Günümüzün sorunlarını XIX. yüzyılda işleyen Henrik Ibsen, bu yönüyle hem büyük bir hayranlığa, hem de umutsuzluğa neden oluyor. Cinsiyet eşitliğinin, aile içi fiziksel ve psikolojik şiddetin, gerçeğin üstünü örtmeye çalışan çıkarcılığın gündemde hiç olmadığı kadar yer tuttuğu bugünlerde, Ibsen’i yeniden okumak ve anlamak gerekiyor. Bu makalenin birinci bölümünde, Ibsen’in çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadıklarının eserlerindeki yansımalarını inceleyeceğiz. XIX. yüzyıl felsefe, bilim ve sanatı ile bu yüzyılda yaşanan gelişmelerin bu yansımalardaki rolü, bölümün bir diğer zeminini oluşturacak. Makalenin ikinci bölümündeyse Ibsen’in eserlerinde ortaya koyduğu birey modellerini ve bu modellere duyulan tepkileri ele alacağız.
Öncelikle Ibsen’i daha yakından tanıyarak başlamanın doğru olacağını düşünüyorum. Bugün toplumsal ve sanatsal anlamda birçok konunun öncüsü olarak gördüğümüz yazar, kalemi eline alırken böyle bir ideali gerçekleştirmek istiyor muydu? Yoksa sadece doğru bildiğini yaparak, düşüncelerini yansıtarak mı bu payeleri aldı? Peki, eserleri yazıldığı dönemde de bugünkü kadar değer görmüş müydü? Tüm bu soruların cevaplarını Ibsen’in yaşam öyküsünde bulabiliriz.
Bir yazarı anlayabilmenin yolunu yaşam öyküsünde aramak, kökleri XVII. yüzyıla dayanan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım kendi döneminde öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, yapıtı yazarından bağımsız bir biçimde ele almanın neredeyse olanaksız olduğu dahi düşünülmüştür. Abartıldığı takdirde yarardan çok zarar getiren bu yöntemi Ibsen üzerinde uygulamak, yazarın yapıtlarını anlamakta azımsanamayacak bir fayda sağlar, çünkü Ibsen yaşam deneyimlerini eserlerine aktarmış, otobiyografik bir yazardır.
Çocukluk çağı travmalarının bireyin yaşamında yön verici olduğu psikiyatri biliminin kesin diyebileceğimiz bulguları arasındadır. Bu bulguyu sanatçılar ve yapıtları üzerinden ele almaksa araştırmacıların ve eleştirmenlerin vazgeçemediği yöntemlerden biridir. Biz de bu yöntemi Ibsen üzerinden ele alacağız. Aile içi şiddet, gayrimeşru sayılan çocuklar ve eşlerini kaybeden kadınlar gibi Ibsen oyunlarının en belirgin tema ve kişileri, yazarın yaşamında da önemli bir yer tutmuşlardır.
Altı çocuklu bir ailenin en büyük çocuğu olarak 1828 yılında dünyaya gelen Ibsen, aile konusunda şanslı bir adam değildir. Annesi Marichen Ibsen’in ailesinden kalan servet, babası Knud Ibsen’in hataları yüzünden kısa bir süre içinde ellerinden kayıp gider. Bu sarsıntı aile içi ilişkilerdeki çatlamaları da beraberinde getirir. Ibsen’in bu yıllarda baba şiddetine maruz kaldığı birçok incelemeci tarafından belirtilmiştir. Bu durum, yazarın annesine daha yakın bir konumda olmasına yol açmıştır.
Ailede baskı gören tek kişi Ibsen değildir. Yazarın annesi de bu şiddetten nasibini alır ve bunun sonucunda da büyük bir depresyonun içine saplanır. Ölüm tehditlerine kadar giden bu süreç, anneyi çocuklarına, dine ve Ibsen’in de uzun yıllar boyunca ilgileneceği resme yöneltir. İçine kapanık bir çocuk olan Ibsen’in bu yıllarda annesinden sonraki en yakını, daha sonra Yaban Ördeği (1884) oyununda bir oyun kişisi olarak karşımıza çıkacak olan, kendisinden dört yaş küçük kız kardeşi Hedvig’tir.
Annesinin depresyonu giderek yoğunlaşmış, Marichen Ibsen insanlardan kaçan, fark edilmemek için kendini gizleyen birisi olmuştur. On altı yaşında evinden ayrılıp ailesiyle arasına mesafe koyan Ibsen, ailesini de kız kardeşinin ısrarlarıyla bu yıl yaptığı ziyarette son kez görür. Araya giren uzun yıllar Ibsen’in annesinin ölümünü haber veren mektubu dört aylık bir sessizlikten sonra yanıtlayabilmesine neden olacak denli onları birbirlerinden uzaklaştırır.
Ibsen’in hayatındaki önemli dönüm noktaları bu yıllarda oluşmaya başlar. Yazar aynı yıllarda toplumun ahlak ve aile anlayışındaki çürümüşlüklerle de karşılaşacaktır. Evden ayrıldıktan sonra bir eczanede çıraklık yapmaya başlayan Ibsen, yirmi yaşındayken gayrimeşru sayılan bir birliktelik sonucunda baba olur ve toplumla belki de ilk büyük uzlaşmazlığını yaşar. Çalıştığı eczanenin sahibi Reimann’ların hizmetçisi Else Sophie Birkedalen, Henriksen soyadını vereceği çocuğunu doğurmak için yaşadığı şehirden ayrılır ve geri dönmez, Ibsen ile de bir daha karşılaşmazlar. Bu dönemde maddi sıkıntılar yaşayan Ibsen, buna rağmen on dört yıl boyunca oğluna düzenli olarak para gönderir.
Ibsen’in özetleyerek anlattığımız bu yirmi yılı, yapıtlarının omurgasını oluşturmuştur diyebiliriz. Bu süreçte yaşadığı duygular, hayatında olan ya da sonradan dahil olan insanlar, yazarın oyunlarında farklı isimlerle ve farklı olayların içinde karşımıza çıkar. Değişmeyen şey ise bu olay ve kişilerin Ibsen’de oluşturduğu duygusal atmosferin oyunlarındaki yansımasıdır; soğuk bir gerçekçilik, tedirgin edici bir ortam ve geçmişlerinde karanlık noktalar barındıran karakterler…
Ibsen’in bu yıllarının yansımalarını en net biçimde görebileceğimiz oyunlarının başında Peer Gynt (1867) gelmektedir. Oyunun ana karakteri Peer, Ibsen ile özdeşleştirilmiştir. Peer’in annesi Aase ile Ibsen’in annesi Marichen Ibsen arasında da özdeşlik kurulmuştur. Aase, bir repliğinde kocasının savurganlığından ve ellerinden yitip giden varlıklarından bahseder. Bu repliklerde Marichen Ibsen’in babasından kalan servetin, Knud Ibsen tarafından çarçur edilişinin bir özetini görebiliriz.
Ibsen’in gayrimeşru çocuğu Henriksen de Peer Gynt oyununda karşımıza çıkar. “Peer değer verdiği tek kadın olan Solveig’le evlenmek üzereyken ortaya çıkan cinler kralının kızından olan gayrimeşru oğlu bir gölge gibi mutluluğunun üzerine çöker.” “Kendi kara sırrı” olarak tanımladığı Henriksen’in hayaleti Ibsen’in vicdanında olduğu gibi oyunlarında da karanlık bir gölge gibi dolaşır. Ibsen oyunlarındaki toplumdan saklanmış gayrimeşru çocukların kaynağında, yazarın bu deneyiminin olduğu incelemeciler tarafından dile getirilmiştir. Hortlaklar (1881) oyunundaki Regina, Yaban Ördeği’ndeki Hedwig, Rosmersholm’daki (1886) Rebecca karakterleri de şüpheli doğumlarıyla yazarın hayatındaki bu deneyime işaret ederler.
Anne karnındayken ya da doğduktan sonra ölen çocuklar da incelemeciler tarafından Ibsen’in yaşamındaki bu ayrıntıyla açıklanmıştır. Hedda Gabler (1890) oyununda Hedda kendini vurduğunda ölen doğmamış çocuğu, Hortlaklar oyununda frengiye yakalanıp son nefesini veren Oswald, Denizden Gelen Kadın (1888) oyununda Wangels’in oğlu ve Yapı Ustası Solness (1892) oyununda ikizlerini kaybeden Solness’ler de çocuk ve ölüm bağlantısında önemlidir. Bu durum Ibsen’in kendi gayrimeşru çocuğundan kurtulma çabası olarak da yorumlanmıştır. Görüldüğü gibi Ibsen’in neredeyse tüm oyunlarında otobiyografik öğeler bulmak olasıdır.
Peki, Ibsen ve dönemin diğer birçok yazarının kendi hayat hikâyelerinden beslenmelerinin nedeni nedir? Bu sorunun cevabını araştırdığımızda karşımıza Fransız sosyalizminin kurucusu Claude Henri de Saint Simon ile “sosyolojinin babası” Auguste Comte’un oluşturduğu, XIX. yüzyıla damgasını vuran pozitivist (olgucu) düşünce çıkar. “Genel olarak, modern bilimi temele alan, ona uygun düşen ve bâtıl inançları, metafizik ve dini, insanlığın ilerlemesini engelleyen bilim öncesi düşünce tarzları ya da formları olarak gören dünya görüşü,” olarak tanımlanan bu felsefi akım, XIX. yüzyıl bilim ve felsefesini olduğu kadar, sanatını da derinden etkilemiştir.
Bu felsefi akım ile birlikte önem kazanan deney düşüncesi ve deney yoluyla sağlanan gerçeklik motifi dönemin oyunlarında sıklıkla karşımıza çıkar. Baba (1887) oyunuyla August Strindberg de bu konuda örnek olarak gösterilebilir. “Deney düşüncesi, yazarların kendi deneyimlerini yapıtlarına yansıtmalarına neden olmuştur. Bu otobiyografik yazarlar, çevrelerindeki ve kendi özel yaşamlarındaki olayları, birer sorun olarak yapıtlarına aktarmışlardır.” Ibsen’in eserlerinde hem çocukluk ve ilk gençlik yıllarının, hem de sonraki yıllarda yaşadıklarının, hayatına giren insanların izlerini görmemizin sebebi olarak XIX. yüzyılda güçlenen bu anlayışı gösterebiliriz.
Pozitivist düşünce, deney konusuna yöneliş ve bilimselliğe karşı artan merak, kalıtım konusunu da bu yıllarda gündeme getirmiştir. Genel olarak ebeveynlerden gelme özelliklerin bireylerdeki yansıması temelinde ele alınan bu mesele, Ibsen ile birlikte boyutlanmış, fikirsel bir anlam kazanmıştır. Aynı yüzyılda eserlerini vermeye başlayan Charles Darwin’in bilim dünyasına getirdiği yeni buluşlar ve ortaya çıkan “soyaçekim” kavramı da kalıtım meselesinin üzerine gidilmesini sağlamıştır.
Bu meselenin bilimsel temelde ele alınan en net örneğini Strindberg’in Baba oyununda görebiliriz. Bu oyundaki Yüzbaşı karakterinin hem soydan gelen bir hastalığı vardır, hem de oyunun temel çatışması Yüzbaşı’nın çocuğunun kendisinden olup olmaması üzerine kurulmuştur. Ibsen ise kalıtım (soyaçekim) meselesini daha felsefi bir düzlemde ele almıştır. Hortlaklar oyununda “… Oswald’ın kalıtımsal hastalığı ile eski geleneklerin, bağnaz düşüncelerin kalıtımsal bir hastalık olarak yeni kuşaklara aşılanmak istediği arasında bir paralel çekilmiştir.”
Deneyin önemi de, doğalcı yazarların hemen bütün yapıtlarında mantıklı yerini alır. Baba’da, Yüzbaşı, deneyler ve bilimsel araştırmalar yapan ileri görüşlü biridir. Yapı Ustası Solness’te kahraman hep yeni binalar, kuleler yapmak isteyen bir mimardır. Hortlaklar’da Bayan Alving, eğitim görmüş, aydın bir kadındır. John Gabriel Borkmann’da, Ibsen’in kahramanı yine eğitimli, ileri görüşlü bir kişidir. Evlilik kurumu, bu pozitivist çağın yazarları tarafından tartışmaya konulmuştur. Yetersiz evlenmeler ve bunların nedenleri güncel temalardan biridir. Nora, Baba, Yapı Ustası Solness ve benzeri birçok oyunda bu konu tartışılır.
Henrik Ibsen’in yapıtları nasıl yaşam öyküsünden bağımsız olarak değerlendirilemezse, yaşadığı dönemden bağımsız olarak da değerlendirilemez. XIX. yüzyıl, insanlığın en verimli dönemlerinden biridir diyebiliriz. Sanattan bilime, felsefeden psikolojiye, sanayiden adalet sistemine kadar birçok alanda önemli dönüm noktaları bu yüzyılda oluşmuştur.
Bu önemli dönüm noktaları arasında İngiltere’nin büyük kentlerinde polis teşkilatının kurulması (1829), Prenses Victoria’nın İngiltere kraliçesi olarak tahta çıkması (1837), İsveç halkının daha liberal kanunlar için gösteriler düzenlemesi, Karl Marx ve Friedrich Engels’in Komünist Manifesto’yu oluşturmaya başlaması ve İskandinavya ile İngiltere’de kadınların oy hakları için parklarda toplanması vardır. Edebiyatta Puşkin, Gogol, Charles Dickens, Dostoyevski, Victor Hugo, Nietzsche, Emile Zola ve Anton Çehov gibi önemli isimler eser vermeye devam ederken; Frederic Chopin, Guiseppe Verdi ve Richard Wagner de beste yapmaya devam etmekteydi. Edouart Manet, Edgar Degas, Edvard Munch, Claude Monet, Auguste Renoir, Vincent Van Gogh tabloları yükselirken; buhar balonları, lokomotifler, buharlı gemiler hayata dahil oluyor; Mendel kalıtımın kodlarını çözerek genetik biliminin, Freud Rüyaların Yorumu’yla psikanalizin, Pierre ve Marie Curie Polonyum ve Radyum’u bularak radyoaktivitenin kurucuları oluyor, Einstein İzafiyet Teorisi ile dikkatleri üzerine çekiyordu. Aynı yıllarda telefon evlere girmeye başlıyor, Mors alfabesiyle mesajlar iletiliyordu.
Tüm bu dönemsel gelişmeler Ibsen’in ve dönemin diğer yazarlarının eserlerinde bilimsel olana karşı bir eğilimin ortaya çıkmasını ve otobiyografik parçaların yer almasını sağlamıştır. Ibsen gibi hayatının neredeyse her dönemi kalabalık ve hareketli geçmiş bir yazarın metinlerinin de bu açıdan “hareketli” bir ilişkiler ağı ve karanlık bir geçmişe sahip olması garipsenmemelidir. Bu “karışık” yaşam öyküsü, Ibsen’in elinde verimli bir malzemeye dönüşmüştür.
Ibsen ile XIX. yüzyıl arasındaki ilişki, Shakespeare ile Renaissance arasındaki ilişki gibidir. Bugün “modern tragedyanın babası” olarak anılan Ibsen, yaşadığı dönemde derin tartışmaların içine sürüklenmiştir. Tolstoy için Ibsen, edebiyat alanındaki kötü sanatçılar arasındadır ve sahte sanat eserleri yaratmıştır. Tolstoy’un uzayıp giden kötü sanatçılar listesinde Aiskhylos’tan Michelangelo’ya, Shakespeare’den Beethoven’a kadar birçok isim vardır… Bu liste üzerinden değerlendirme yapmak sanat tarihinin köşe taşlarını birer ikişer devirmeyi gerektireceğinden daha az sivri birkaç örnek vermek doğru olacaktır.
Danimarkalı kuramcı Georg Brandes için Ibsen, “ne olduğu anlaşılamayan bir yazar”dır. Brandes bu görüşünü, yazarın Brand (1866) adlı eserini kastederek ve Ibsen’in bilmediği bir ideal için ihtilal çağrısı yaptığını ileri sürerek temellendirmiştir. Ibsen, yaşamı boyunca belirli sıfatların üzerine yapıştığına şahit olmuştur; “anarşist”, “ütopist” ve “reformist” bunlardan bazılarıdır. Cinsiyet eşitsizliğini hedefe oturttuğu oyunları, Ibsen’e “feminist” tanımının da uygun görülmesine yol açmıştır.
Tüm bu sıfat zincirlemesinin yanında, Ibsen’in 1898 yılında yapılan Norveç Kadın Hakları Birliği’nin toplantısındaki konuşması, adeta bir cevap niteliği taşımaktadır. Bu konuşma, yazara bugün yakıştırılan sıfatlar için de bir cevap niteliğindedir. Kadınlar Birliği’nin bir üyesi olmadığını belirterek sözlerine başlayan Ibsen, hiçbir zaman propaganda yapmayı amaçlamadığını belirterek devam etmiştir. Kendisini bir şair olarak tanımlayan yazar, kadın hakları gibi eserlerinde değindiği tüm konuları “insanlık problemleri” olarak adlandırmıştır. Buradan anlıyoruz ki, Ibsen için kadın hakları, işçi hakları gibi kavramlardan önce gelen bir değer vardır; insan hakları. Cinsiyet temelli ayrımcılığın da, sınıfsal kökene dayalı ayrımcılığın da hedefinde bu değerler dizisi vardır ve bu süreçte asıl zarar gören de budur. Kendisini sosyalist ya da feministten öte, “hümanist” olarak tanımlayan Ibsen’in bu sözleri, cinsiyet ve sınıfsal temelli ayrımcılıkla mücadele eden günümüz oluşumları için de yol gösterici bir nitelik taşımakta, mücadeleyi evrenselleştirmenin yöntemini anlatmaktadır.
Ibsen’in günümüze söyleyecekleri bunlarla sınırlı değildir. Makalemizin girişinde belirttiğimiz gibi, Ibsen XIX. yüzyıldan bugüne seslenmiş bir yazardır ve adeta yirmi birinci yüzyılın sorunlarını 1800’lü yıllarda kaleme almıştır. Ibsen’in oyunlarının ana karakterleri, tüm özellikleriyle ve mücadeleleriyle bugünün dünyasının karakterleridir. Ibsen oyunlarındaki birçok sahne, bugünün şehirlerinde, sokaklarında, evlerinde de yaşanmaktadır.
Ibsen, toplum eleştirisini kendi hayatında toplumla karşı karşıya geldiği deneyimlerini de göz önünde bulundurarak bireyler üzerinden ele almış ve ortaya kalıp yargıları kırmış, farklı birey modelleri çıkarmıştır. Tanrı’nın yaşlı ve parmaklarının arasından bakan biri olarak değil; aksine, genç ve kahraman bir kurtarıcı olarak çizilmesini savunan Brand (Brand); babasının yok ettiği yaşamı yeniden kurmak isteyen, ancak bunun için tek sermayesi palavraları ve hayalleri olan Peer Gynt (Peer Gynt); babası ve kocası tarafından bir birey olarak görülmeyen ve bundan kurtulmak için her şeyi gerisinde bırakıp evini terk eden Nora (Bir Bebek Evi – 1879); çağının tüm ahlaki ikiyüzlülüğünü sergileyen Hortlaklar oyunundaki karakterler; doğru olanı yapmak için amansız bir mücadeleye girişen Dr. Stockmann (Bir Halk Düşmanı – 1882); “doğruluk hastalığı”na yakalanan Gregers (Yaban Ördeği); toplumun tutucu ahlak düzeni içinde erkeğe de kadına da yer olmadığını gösteren Rebecca West (Rosmersholm); mutlu bir evliliğin nasıl olacağını gösteren Ellida ve Dr. Wangel (Denizden Gelen Kadın); “doğuştan kötü” olan ve seyirci ile okuyucuyu kendisine karşı harekete geçmeye zorlayan Hedda Gabler (Hedda Gabler); başarısı karısının harcanmış mutluluğu üzerine kurulu olan Solness (Yapı Ustası Solness); yüksek dağlara çıkarmaya layık olduğunu düşündüğü insanla zirveye tırmanırken çığın altında kalıp ölen Rubek (Biz Ölüler Uyanınca – 1889) bu karakterlerdendir…
Görüldüğü gibi Ibsen’in oyun kişileri, çağının çürümüşlüğünü parmakla gösteren ya da bu çürümüşlüğü üzerlerinde bir kıyafet gibi taşıyarak herkesin gözüne sokan kişilerdir. Bu durum, yazarın eserlerinin yayınlandığı dönemde çok sert eleştiriler almasına yol açmıştır. Birey kavramı, bugün bile birçok toplumda çözülemeyen bir sorunsal haline dönüşmüşken, Ibsen’in XIX. yüzyılda bireyi işlemesinin bu tepkileri getirmesi bir ölçüde kaçınılmazdır.
Bir Bebek Evi’nin gördüğü tepkiler sonucunda adeta bir intikam projesi olarak yazılan Hortlaklar, Bir Bebek Evi ile sendeleyen kesimleri ikinci bir sarsıntı olarak vurmuştur. İkiyüzlülüğü gizlemek için bir maske gibi kullanılan “uzlaşma” kavramından uzak olmakla suçlanan Nora’nın ardından, bu suçlamayı yöneltenlerin bilinçaltlarını, kapalı kapılarının ardında olup bitenleri ortaya seren Hortlaklar, “açık bir lağım”, “bandajlanmamış iğrenç bir yara”, “toplumun gözü önünde sergilenen pis bir eylem”, “bütün pencereleri ve kapıları açık bir cüzamlı evi” vb. sözlerle lanetlenmiştir.
Aynı yıllarda Ibsen için söylenenler de aynı sertliktedir. Daily Telegraph, yazarı “egoist ve beceriksiz” olarak tanımlarken; Truth “çılgın bir fanatik, tuhaf bir insan, sadece sürekli olarak pis değil, aynı zamanda acınacak halde sıkıcı” olarak tanımlar. Gentlewomen, yazarı “kasvetli bir tür hortlak, gece el yordamıyla korkular arayan, buruşmuş gözlerinde güneş ışığı canlı dans ettiğinde aptal bir baykuş gibi göz kırpan birisi” olarak tanımlarken, Saturday Review Ibsen için “Zührevi Hastalıklar Hastanesinin estetik öğretmeni” yorumunu yapar.
Ibsen’in Hortlaklar’dan sonra en çok olumsuz eleştiri alan oyunu Hedda Gabler’e, Hedda karakteri üzerinden yöneltilen eleştiriler de bir hayli serttir. Morgenbladet gazetesi edebiyat eleştirmeni, Hedda’yı, “yazarı tarafından kadın formatında yaratılan ve gerçek dünyada karşılığı olmayan bir yaratık” olarak tanımlar.
Kötü ve bağnaz çevrenin bireyi yok ettiğini savunan Ibsen, aynı çevre tarafından düşman olarak görülmüştür. Çoğunlukçu ideolojiler genellikle, soyut bir kavram haline gelen toplumun tarafını tuttuklarını belirtirler. Özellikle doğu toplumlarında sorunsallaşmış olarak gördüğümüz birey kavramı, aslında tüm toplumlarda “tehlikeli” görülen bir noktadadır. Çoğunluğun çıkarlarıyla çelişmeye başlayan her bireysel çıkış, düşmanca muamele görmekten kurtulamaz. Ibsen’in başına gelen de budur. Küçük yaşlardan itibaren içinde yaşadığı toplumun ikiyüzlü ahlak ve aile anlayışıyla karşı karşıya gelmek zorunda kalan Ibsen bu anlayışı sorgulayan eserler vermiş, bu da yazarın “bir halk düşmanı” olarak görülmesine yol açmıştır.
Yaşadığı dönemin gençliği tarafından saygı gören bir yazar olan Ibsen, tıpkı Dr. Stockmann gibi kendisine güvenen küçük bir topluluğu arkasına alarak yanlış olarak tanımladığı her şeyle mücadele etmiştir. Bunu yaptığı için onu bir idealist, aydın ya da kahraman olarak tanımlamak, Ibsen’in anlatmak istediği asıl şeyi gözden kaçırmak olabilir. Ibsen, sadece “insanlık problemleri”ni anlatmış bir yazardır. Bunu da insan olmanın gereğini yerine getirerek, dürüst ve adil davranarak gerçekleştirmiştir. Bize düşense, insanlıkla yaşıt görünen insanlık problemlerinin üzerine daha sağlam adımlarla gitmektir.
KAYNAKÇA
- AKPINAR, Bahar, Ibsen’in Sıradışı Kadınları, April Yayıncılık, İstanbul, 2015.
- CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999.
- IBSEN, Henrik, Peer Gynt, Çevirmen: Seniha Bedri Göknil, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1956.
- MORAN, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.
- NUTKU, Özdemir, Dram Sanatı, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001.
- NUTKU, Dünya Tiyatrosu Tarihi 1, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2011.
- ŞENKAL, İpek – IŞIKLI, Sedat, “Çocukluk Çağı Travmalarının ve Bağlanma Biçiminin Depresyon Belirtileri ile İlişkisi: Aleksitiminin Aracı Rolü”, Türk Psikiyatri Dergisi, 2015, S: 4.
- YÜCEL, Tahsin, Eleştiri Kuramları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012.
1995, İzmir. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı mezunu. Öykü, deneme, makale, tiyatro oyunu alanlarında kalem oynatıyor. Radyo programı yapımcılığı ve metin yazarlığı yapıyor.