“Size
farklı bir diyardan sesleniyorum. Burası, genişliğine var olduğumuz zamanın
teknoloji yeterliliklerinin karar verdiği bir ekranın ardı. Kimileriniz yazma
işi zevkinin doruklarına kaleminiz kağıda sürterken ulaşıyorsunuzdur hala, ya
da kimileriniz –büyük çoğunluk gibi- bilgisayarının klavyesinin her bir tuşuna
vurduğunda çıkan o tıkırtıda.
farklı bir diyardan sesleniyorum. Burası, genişliğine var olduğumuz zamanın
teknoloji yeterliliklerinin karar verdiği bir ekranın ardı. Kimileriniz yazma
işi zevkinin doruklarına kaleminiz kağıda sürterken ulaşıyorsunuzdur hala, ya
da kimileriniz –büyük çoğunluk gibi- bilgisayarının klavyesinin her bir tuşuna
vurduğunda çıkan o tıkırtıda.
Olduğum
yer farklı. Olduğum yer belki de, nesillerimiz arasındaki o koca boşlukların en
büyüğü. Size sessiz sedasız, dokunmatik bir ekranın ardından sesleniyorum.
Alanım, o an ulaşabildiğim teknolojinin bana müsaade ettiği kadar büyüklükte
bir ekran. Kimi zaman avucumun içinde, kimi zaman dizimin üzerinde, kimi zaman
her hangi bir yere yansıtabildiğim hologram klavyem ile yazıyorum işte.
yer farklı. Olduğum yer belki de, nesillerimiz arasındaki o koca boşlukların en
büyüğü. Size sessiz sedasız, dokunmatik bir ekranın ardından sesleniyorum.
Alanım, o an ulaşabildiğim teknolojinin bana müsaade ettiği kadar büyüklükte
bir ekran. Kimi zaman avucumun içinde, kimi zaman dizimin üzerinde, kimi zaman
her hangi bir yere yansıtabildiğim hologram klavyem ile yazıyorum işte.
Yazmanın
ve yazan olmanın evrimi de bu herhalde. Şimdi yazının en geçmişinden söz edip
de kimsenin canını sıkacak değilim elbet. Yaşım yirmi sekiz fakat yaş almışlar
ile kıyaslanamayacak olsa dahi, benden bir iki nesil sonra gelenlere göre
neredeyse hiç teknoloji içine doğmuş biriyim. Çocukluğunda bilgisayarı olmayan,
ödevlerini ansiklopediden kaynak belirterek yapan, anne ve babasını kendine
Google eden biri yani.
ve yazan olmanın evrimi de bu herhalde. Şimdi yazının en geçmişinden söz edip
de kimsenin canını sıkacak değilim elbet. Yaşım yirmi sekiz fakat yaş almışlar
ile kıyaslanamayacak olsa dahi, benden bir iki nesil sonra gelenlere göre
neredeyse hiç teknoloji içine doğmuş biriyim. Çocukluğunda bilgisayarı olmayan,
ödevlerini ansiklopediden kaynak belirterek yapan, anne ve babasını kendine
Google eden biri yani.
Daha
gençliğime kıyasla, kimseyle telefonda
konuşmak istemiyorum artık. Mesajlaşmak daha kolayıma geliyor. Ve hatta
telefonum çaldı mı geriliyorum sıklıkla. Açmadığım oluyor çokça. Çoğunlukla
bahsetmek istediğim şeyi tek bir fotoğraf karesi ile aktarabiliyorum başka
alıcılara. Sosyal ortamlarda
profillerim var. Sanki birilerinin çok da umurundaymışçasına anlık duygularımı
paylaşıyorum. Biri ne tarz müzik dinlediğimi sorduğunda online müzik dinleyip,
favori listelerinin hazırlanabildiği internet sitelerindeki profillerimin
linklerini gönderiyorum mesela. Ben de bir iki nesil akabimden gelenler gibi aplikasyonlar indiriyorum telefonuma.
En son kim, ne zaman online olmuş,
statüsüne ne yazmış falan bunların peşinde sürükleniyorum hatta kimi zaman.
gençliğime kıyasla, kimseyle telefonda
konuşmak istemiyorum artık. Mesajlaşmak daha kolayıma geliyor. Ve hatta
telefonum çaldı mı geriliyorum sıklıkla. Açmadığım oluyor çokça. Çoğunlukla
bahsetmek istediğim şeyi tek bir fotoğraf karesi ile aktarabiliyorum başka
alıcılara. Sosyal ortamlarda
profillerim var. Sanki birilerinin çok da umurundaymışçasına anlık duygularımı
paylaşıyorum. Biri ne tarz müzik dinlediğimi sorduğunda online müzik dinleyip,
favori listelerinin hazırlanabildiği internet sitelerindeki profillerimin
linklerini gönderiyorum mesela. Ben de bir iki nesil akabimden gelenler gibi aplikasyonlar indiriyorum telefonuma.
En son kim, ne zaman online olmuş,
statüsüne ne yazmış falan bunların peşinde sürükleniyorum hatta kimi zaman.
Ama
yine de farkım var benden sonra gelen o teknolojinin ortasına doğmuş nesiller
ile. Hiç değilse, birileri ile es kaza buluştum mu bir yerde karşılıklı oturup
da akıllı telefonum elimde öylece
susmuyorum. Hiç değilse, gittiğim yerlerin ve yaptığım şeylerin fotoğraflarını
göstereceğime sessizce, anlatabiliyorum. Hiç değilse halen avuçlarımın arasında
bir kitap tutmayı sevebiliyorum. Hiç değilse halen o kitapların okunduktan
sonra da varlıklarını evimde, kütüphanemde sürdürmelerinden zevk alabiliyorum.
Hiç değilse onlar gibi, o nedir bu nedir diye sürekli internete bakmıyorum. İlk
duygusal yakınlaşmasını ve daha sonrasını bir arkadaşlık sitesi vasıtası ile
tanıştığım biri ile yaşamadım. İnternete sormak zorunda kalmadım ya da hiç, o
iş nasıl oluyor diye.
yine de farkım var benden sonra gelen o teknolojinin ortasına doğmuş nesiller
ile. Hiç değilse, birileri ile es kaza buluştum mu bir yerde karşılıklı oturup
da akıllı telefonum elimde öylece
susmuyorum. Hiç değilse, gittiğim yerlerin ve yaptığım şeylerin fotoğraflarını
göstereceğime sessizce, anlatabiliyorum. Hiç değilse halen avuçlarımın arasında
bir kitap tutmayı sevebiliyorum. Hiç değilse halen o kitapların okunduktan
sonra da varlıklarını evimde, kütüphanemde sürdürmelerinden zevk alabiliyorum.
Hiç değilse onlar gibi, o nedir bu nedir diye sürekli internete bakmıyorum. İlk
duygusal yakınlaşmasını ve daha sonrasını bir arkadaşlık sitesi vasıtası ile
tanıştığım biri ile yaşamadım. İnternete sormak zorunda kalmadım ya da hiç, o
iş nasıl oluyor diye.
En
azından halen yazabiliyorum. Tüm içime kapanmışlığıma rağmen… En azından
yazabileceğim bir geçmişim var. Çoktandır sıkışıp kalmış değilim onlar gibi ekran
ardına. Yaşadığım şeyler var. Oynadığım sokak oyunları, yaralı dizlerim,
sokaktan eve bütün mahallenin duyacağı bir biçimde “anne!” diye bağırmışlığım
var, evin önüne tezgah kurup evdeki kullanılmayan eşyaları satmaya
kalkışmışlığım ve başarmışlığım var, saatlerce denizde kalmışlığım, kağıt helva
yemişliğim, gittiğim tekne turları, sevdiğim çocuklar, hoşlandığım çocuklar,
sevmediğim ama birlikte olduğum çocuklar, çok sevmişliğim, çokça sevilmişliğim,
evden kaçmışlığım, eve geç gelmişliğim, eve sabah gelmişliğim, annemden tokat
yemişliğim, son vapura yetişmek için kan ter içinde kalmışlığım, hafta
sonraları yapılacak en iyi şey olarak gittiğim Broadway Sineması var mesela
Kadıköy’de, sinema çıkışında oturup filmi tartışmışlığım var uzun uzun, nargile
içmişliğim, sokakta kaldırım taşına oturmuşluğum, bir meslek hayatım var en
azından, üniforma giymişliğim, spor ayakkabılardan sonra topuklu ayakkabılar
üzerinde sekmişliğim, ilk maaşımla kendime bir daktilo almışlığım, çok zor
yataktan kalktığım sabahlar var, kusmuklar içinde kaldığım sabahlar, işe zar
zor gittiğim, gittiğime pişman olduğum, iş başında uyuyakaldığım sonra
yakalandığım ve kimi zaman hiç uyumadığım ve bu halin akşamüzeri tam bir enerji
patlamasına dönüştüğü günlerim var, çok parasız kaldığım, bir dal sigara
alabilmek için tüm giysilerimin ceplerini karıştırdığım ama yine de çok iyi
takıldığım zamanlarım var, gece yarısına kadar evde içip sonra gece kulüplerine
gitmişliğim var şimdilerde hiç görüşmediğim o hayali arkadaşlarımla, sonraları
gereksiz bulup tüm o kalabalığı- yalnız başına gece gezmelerim var, bir küçük
ve tek bir fotoğraf ile yazmışlığım var bütün geçmişimi ve çocukluğumu, çok
zengin zamanlarım var, herkese bir şeyler ısmarladığım, deli gibi alışveriş
yaptığım, çok şişman zamanlarım var ve çok bunalım, çok zayıf hallerim var ve
herkesin durmadan hasta mısın diye sorduğu, çokça erkek arkadaşım var aşklarını
bildiğim ama ses etmediğim, geçirdiğim ameliyatlar var, yaşadığım ölümcül
kazalar var, babam var uzakta, annem var, kuzenlerim var, kurulmuş uzun
sofralar var hiç unutmadığım, anneannem var rakısını sek içen, dedem var şeker
hastası- dolaptan reçel aşıran, çokça mektuplaştığım var, bir sürü fotoğrafım
var, bir sürü günlüğüm, bir sürü yaşanmışlığım var en azından. Bütün bunlar,
bir bütün olarak birleşip onlardan farkım oluyor. Yazacak bir şeylerim var.”
azından halen yazabiliyorum. Tüm içime kapanmışlığıma rağmen… En azından
yazabileceğim bir geçmişim var. Çoktandır sıkışıp kalmış değilim onlar gibi ekran
ardına. Yaşadığım şeyler var. Oynadığım sokak oyunları, yaralı dizlerim,
sokaktan eve bütün mahallenin duyacağı bir biçimde “anne!” diye bağırmışlığım
var, evin önüne tezgah kurup evdeki kullanılmayan eşyaları satmaya
kalkışmışlığım ve başarmışlığım var, saatlerce denizde kalmışlığım, kağıt helva
yemişliğim, gittiğim tekne turları, sevdiğim çocuklar, hoşlandığım çocuklar,
sevmediğim ama birlikte olduğum çocuklar, çok sevmişliğim, çokça sevilmişliğim,
evden kaçmışlığım, eve geç gelmişliğim, eve sabah gelmişliğim, annemden tokat
yemişliğim, son vapura yetişmek için kan ter içinde kalmışlığım, hafta
sonraları yapılacak en iyi şey olarak gittiğim Broadway Sineması var mesela
Kadıköy’de, sinema çıkışında oturup filmi tartışmışlığım var uzun uzun, nargile
içmişliğim, sokakta kaldırım taşına oturmuşluğum, bir meslek hayatım var en
azından, üniforma giymişliğim, spor ayakkabılardan sonra topuklu ayakkabılar
üzerinde sekmişliğim, ilk maaşımla kendime bir daktilo almışlığım, çok zor
yataktan kalktığım sabahlar var, kusmuklar içinde kaldığım sabahlar, işe zar
zor gittiğim, gittiğime pişman olduğum, iş başında uyuyakaldığım sonra
yakalandığım ve kimi zaman hiç uyumadığım ve bu halin akşamüzeri tam bir enerji
patlamasına dönüştüğü günlerim var, çok parasız kaldığım, bir dal sigara
alabilmek için tüm giysilerimin ceplerini karıştırdığım ama yine de çok iyi
takıldığım zamanlarım var, gece yarısına kadar evde içip sonra gece kulüplerine
gitmişliğim var şimdilerde hiç görüşmediğim o hayali arkadaşlarımla, sonraları
gereksiz bulup tüm o kalabalığı- yalnız başına gece gezmelerim var, bir küçük
ve tek bir fotoğraf ile yazmışlığım var bütün geçmişimi ve çocukluğumu, çok
zengin zamanlarım var, herkese bir şeyler ısmarladığım, deli gibi alışveriş
yaptığım, çok şişman zamanlarım var ve çok bunalım, çok zayıf hallerim var ve
herkesin durmadan hasta mısın diye sorduğu, çokça erkek arkadaşım var aşklarını
bildiğim ama ses etmediğim, geçirdiğim ameliyatlar var, yaşadığım ölümcül
kazalar var, babam var uzakta, annem var, kuzenlerim var, kurulmuş uzun
sofralar var hiç unutmadığım, anneannem var rakısını sek içen, dedem var şeker
hastası- dolaptan reçel aşıran, çokça mektuplaştığım var, bir sürü fotoğrafım
var, bir sürü günlüğüm, bir sürü yaşanmışlığım var en azından. Bütün bunlar,
bir bütün olarak birleşip onlardan farkım oluyor. Yazacak bir şeylerim var.”
Bu
son cümle ile daha kalabalığın konuşmamın bittiğini anlamasına fırsat vermeden
kendimi, ben kürsüye çıkmadan evvel üzerine çıkmam için yerleştirilmiş olan
basamaktan aşağı attım. En önde oturan bölüm başkanımız Ülkü Özsoy ile göz göze
geldik. Ağzı az biraz açık, gözlerindeki o boş ifade ile bana bakıyordu. Bir
iki el çırpmasından sonra oldukça kısa denebilecek rahatsız edici bir alkış
sırasında ufak bir kafa hareketi ile kalabalığa selam verip kulise geçtim.
Ayağımdaki rugan babetler canımı yakıyordu. Daracık kulis içinde Murat’ı
aradım. Bebe yaka gömleğimi ne diye ta tepesine kadar bağlamıştım bilmem ki!
Neyse ki orada otuyordu. İçeride herkes kendi işini yapıyormuş gibi görünse de,
farkındaydım ben yanlarından geçerken anlık bir es yaşanıyor ve bana
bakıyorlardı. Dönüp, “evet, o konuşmayı yapan bendim!” diye bağırmak istediysem
de yüzlerine, yapmadım. Bir tek öğrenci çaylaklar konuşmalarının içinde
kaybolmuş, kafaları önlerinde mır mır mır hazırlanıyorlardı.
son cümle ile daha kalabalığın konuşmamın bittiğini anlamasına fırsat vermeden
kendimi, ben kürsüye çıkmadan evvel üzerine çıkmam için yerleştirilmiş olan
basamaktan aşağı attım. En önde oturan bölüm başkanımız Ülkü Özsoy ile göz göze
geldik. Ağzı az biraz açık, gözlerindeki o boş ifade ile bana bakıyordu. Bir
iki el çırpmasından sonra oldukça kısa denebilecek rahatsız edici bir alkış
sırasında ufak bir kafa hareketi ile kalabalığa selam verip kulise geçtim.
Ayağımdaki rugan babetler canımı yakıyordu. Daracık kulis içinde Murat’ı
aradım. Bebe yaka gömleğimi ne diye ta tepesine kadar bağlamıştım bilmem ki!
Neyse ki orada otuyordu. İçeride herkes kendi işini yapıyormuş gibi görünse de,
farkındaydım ben yanlarından geçerken anlık bir es yaşanıyor ve bana
bakıyorlardı. Dönüp, “evet, o konuşmayı yapan bendim!” diye bağırmak istediysem
de yüzlerine, yapmadım. Bir tek öğrenci çaylaklar konuşmalarının içinde
kaybolmuş, kafaları önlerinde mır mır mır hazırlanıyorlardı.
Murat
oturduğu yerden ayağa kalkmış yanına varmamı bekliyordu. Neyse ki yüzünde her
zaman içimi rahatlatan o yamuk denilebilecek gülümsemesi vardı. Hemen sarıldık
sonra beni omuzlarımdan tutup kol mesafesi kadar kendinden uzaklaştırdı.
oturduğu yerden ayağa kalkmış yanına varmamı bekliyordu. Neyse ki yüzünde her
zaman içimi rahatlatan o yamuk denilebilecek gülümsemesi vardı. Hemen sarıldık
sonra beni omuzlarımdan tutup kol mesafesi kadar kendinden uzaklaştırdı.
“Melis
söylesene, konuşmanı neden değiştirdin?”
söylesene, konuşmanı neden değiştirdin?”
“Murat
bunu sonra konuşalım lütfen. Ülkü Hoca buraya gelmeden çıkmalıyız.”
bunu sonra konuşalım lütfen. Ülkü Hoca buraya gelmeden çıkmalıyız.”
Ülkü
Hoca çokça isteyip, büyük hayaller kurarak girdiğim edebiyat fakültesinin
başındaydı. Mezun olalı beş sene olmuş olmasına rağmen halen sıklıkla görüşür,
beraber çalışmalar yapardık. Nedense severdi beni. Yetmişindeki bu edebiyat
aşığı adam ile aramda zihnen bir bütünlük, bir denklik vardı. Alaturka hiçbir şeyle
pek işim olmasa da, Ülkü Hoca’nın ağzından her şey sanki modernize edilmiş bir
biçimde çıkardı. Yabancı edebiyatı ile ilgilenmez ve hatta “sen yazarı değil,
tercümanı okuyorsun” derdi ama okuduğum her romanı gelip ona anlatmamı pek
sever, kendince notlar alırdı. Ona kalsa her şey Türk Edebiyatıydı. Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Halit Ziya
Uşaklıgil, Reşat Nuri, Halide Edip, Yakup Kadri, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt,
Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Nazım Hikmet vs. vs. Beraber olduğumuz, fakültenin
dersliklerinde çalıştığımız ya da bir çay bahçesinde sohbet ettiğimiz
zamanlarda kendince yarattığı bir oyunu oynardı benimle. Bir yazar ismi
söylerdi misal ve benden doğum ve ölüm yıllarını söylememi beklerdi. Ya da bir
roman ismi söyler ve romancısını tahmin etmemi isterdi. Açıkçası Ülkü Hoca
olmasaydı, cahil yazarlardan biri olabilirdim ben de. Türk Edebiyatı’nı şöyle
sadece en üst tarafı ile bilen, fazla derinlere inildi mi müsaade isteyip de
ortamdan ayrılan. Ama karşıma Ülkü Hoca çıkmış ve kendi kendime edinmemin
mümkün olmadığı bir çok bilgiyi, kendi kendime okumak konusunda hiç de
heveslenmeyeceğim bir çok romanı fark etmeden bana aktarmış, okumamı ve bilmemi
sağlamıştı.
Hoca çokça isteyip, büyük hayaller kurarak girdiğim edebiyat fakültesinin
başındaydı. Mezun olalı beş sene olmuş olmasına rağmen halen sıklıkla görüşür,
beraber çalışmalar yapardık. Nedense severdi beni. Yetmişindeki bu edebiyat
aşığı adam ile aramda zihnen bir bütünlük, bir denklik vardı. Alaturka hiçbir şeyle
pek işim olmasa da, Ülkü Hoca’nın ağzından her şey sanki modernize edilmiş bir
biçimde çıkardı. Yabancı edebiyatı ile ilgilenmez ve hatta “sen yazarı değil,
tercümanı okuyorsun” derdi ama okuduğum her romanı gelip ona anlatmamı pek
sever, kendince notlar alırdı. Ona kalsa her şey Türk Edebiyatıydı. Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Halit Ziya
Uşaklıgil, Reşat Nuri, Halide Edip, Yakup Kadri, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt,
Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Nazım Hikmet vs. vs. Beraber olduğumuz, fakültenin
dersliklerinde çalıştığımız ya da bir çay bahçesinde sohbet ettiğimiz
zamanlarda kendince yarattığı bir oyunu oynardı benimle. Bir yazar ismi
söylerdi misal ve benden doğum ve ölüm yıllarını söylememi beklerdi. Ya da bir
roman ismi söyler ve romancısını tahmin etmemi isterdi. Açıkçası Ülkü Hoca
olmasaydı, cahil yazarlardan biri olabilirdim ben de. Türk Edebiyatı’nı şöyle
sadece en üst tarafı ile bilen, fazla derinlere inildi mi müsaade isteyip de
ortamdan ayrılan. Ama karşıma Ülkü Hoca çıkmış ve kendi kendime edinmemin
mümkün olmadığı bir çok bilgiyi, kendi kendime okumak konusunda hiç de
heveslenmeyeceğim bir çok romanı fark etmeden bana aktarmış, okumamı ve bilmemi
sağlamıştı.
Ülkü
Hoca cep telefonu kullanmazdı. Zaten onu görseniz cep telefonunun varoluşu ile
ne kadar ters düştüğünü anlardınız. Yalnız bir adamdı. Karısı biz tanıştığımız
vakit zaten ölmüştü. Yine de kıyafetleri her zaman ütülü, gömlekleri kolalı
olurdu. Genellikle ekoseli takımlar giyer, içlerine de ekose renklerinden bir
gömlek seçerdi. Koyu çerçeveli siyah gözlükleri, bembeyaz saçları vardı. O
saçlar karısından sonra mı beyazladı diye düşünürdüm hep. Hiç sormadım. Ağır
ağır konuşur ve bu yolla sizi anlattığı mevzunun içine çekerdi. Cep telefonu
yoktu dediğim gibi. Olsaydı da ne yüzle onu arayabilirdim ki? O gün yapmamı
planladığımız konuşmanın konusu, genç nesil ile ölmesine ramak kalmış nesilin
edebiyat ile ortak paydası idi. Böyle dediğimi duysa, “eşeksin!” derdi. Asla
küfür etmez, en fazla kas kafalı ya da eşeksin derdi. Ne oldu bilmiyorum. Kendi
bunalımımın orta yerine düştüm. Ne yapacağımı bilemedim. İçimde bir şey beni
sürekli tuhaf şeyler yapmaya itiyordu. Zaten o da beni bu sebepten hep yanında
tutardı. “Evladım, yeteneklisin bak kendini harcama. Ben sana illa ki üstadlar
gibi yaz demiyorum, kendi tarzını yarat, modern ol fakat çalışmaktan asla
vazgeçme. Yaşadığın bunalımlardan edebiyat çıkmaz. Kuramlara uymakla
mükellefsin” derdi. Dinlemedim.
Hoca cep telefonu kullanmazdı. Zaten onu görseniz cep telefonunun varoluşu ile
ne kadar ters düştüğünü anlardınız. Yalnız bir adamdı. Karısı biz tanıştığımız
vakit zaten ölmüştü. Yine de kıyafetleri her zaman ütülü, gömlekleri kolalı
olurdu. Genellikle ekoseli takımlar giyer, içlerine de ekose renklerinden bir
gömlek seçerdi. Koyu çerçeveli siyah gözlükleri, bembeyaz saçları vardı. O
saçlar karısından sonra mı beyazladı diye düşünürdüm hep. Hiç sormadım. Ağır
ağır konuşur ve bu yolla sizi anlattığı mevzunun içine çekerdi. Cep telefonu
yoktu dediğim gibi. Olsaydı da ne yüzle onu arayabilirdim ki? O gün yapmamı
planladığımız konuşmanın konusu, genç nesil ile ölmesine ramak kalmış nesilin
edebiyat ile ortak paydası idi. Böyle dediğimi duysa, “eşeksin!” derdi. Asla
küfür etmez, en fazla kas kafalı ya da eşeksin derdi. Ne oldu bilmiyorum. Kendi
bunalımımın orta yerine düştüm. Ne yapacağımı bilemedim. İçimde bir şey beni
sürekli tuhaf şeyler yapmaya itiyordu. Zaten o da beni bu sebepten hep yanında
tutardı. “Evladım, yeteneklisin bak kendini harcama. Ben sana illa ki üstadlar
gibi yaz demiyorum, kendi tarzını yarat, modern ol fakat çalışmaktan asla
vazgeçme. Yaşadığın bunalımlardan edebiyat çıkmaz. Kuramlara uymakla
mükellefsin” derdi. Dinlemedim.
Konferans
sonrası geçen bir haftada pek evden çıktığım söylenemez. O bir hafta içinde bir
iki kez aynı numaradan arandım. Yine canımı sıkmıştı çalan telefon. Açmadım.
Sonra bir mesaj geldi.
sonrası geçen bir haftada pek evden çıktığım söylenemez. O bir hafta içinde bir
iki kez aynı numaradan arandım. Yine canımı sıkmıştı çalan telefon. Açmadım.
Sonra bir mesaj geldi.
“Melis
Hanım. Radikal Hayat ekinden
arıyorum. Geçen hafta konferansta yaptığınız konuşma hakkında bir röportaj
yapmak istiyorum sizinle. Müsait olduğunuzda bu numaradan bana ulaşın lütfen.
Sezen.”
Hanım. Radikal Hayat ekinden
arıyorum. Geçen hafta konferansta yaptığınız konuşma hakkında bir röportaj
yapmak istiyorum sizinle. Müsait olduğunuzda bu numaradan bana ulaşın lütfen.
Sezen.”
Bir
haftadır evde olmama sebep olan o rezil konuşma birilerinin hoşuna gitmişti
demek. Şaşırdım. Ben aslında, sokakta bir yerlerde karşılaşma imkanımız çok
düşük olsa da, Ülkü Hoca’dan utandığım için evde saklanırken, Sezen o konuşma
sebebiyle benim peşimdeydi. Hem de büyük ihtimalle övgü ile söz edecekti çöpe
atılası laflarımdan. “Sezen, o konuşmayı bir şişe kırmızı şaraptan sonra yazdım
ben” desem bile önemsemeyecekti belli ki.
haftadır evde olmama sebep olan o rezil konuşma birilerinin hoşuna gitmişti
demek. Şaşırdım. Ben aslında, sokakta bir yerlerde karşılaşma imkanımız çok
düşük olsa da, Ülkü Hoca’dan utandığım için evde saklanırken, Sezen o konuşma
sebebiyle benim peşimdeydi. Hem de büyük ihtimalle övgü ile söz edecekti çöpe
atılası laflarımdan. “Sezen, o konuşmayı bir şişe kırmızı şaraptan sonra yazdım
ben” desem bile önemsemeyecekti belli ki.
Kararımı
verdim. Sezen’e mesaj attım. Moda Teras’ta buluştuk. Belki yaşıtım belki bir
iki yaş büyüğüm bir kadındı Sezen. Spor ayakkabıları ve kotu ile lakayt bir
görünümü vardı. Oturup konuştuk. Nesiller arası geçişi ne kadar da iyi
betimlediğimden bahsediyordu. Ona o gün orada almak istediğini verdim. Kendimden
başka biriymiş gibi bahsettim. Kendime ilahi bir takım özellikler ekledim.
Havalandıkça havalandım. O hafta sonu Radikal Gazetesi’nin ekinde siyah beyaz
bir fotoğrafımla birlikte Sezen’in işi yayınlandı. Fotoğrafta ağzımdan duman
çıkanken trip bir haldeydim. Tam da istedikleri gibi.
verdim. Sezen’e mesaj attım. Moda Teras’ta buluştuk. Belki yaşıtım belki bir
iki yaş büyüğüm bir kadındı Sezen. Spor ayakkabıları ve kotu ile lakayt bir
görünümü vardı. Oturup konuştuk. Nesiller arası geçişi ne kadar da iyi
betimlediğimden bahsediyordu. Ona o gün orada almak istediğini verdim. Kendimden
başka biriymiş gibi bahsettim. Kendime ilahi bir takım özellikler ekledim.
Havalandıkça havalandım. O hafta sonu Radikal Gazetesi’nin ekinde siyah beyaz
bir fotoğrafımla birlikte Sezen’in işi yayınlandı. Fotoğrafta ağzımdan duman
çıkanken trip bir haldeydim. Tam da istedikleri gibi.
Bir
iki hafta içinde işler gelişti. Bir internet radyosuna konuk oldum. Bir blog fenomeni ile röportaj yaptım. Sonra
bir trend dergisinde “nesiller arası geçiş” başlığı ile lanse edildim. Twitter
hesabımın takipçileri arttı, sosyal paylaşım sitelerinde hiç tanımadığım
insanlardan mesajlar almaya başladım.
iki hafta içinde işler gelişti. Bir internet radyosuna konuk oldum. Bir blog fenomeni ile röportaj yaptım. Sonra
bir trend dergisinde “nesiller arası geçiş” başlığı ile lanse edildim. Twitter
hesabımın takipçileri arttı, sosyal paylaşım sitelerinde hiç tanımadığım
insanlardan mesajlar almaya başladım.
Daha
evvelden dosyamı yolladığım ama bir cevap dahi vermeyen yayınevi aradı sonra.
Basacaklarmış kitabımı. “Melis, her şey hazır” dediler. Elimde olmadan
sevindim. Bilinç akışı olarak adlandırılan ruhsal çözümlemelere adanmış roman
desen değil, öykü desen değil denemelerim bu şekilde kitap oldu.
evvelden dosyamı yolladığım ama bir cevap dahi vermeyen yayınevi aradı sonra.
Basacaklarmış kitabımı. “Melis, her şey hazır” dediler. Elimde olmadan
sevindim. Bilinç akışı olarak adlandırılan ruhsal çözümlemelere adanmış roman
desen değil, öykü desen değil denemelerim bu şekilde kitap oldu.
Şu
an yaşım otuz. İlk sayfasında “Ülkü Hoca’ya” yazan basılmış bir kitabım ve her
ay ziyaret etmeye çalıştığım bir mezar taşım var. Ülkü Hoca öldü. Mezar taşında
ilk gençliğimden beri motto edindiğim o fevkalade özlü sözüm yazıyor. Mantıklı
bulurdu o da bu sözümü. Meğer vasiyet edinmiş. Bu onun bana son armağanı; “Her
şey kafada büyür.”
an yaşım otuz. İlk sayfasında “Ülkü Hoca’ya” yazan basılmış bir kitabım ve her
ay ziyaret etmeye çalıştığım bir mezar taşım var. Ülkü Hoca öldü. Mezar taşında
ilk gençliğimden beri motto edindiğim o fevkalade özlü sözüm yazıyor. Mantıklı
bulurdu o da bu sözümü. Meğer vasiyet edinmiş. Bu onun bana son armağanı; “Her
şey kafada büyür.”