer çalışanlarıyla birlikte başka bir ofise taşınır. Eşyalar götürülür, belgeler toparlanır; ancak Bartleby boş büroda, masasının başında oturmaya devam eder. Kendisi “gitmemeyi tercih eder” zira.
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/2014/12/herman-melville-katip-bartleby-inceleme-gezginci-erdem.html” target=”blank” background=”#d43839″ size=”5″ icon=”icon: hand-o-right”]AYRICA BAKINIZ | Yapmamayı Tercih Edin | Gezginci Erdem | Gezginci Erdem[/su_button]
Yeni kiracıların başına bela olan Kâtip Bartleby, bürodan kovulur; bu kez de binanın merdivenlerinde yatıp kalkmaya başlar. Nihayet, hakkında serserilikten işlem yapılır ve cezaevine konulur. Eski patronunun kendisinin en azından orada rahat etmesi için gayretleri de boşunadır; çünkü artık yemek yemeyi “hiç tercih etmemektedir”. Kaçınılmaz son vuku bulur; tüm tercihler, tercih etmemeler neticesinde Bartleby, aç kalarak, hayatını yavaşça ve kendi isteğiyle sonlandırır.
Kâtip’in, öncesi neredeyse hiç bilinmeyen yaşam öyküsü burada biter; kitabın sonunda, avukatın sonradan edindiği birkaç bilgi not edilir. Bartleby, Washington’da bulunan Sahipsiz Mektuplar Dairesi’nde küçük bir memurken, bir nedenle işine son verilmiştir. Yazar ve anlatıcı, Bartleby için, son kez “hüsn-i talil”e başvurur; şöyle denilir: “Mayası ve kadersizliği yüzünden kasvetli bir ümitsizliğe meyilli bir insan düşünün; durmadan bu sahipsiz mektuplarla uğraşmaktan, ateşe atılmak üzere onları tasnif etmekten daha uygun bir meslek tasavvur edilebilir mi bu ümitsizliğin körüklenmesi için?”
Kitap, “Ah Bartleby! Ah insanlık!” denilerek bitirilir.
Yani Kâtip Bartleby; insanların ümitler, hayaller, müstakbel sevinçlerle dolu; ancak bunların gerçekleşmesi bir yana, içine gizlendikleri mektuplarının bile hedefini bulamamasına yıllarca tanık olmuş, hayatın beyhudeliğini bizzat idrak etmiş; bu çelişkilerden sonra hayatla yarışmanın manasızlığını özümsemiş ve yaşarken, yaşamdan istifa etmiştir.
Kısaca özetlediğimiz anlatının hemen akabinde bir iki soru belirmekte elbette; Bartleby, olduğu iddia edilen kurumdaki görevini sürdürseydi sonuç ne olacaktı ya da hayatı reddettiği halde neden avukatın ilanının peşine düştü… Bartleby’nin hayatındaki esas kırılmanın nerede ve ne zaman olduğunun yanıtını, kendi adıma bulamadım; ama bunun teknik bir hata olduğunu da sanmıyorum. Burada, eserde anlatılanın, Melville’in kendi hayatından izler taşıdığı tezi akla geliyor. Öyleyse kitaplarının çok satmasını isteyen yazar, bu olmayınca nasıl küsüp kalemi bırakmışsa; Bartleby de önce düzeni reddedip sonra yine düzene dâhil olmaya çalışmıştır.
Böyle olmadığını ve bu çelişkilerin bu nahif esere bulaşmadığını ümit ederek geçiyorum.
Şimdi, bunları yok sayıp yazının giriş kısmına döner ve Bartleby’nin duygulu, onurlu kişiliğiyle teşkil edilen zarif yaşamına ve yaşamının finaline bakarsak; evvela bizim Raif Efendi’yi hatırlamamak mümkün değil. Her ikisi de geçmişin ağır yükünü, bir zamanlar umut etmenin bugünkü yıkımını, geleceksizliğin yarattığı boşluğu omuzlarında taşıyan; ancak bunları kelimelerin, konuşmanın, anlatmanın değersizliğine hapsetmeyen karakterler olarak, biz okurlar için, birer hayali yoldaştırlar.
Fakat; onlar hayata, öyle ya da böyle, bir reddiye sunmuşlar; bunun da bedelini ödemişlerdir. Bu bedeli vakarla kabullenmişlerdir. Peki, ya biz…
1856 yılında yazılan Kâtip Bartleby üzerinden, bir kez daha modern hayatın bizi nasıl ezdiğini görüp dertlenmek, altmış yedi sayfalık bir öyküden pasif direniş mesajları çıkarmak da neyin nesi? Yapmadıklarımızı, yapmamak için onlarca bahane bulduklarımızı, aslında her ne kadar şikâyet etsek de kaybetmekten korktuklarımızı kendimizden bile gizleyerek sürdürdüğümüz ikiyüzlülük daha ne kadar devam edecek?
Raif Efendi’nin anlatıldığı Kürk Mantolu Madonna, yazıldıktan onlarca yıl sonra, tıpkı Kâtip Bartleby gibi, nasıl oldu da çok satan bir kitap oldu? Çok satması elbette ne kitaba ne yazarına halel getirir, bu ayrı; ama Raif Efendi’den kişisel kahraman yaratmak kimin haddinedir? Âşık olmayan, derde düşmeyen, acısını içinde büyütmek pahasına susmayı bilmeyen bir kuşak, nasıl olur da Sabahattin Ali’den kendine bir şeyler devşirebilir?
Yazın, kitaplar ve karakterler araçsallaştırılıyorsa, kesinlikle piyasa devrededir. Edebiyat elbette gerçek hayatı keser; ama gerçek hayat edebiyatı kapsar ve içerir. Bu yüzden, muhayyel karakterlere sığınıp afili cümleler kurmadan önce kendi yaşamımıza bakmalıyız bence; sisteme, topluma ve bunların yarattığı sahte benliğimize direnmeli, bunları alt etmeye çalışmalıyız. Yapamıyorsak da elimizi büyük yazarların büyük eserlerinden çekmeliyiz en azından.
Şimdi yaşayabilir ve okuyabiliriz.
[su_divider]
Görsel: Plaza Janes, kitabın Barselona baskısı
1985, İstanbul doğumlu. Isparta Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden 2003’te, KTÜ, Türkçe Öğretmenliği bölümünden 2008’de mezun oldu. AÜ, AÖF, Felsefe ve SDÜ, İF, Radyo Tv ve Sinema bölümlerinde öğrenmeye devam ediyor. 2006’dan bu yana, çeşitli gazete, dergi ve sitelerde makaleler kaleme alıyor. Türkmen, Galatasaraylı, Komünist.
yazı yine çok iyi yerlere parmak basan güzel bir yazı olmuş ama beni en çok benzerlikler ve son cümlelerdeki kafamıza vuran sözler etkiledi… 🙂
Hem yazarımız hem 3K adına teşekkür ederiz. 🙂