Bir tarafta artık “onlarca” diye ifade edebileceğimiz çocuk kitapları, diğer yanda türlü mecralarda yazılar, editörlük faaliyetleri, kutu oyunları ve dahası… Sevgili Şeniz’i bugün aslında evinde ağırlıyoruz, ilk romanı Kahraman ve Cellat etrafında aileyi, çocukluğu, toplumu konuşuyoruz. Tolstoy’un “Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır,” cümlesinden sonra aileye dair daha ne yazılabilir diye düşünenler olabilir. Ama edebiyatın ve iyi yazarlığın efsunu burada ortaya çıkıyor: Farklı biçimlerde defaatle işlenen bir konuyu bir kez daha en gerçekçi, insanın en içine oturan yerlerinden bir kez daha anlatıyor bize. Üstelik değişen zaman, aile-toplum-devlet gibi kavramlara farklı bir yerden bakmamızı icap ettiren yeni algılarla bir kat daha derinleşiyor konu. Daha fazla uzatmadan mevzuyu ve kitabını Şeniz’den dinleyelim.
—Röp: Koray Sarıdoğan
Şeniz, hoş geldin demiyorum zira burası senin de evin sayılır. 🙂 Kahraman ve Cellat‘ı tebrik ederek başlayayım, nasıl gidiyor ilk dönüşler, izlenimler?
Evime hoş buldum. Tebrik için de teşekkür ederim. Kahraman ve Cellat kendi yolunu bulmuş ve okuruyla kucaklaşıyor gibi gözüküyor. Elbette ben de kaleme alan kişi olarak pek mutluyum. Yorumlar ise farklı alanlarda toplanıyor. Bunlar yaşanıyor, bunlara tanık oldum, yaşadım; yaşamadım, tanık olmadım ama biliyorum, bunlar dile getirilmeliydi diyenler var. Karakterler üzerinden değerlendirmeler var; anlatıcı Gülce pek sevilmiş gibi gözüküyor. Anne Nermin ve kitabın nispeten kötü kişisi olması gereken baba Tahsin de sevilmiş. Baba üzerinden, babalık üzerinden, bu “baba” figürünün sistemin farklı alanlarında kullanılmasından bahsedenler var. İşyerinde patronlar, iktidarların başındakiler hep bu “baba” figürü üzerinden değerlendiriliyor. Ve elbette “ev” üzerine çok konuşmak isteyen var. Bir gün hep beraber oturup “ev” ne demek konuşsak keşke diyorum. Bir de hikâyenin anlatımı ve kurulan dille ilgili dönüşler var ki en çok buna mutlu oluyorum. Çok işçilik var orada; dil, hikâyenin önüne geçsin istemedim, o yüzden sadeleştirebildiğim kadar sadeleştirdim. Okurlardan ve yayıncılık alanından bu dille ilgili epey olumlu yorum aldım. Ne yapmak istediğim, neyi işaret ettiğimin görülebiliyor olması beni çok motive ediyor. Oturup sayfalar dolusu yazasım var.
Yazım sürecinin epey geçmişe uzandığını biliyorum. İlk kıvılcım nasıl çıktı, neden bu kadar uzun sürdü ve tam olarak ne olduğunda “Bu dosya tamamlandı”yı hissettin?
Yazması iki yıl, kesip biçmesi, işlemesi de bir o kadar süren bir kitabı yayınevine yollayabildiğim için tebrik ediyorum ben de kendimi. Hassas bir konuyu, hikâyeyi öne koyduğum değerler doğrultusunda işlemeye çalıştım. Şiddetin pornografisini yapmadan ama içeriden yani evden, hem de çocukların ve kadınların gözünden gösterebilmek istedim. O evin içinde yaşayanlar farklı açılardan görülsün, ailenin, evin nasıl karmaşık bir duygular yumağı, ilişkiler ağında oluştuğu anlaşılsın, üzerine düşünülsün diye uğraştım. Uzun bir dönemi anlatıyordum üstelik: Gülce’nin anlatısı altı yaş civarı başlıyor ve otuzlu yaşların başına kadar geliyor. Bu kadar uzun süreyi anlatmak romanı ağırlaştıracaktı; yazmaktan geri durmadım ama fazla bulduğum her satırı, sayfayı attım. Buna bağlı olarak Gülce’nin sesinin, olaylara bakışının ve tepkilerinin değişmesi gerekiyordu. Altı yaşındaki bir çocukla on dört yaşındaki bir ergenin ya da üniversite öğrencisi bir yetişkinin sesi, fikri aynı olamaz. Gülce’yi özünde sabit tutup onu da geliştirdim. Tabii ki diğer karakterler de bu değişimden nasibini almalıydı. Erkek kardeşi Cem ve kız kardeşi Deren de değişiyorlardı. Çocukken değişimler çok belirgin olur, deneyimler ve öğrenilenlerle yapılandırır çocuk kendini. O sesleri duymak ve yansıtmak için epey çalıştım. Bunları yansıtamazsam gerçekçiliğini kaybederdi. Kelime kelime –de ve –da’lara kadar çalıştım yani. O nedenle bitmek bilmedi. Tamamlandı hissi ise artık benim bu metin ve hikâye için yapabileceğim bir şey kalmadı dediğimde çıktı. Her metin daha iyi yazılabilir, basıldıktan sonra bazı eksikleri görülebilir ama yazma sürecinde yazarın “bozma” noktasına geldiğini hissettiği an, o metin bitmiştir. Bu “çok iyi oldu” anlamında olmasa da bitmiştir. Belki başka bir zaman, başka bir akılla bakmak gerekir. Benimki bitmişti.
İlk kıvılcım mı bilmiyorum ama uzun yıllar çocukluk üzerine çalıştım, çocuk kitapları yazdım, kadın hikâyeleri dinledim. Gözün, kulağım, aklım hep bu taraftaydı. Kadın olmak bu tetikte olma durumunu da getiriyor sanırım. Bunar birikti. Ama izlediğim bir haber düşüncelerimi derledi topladı, romanın içeriğini netleştirdi hatta başlığını buldurdu bana. Televizyonda haberleri izliyordum. Yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk ekranda, ağlıyor. Mahkeme çocuğu babasında almış, diğer ebeveynin velayetine veriyor. Çocuk, “Baba, beni babamdan ayırmayın,” diye feryat figan ediyor. Oysa baba, anneye de çocuğa da işkence etmiş yıllarca. Çok içim yanmıştı. Çocuklar için ebeveynleri her zaman kahramandır, onun çocukluğunun, ruhunun celladı bile olsa, her çocuk anne, baba diye ağlar. Onların bir anlık iyi hâlini gözler. Bu olay bana oraya buraya aldığım notları, taslakları toparlama isteği verdi.
Elimizdeki hikâyeyi özetleyince klasik bir “travmatik aile” hikâyesi gibi geliyor. Alkolik baba, elmecbur despotlaşan anne ve asıl kurban olan çocuklar. Ama bölümler ilerledikçe karakterler gri noktalarıyla belirmeye, derinleşmeye başlıyorlar. Hiçbirine büsbütün kızamıyoruz. Amaçlayıp biçimlendirdiğin bir şey miydi bu, yoksa hikâyenin sana gelişi mi böyleydi?
Amaçladığım buydu. Ben büyük bir travma, üçüncü sayfa haberi anlatmak istemedim. Baba içmesin -ki aslında baba alkolik değil Gülce öyle tanımlıyor, baba aslında içkinin arkasına sığınan birisi- ortalamaya gelir. Ben bir aile yapısının ortalamasını anlatmak istedim, evlerde bunlar oluyor, bu bitmiyor, kuşaktan kuşağa geçiyor demeye çalıştım. Merkezde birkaç tema var. Çocukluk, çocukların olan biteni algılama, tepki gösterme biçimleri, onların yaşadıkları. Belki anne baba bir tartışmanın ertesi günü normal devam ediyorlar. Ama çocuklar edemiyor, bir kavgaya/tartışmaya tanık olan çocuk, ona göre tepki geliştiriyor, bir duruş alıyor. Her çocukta farklı ama o tedirginlik artık onunla. Erkeklik krizi ya da sorunu ne denilirse. Erkeklerden bir duruş, bir hayatta var oluş bekleniyor; erkek bu beklentiyi karşılamaya çalışırsa bir kaosa sürükleniyor. Güçlü bir birey olacağına zayıflıyor, zayıfladığı alanlarda kendisini tamamlamasını karısından ya da çocuklardan bekliyor ya da onları suçlu konumuna düşürüp hırsını onlardan çıkarıyor. “Ah ulan evli olmayacaktım, ah be çocuklar olmasaydı.” Bunları bir kere duymayan var mı? Baba Tahsin de diyor bir şekliyle, “Nankörler,” diyor, “Yedirip içirdim,” diyor, “Bir kere de yaptın de,” diyor. Onaylanmak istiyor, toplumdan talep edemiyor, hükmü altında gördüklerine dayatıyor. Hegemonik erkekliğin çöküş öncesini gösteriyorum aslında. Tahsin üzülünecek ve yardıma ihtiyacı olan birisi.
Bir diğer tema ise aile. Aile her kavram gibi yüceleştirilmediği zaman sıcak, yardımcı olabilecek bir kavram. Bir şeyi yüceltmek onu kötücülleştirmenin, onun içini boşaltmanın en kuvvetli yolu. Birisine bir güç verin ve uzun süre onun elinde durmasını sağlayın, sonra da ona bu gücü aynı yerde tutmasını söyleyin. Bir süre sonra bambaşka birisi çıkar karşınıza. Aile de öyle. Bağlara ihtiyacımız var, bağlar bizi sağaltır. Bağları prangalara dönüştürürseniz yaşam zindana döner. Ayşe Çavdar bir programında “Aile güçlendikçe, aile üyelerinin bağları zayıfladı,” dedi. Bunlar göstermek istediğim. Bağlar, güç ve farklı etkenler olsa da aynı sonuç: Çocuk ve eşler üzerinde sahiplik, güç denemesi, kendini ilahlaştırma, ilah olmadığının farkına varma/vardırılma ve final.
Erkekleşmiş bir dünyanın, toplumun sonucu olarak aile de erkekleşiyor. Biz bu olguyu yüzyıllardan bu yana taşıyan ama son yıllarda da agresifleştiğini gören bir toplumuz. Bu bağlamda romanındaki türden mutsuzlukların kaynağını baba olarak mı yorumlarsın yoksa cevabın başka mı olur?
Bir önceki soruda kısmen cevap verdim ama açmak isterim. Mutsuzluğun ana kaynağı baba değil, bu kaynak toplumdan çıkıyor, kanallar vasıtasıyla evlere, insan ilişkilerine sızıyor. Biz her kurumu aileyle, her gücü babayla tanımlarız. Bu ülkenin bir başbakanına “Baba” denmişti bir zamanlar. Bu kişiyi, ülke vatandaşları kendilerine hizmet etsin diye seçtiler, maaşını vergileriyle ödediler. Bu bakış açısıyla apartman yöneticisi de “babamız” olmalıdır öyleyse, ki o role bürünen de yok değil.
Bir iş başvurusunda bulun, ilk cümle “Biz bir aileyiz,” olur. Sonra o aile senin mesailerini ödemez, izinlerini vermez, sana görev tanımın dışında işler yıkar, sigortanı ödemez, kıdem tazminatını ödememek için mobbing yapar. Bu bir ailedir evet. Ailenin sömüren, iliği kemiği emen tarafıdır. “Baba” ve “Aile” sistemin kullanışlı birer aracıdır, gücün bir yerde toplanıp kitlelerin kontrol edilmesini sağlarlar. Bu kurumlar ve vasıflar çürür gider bu şekilde ama sistem ve toplum kendini korur. Burada şunu söylemek istiyorum: Bizler soyut kavramlara yüklenip kendi sorumluluklarımızı atmayı severiz. Sistem deriz, toplum deriz, rahat ederiz böylece. Bu sistemi kuran ve destekleyen biziz, toplum da bireylerden oluşturuyor. Herkes kendi babalığını, anneliğini inşa etsin, herkes kendi ailesinin yumuşacık, ipek gibi bağını örsün. Kendinizden başlayın, kimse size bunu hediye etmeyecek.
Ben özellikle küçük kardeşin erkek olmasına ve yaş aldıkça onun da toplumsal erkek rolüne bürünmeye başlamasına takıldım. Ne dersin bununla ilgili?
Toplumsal erkeklik dediğin şey kendini dayatır. Yaşamak için ona sarılmak zorunda kalırsın. Ben bazen (bazı) erkekler için üzülüyorum. Görece rahatlıklarının, hiç farkında olmadıkları ayrıcalıklarının birer altın kafes olduğunun farkında değiller. Bir insanı sevmek istiyorsun karşına “erkeklik” çıkıyor. O zırh içindeki insanı görmene engel oluyor. Hayatı boyunca kendi olamadan ölüp giden erkekler var. Hiç sevilmemiş o. Erkekler de ağlar, babalar işsiz kalır, anneler çok kazanır, bazı insanlar evlenmez, bazı insanlar başka yaşamlar tercih eder, erkek adam bazen bir olduğu yere çakılır, çaresiz kalır… İnsan olmak ne güzeldir. İnsan halleri ne güzeldir. Bunlar azade bir “erkeklik,” içi boşaltılmış insanlık.
Erkek kardeşin bu sarılışını da göz ucuyla gösteriyorum ama aslında orada başka bir şey var. Çocuklar farklı tepkiler gösterir diye belirtmiştim. Cem de duruma uyum sağlayıp, görmezden gelerek, zorbayı kabullenerek yaşamaya çalışıyor. Deren’de de var o uyum bir şekilde ama o kendi faydasını daha önemseyen bir çocuk.
“Ev, ailenin karakutusu” yazıyor arka kapakta ama bir yandan da ailenin tüm üyeleri kendi içlerinde o kadar yalnızlar ki kutu daralıp küçülüp karakterlerin kendileri haline geliyor.
Ne güzel anlattın Koray! Tam da bunu göstermek istiyordum. O kutu seni kafanın içine sıkıştırır. Bağlar kopar, sevgi biter, ilişkiler zedelenir ama sistem seni bir arada tutar. Benim gösterdiğim şiddet olmasa da iddia ediyorum çok fazla insan bunlar bitmesine rağmen ayrılamaz. Maddi bağlar vardır, toplumla arana mesafe koyacaksındır, çocuklar vardır, yapamazsın. Çocuklar ise zaten bu kapandan çıkamaz. Çocukluk böyle durumlarda bir esaret. Ceketini alıp çıkamazsın, mahkemeye gidip ayrılamazsın, derdini kimseye açamazsın. Anca büyümeye gün sayarsın. Sonra da ailenin hangi üyesi olursan ol, sıkışıp kafanın içine hapsolursun. Orada yaşamaya başlarsın, kimseye gerçek olamazsın, hatta kendini kaybedersin, bir zamanlar kimdin, neydin hatırlamazsın. İnsan sadece iletişimle insan oluyor; o samimi, gerçek iletişim olmayınca kafanın içinde yapayalnız bir ruh.
Sen üretken bir çocuk kitapları yazarısın. Bu bir çocuk kitabı değil ama anlatıcısı çocuk. Bir yandan çocuklara bir şeyler öğretecek, sorular sorduracak, onları mutlu kılacak şeyler yaratmaya çalışırken bir yandan da acı gerçekler yaşayan bir çocuğu yazmak nasıl bir deneyimdi?
Üzücü, bazen hayattan soğutucu ama ben zaten bu yüzden çocuk kitapları yazıyorum. O kapanlara sıkışmasınlar, hayatta onlarca seçenekleri olduklarının farkına varsınlar, kendilerine ve hayata inansınlar diye. En önemlisi de yetişkin olduklarında kendileri kapanlar yaratmasınlar diye. Bununla beraber acıyı yadsıyan, sürekli olumlama peşinde koşan birisi değilim. Mutluluk sürekli değil, mutsuzluk da öyle. Hiçbir dünya hâli, hiçbir duygu daimi değil. Gelen neyse gör, anla, yaşa ve dönüş. Birisi bir yerde acı çekerken evrene mesaj gönderilmesinden hoşlanmıyorum. Acıyı gördüysem yazabilirim, sevinci gördüğümde yazdığım gibi.
Kitabın iki ana bölümü var: Çıkış’a Giriş ve Çıkış. Son dönemeçte Çıkış başlığını görünce ister istemez bir ferahlama veya bir şeylerin bıçak gibi kesildiği bir son bekliyor insan. Elbette bir şeyler değişiyor ama gerçekte bir Çıkış olup olmadığı sorusuyla kalakaldım ben. Bu döngüden, toplumdan ve onun bir sonucu olan aileden bir çıkış yok mu gerçekten?
Koray, öyle güzel sorular geliyor ki mutlu oluyorum. Çıkışlar her zaman var, bazen göremiyor bazen gücümüzü toplayıp çıkamıyoruz. Ama evet, aileden çıkmak en zor olanı. Uzun yıllar boyunca o aile her farklı olayda aynı döngüyü yaşıyor aslında, hiç değişmiyor olan. Kişiler, zamanlar, etkenler değişiyor, döngü çarkını çeviriyor. Kol kırılıyor, yen içinde kalıyor. Çoğu insan anneler gününde, babalar gününde sosyal medyadan ebeveynlerine övgüler düzüyor. O ebeveynlerin bir kısmı ruh emici, hayat sömürücü, bunu o paylaşımı yapan da biliyor ama bu gerçeği itiraf etmek toplumsal statü kaybına neden olur diye yazıyor. O yüzden anne-babalar birer kahraman. Sevgisi gücünden çok olan aileler başım gözüm üstüne. 🙂
Bir süredir dünyada ve bizde aile kavramını sorgulayan, eleştiren, aslında bir illüzyonun ardını görmek isteyen bir eğilim var. Bunu sadece dönem eğilimleriyle açıklayamayız sanırım. Sen ne düşünüyorsun?
Aile şeffaflaşmalı ki toplum şeffaflaşsın, sağaltsın kendini. Birey, aile, toplum, devlet… Aile simgesel burada, kötülüklerin –iyiliklerin olduğu gibi- en küçük birimden başladığını biliyor insanlar artık. Her zorba bir mağdur yaratıyor, o mağdurların bir kısmı zorbalığı pirinden öğrenip kendi mağdurunu buluyor. Sen hiç şöyle bir olay duymadın mı mesela: Çocuğu şikâyete gelir komşular, camı çerçeveyi indirmiş, sokaktaki herkesi sıradan geçirmiş, yedi mahalleyi haraca bağlamıştır. Anne /baba şok olur, bu evde süt dökmüş kedi gibi derler. O eve bakmak lazım, o evde kim zorba bulmak lazım. Onu arıyor insanlar.
Bir de kadınlar ve dayatılan toplumsal cinsiyet rolleri dışına çıkmış bireyler artık daha çok seslerini duyuruyorlar. Onlar bu cehennemi biliyorlar, anlatıyorlar. Yüzyıllarca eril erkeklerin sesini daha çok duyduk: Aşklarının(!) peşinde koştular, savaşlarda kahramanlıklar sergilediler, dünyaları ele geçirdiler, haksızlıklara karşı sinelerini siper ettiler, şeytan kadınların elinden kurtulup, masum ve bir melek kadar saf kadınları kulelerden kurtardılar. Biz ötekilerin de kendine ait bir odası var artık, canımızı yakan, sıkan ne varsa konuşuyoruz, yazıyoruz. Birkaç yüzyıl da kadınların, çocukların ve tüm ötekilerin (!) gözünden, aklından, kaleminden hikâyeler dinleyebiliriz bence. Sonra ortak hikâyeler yazarız belki.
Bizden bu kadar. Eklemek istediklerin varsa söz sende. 🙂
Kalemimi açıp zihnimin çenesini düşüren sorular için teşekkürler. Bir de kendi güzel, sıcak, güvenli bağlar kurduğum evimdeyim madem, kitap künyesinde yer almayan ama emeği olan insanlara teşekkür etmek istiyorum. Romanın basılmasına öncü olan Burak Albayrak’a, okuyup görüşlerini ileten Ayça Güçlüten ve Can’a teşekkür ederim. Onların yüreklendirmesi olması bu roman elimde biraz daha dönerdi belki de. Ve de beni destekleyen annemle kardeşime… Babam vefat edeli uzun zaman oldu, ama o da görse pek mutlu olurdu. Bak, aile bazen ne iyi bir şey. 🙂
Sevgiler.)
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)