Sel Yayıncılık’tan çıkan “Lilith” ve Babaannemin Usturası” romanlarının yazarı Esra Pekin ile, Gezginci Erdem tarafından gerçekleştirilen röportaj.
Son dönem yerli yazarlar arasında, ne çok fazla geri planda kalmış ne de itici olacak derecede popüler hale gelmiş isimlerden biri Esra Pekin. Yazdığı konuları sığlığa düşmeden, ayrı ayrı “insan, kadın, yazar” duruşlarının olgun, yontulmuş tavrını göstererek çok daha incelikli ve nitelikli şekilde kaleme alan, konuları ve dili kendine özgü bir yazar.
Sel Yayıncılık etiketiyle 2012’nin Mart ayında basılan Lilith ile tanındıktan kısa bir süre sonra “Babaannemin Usturası” ile 2013 sonunda yeniden okuyucuyla buluşan Esra Pekin, bu iki kitap birlikte ele alındığında bir yazar olarak kendi özgün alanını oluşturduğunu rahatlıkla gösterebiliyor.
Gezginci Erdem tarafından daha önce “Yaralarımızdan Damlayan Roman, Kan” başlığıyla incelemesi yapılan “Babaannemin Usturası” konulu yazının ardından, kitabın yazarıyla da söyleşi yapmak istedik. Esra Pekin de tevazusu ve inceliği ile bizi kabul etti. Kendisine tekrar teşekkürlerimizi sunarız.
Uzatmadan, Gezginci Erdem tarafından gerçekleştirilen röportaja geçebiliriz. (Koray Sarıdoğan)
**
“Kaygı ancak yazarak yerini hazza bırakıyor.”
İlk romanınız olan ve çokça sevilen Lilith’ten sonra nasıl bir kitap geleceği merak ediliyordu. Adettendir, diye son romanınız Babaannemin Usturası için gelen tepkilerin nasıl olduğunu sorarak başlamak isteriz.
Lilith’ten sonraki romanı, yadsıyamadığım bir kaygıyla ben de merak ediyordum. Bu merak öyle bir raddeye ulaşmıştı ki bir dönem ki sanırım pek çok yazar benzer endişeye kapılmıştır, okuyucuya ve kendime karşı hissettiğim sorumluluktan ötürü bir tür korkuya dönüşmüştü. Bu kaygı, bir yandan yazma edimini besleyen güçlü bir damar diğer yandan metnin yazarını kurmaca metnin keyfî, haz veren tabiatından uzaklaştıran geçici bir liman. Oradan hızla uzaklaşmanın yolu da yazmaya devam etmekle mümkün. En azından benim yaptığım buydu. Metin bir süre sonra zihnin hülyalı okyanusunda kendi evrenini inşa etmeye başlıyor. Düşünceler yazıya eninde sonunda, yazmaya devam edildiği müddetçe dönüşüyor. Kaygı ancak yazarak
yerini hazza bırakıyor. Çünkü kurmacanın temelinde okuyucunun ve yazarın aldığı haz yer alıyor. İşte o aşamaya varıldığında; maşukuna kavuşmuş aşık gibi bir haz dalgasının üzerinde savrulmaya başlıyor yazar. Herhalde yazarı yazmaya iten bu çok katmanlı sürecin asıl nedeni de bu.
Babaannemin Usturası genelde ikinci tekil şahısta yazıldı. Az evvel bahsettiğim haz mertebesine beni tez elden kavuşturan, kendi yazma serüvenimi benim bile tahmin edemeyeceğim kadar zevkli hale sokan iyi bir tercihti bu. Bunu yazarken ve sonrasında aldığım yorumlardan da gördüm. İkinci tekil şahıs anlatımı roman boyunca sürdürmenin güç olduğu bilinir. Beni yazmaya iten güç kendimle yaşam arasında çoğunlukla kuramadığım samimi bağ ve o eksikliğin tezahürü acı olsa da yazmak öyle sağaltıcı bir kaynak ki yazı kendini doğurdukça beni de doğuruyor ve bu heyecan verici doğuş kendi karakterlerini, hikayelerini ve anlatı yöntemlerini kendileriyle beraber dünyaya getiriyor. İkinci tekil şahıs anlatım da bu doğumun sürprizlerinden biriydi. Ve beni yarı yolda bırakmadı. Babaannemin Usturası’nı yazmadan önceki süreçte yaşadığım kaygıyı en nihayetinde huzura ve hazza bıraktı. Aldığım yorumlar da özellikle bu anlatı şeklinin metni güçlendirdiği yönünde.
“Babaannemin Usturası”nda kahramanımız Ayaz can sıkıntısını ve varoluş sorununu kendisini keserek ve kanını akıtarak geçici de olsa tedavi ediyor. Bu sağaltma işlemi Ortaçağ’daki bir tedavi yöntemi çağrıştırıyor, insanın ağrıyan yerinden kan akıtmak gibi… Lilith de mistik ve kadim hikayelere dayanıyor; roman yazma sürecinizin başlangıcı bu tür kabulleri ve efsaneleri günümüz insanının varoluşuna katık etmenizle mi başlıyor?
Hayır… Ne Lilith’te ne de Babaannemin Usturası’nda beni yazmaya teşvik eden buydu. İlla ki bir cevap vermem gerekseydi, aklıma ilk gelen cevabı verecek olsaydım cevabım şöyle olurdu; Lilith’e can veren “Islakkarga” kelimesi ve oturduğum semtin kadim sakinleri kargalardı… Ama bu bile belki de çok doğru bir ifade değil.
İnsan olarak; olmuş, bitmiş, tükenmiş yaşantıları geriye dönüp baktığımızda anlamlandırmak için hikayeleştiririz ve bir müellif edasıyla bir başlangıç ve sonuç yaratmaya, yoksa uydurmaya çalışırız ki yaşanan şeyin boşuna olmadığını, zamanın haybeye akmadığını kendimize ispat edebilelim. Ben de bu soruya cevap ararken kendimi aynı anlamlandırma çabası içinde buldum. Halbuki roman yazma sürecinin başlangıcını net bir nedene dayandırmak benim için güç ve hatta olanaksız. Geçmişi, şimdiki zamandan görmeye çalışmak ve tanımlamak her daim değişen, dönüşen insanın yapabileceği bir şey değil. Zaman akarken insan da dönüşüyor çünkü. Dönüştüğümüz insanın, evvel zaman içindeki insanın beslendiği nedenleri bilebilmesi de çok kolay olmasa gerek. Bu nedenle metnin yazıldığı dönem beslendiğim kaynak artık tükendiği için ve yazdığım öğretici değil kurmaca bir metin olduğu için beni ilk yazmaya teşvik eden, ilham kaynağımı ateşleyen şeyin ne olduğunu aslında bilmiyorum.
Babaannemin Usturası’nda Ayaz kendini keserek hissetmeye çalışıyor. Hissetmek Ayaz için olağan zamanlarda yaşayamadığı bir ütopya. O nedenle olağanüstü bir yöntem geliştirerek tuhaf yanını normalleştirebiliyor. İnsan olmanın olağan sonucu olan “sevmek”, gibi bir duygudan yoksun ve bu eksikliğinden muzdarip, öyle değilmiş gibi gözükse de. Bu öteki olma durumu o kadar ağır ve katlanılmaz ki kendi kanını görmeden “insan” olduğuna neredeyse inanmıyor. Çözümü de kendini kesmek, kanatmak. Kendini keserek sağaltmıyor, aksine her kesikte acısı zihninin yüzeyine yaklaşıyor. Çünkü hissetmek, güçlü ve müşfik bir hafızaya ihtiyaç duyar. O da bu hissi zihni bir boyutta yaşayamadığı için fiziksel bir tatmine razı geliyor. Vücudundaki kesikler acısını görünür ve kendisini insan kılıyor.
Bu, dediğiniz Ortaçağ’daki tedavi yöntemini çağrıştırıyor ancak benim dayandığım nokta o değildi. Ben hissizliğinden adeta utanan bir erkeğin hissedebilmek için seçtiği acılı yöntemi sağalttığı değil aksine acıttığı için seçtim. Yaşamı acıyı reddederek, yok sayarak değil de acıya gösterilen soylu tahammülle daha katlanılır bulduğum için belki de romanın kahramanı hissetmek için acı veren bir yol seçmiş olabilir. Onu iyileştiren bambaşka bir şey, Ela’nın ona ansızın uzanan soğuk ama hevesli eli.
İlk romanınızda okuyanların gözünden kaçsa da “Lilith”ten sonra “Babannemin Usturası”nı dikkatle okuyanlar “babaanne” kavramının sizin üzerinizdeki etkilerini düşünmeye başlamışlardır. Babaannenizin romanlarınızda etkisi var mı gerçekten yoksa bu kurmaca dünyanızın bir yansıması mı?
Bu sorunuz her zaman olduğu gibi içinde “babaanne” kelimesi geçtiği için beni duygulandırdı. Dolayısıyla babaanne, yarattığım kurmacanın içinde varolan tek hakikat. Kurmaca metinlerde anlatıcı ile yazar birbirine karıştırılır ve okuyucu okuduğu kurmaca anlatının içinde yazardan izler aramaya meraklıdır. Bu belki de okurken geçirdiği zamanı gerçek bir zemine oturtarak alınan hazzı bir tür gerçeklik bilgisiyle zenginleştirme gayretinden ötürü olabilir.
Halbuki kurmaca metnin şifresi, yazarı tarafından bile bilinmez. Bilinseydi birbirini takip eden cümleler, paragraflar ve neticede metnin tümü sezgi değil bilgi kaynağından besleniyor olurdu. Kurmaca metnin bir takım unsurları, örneğin olay örgüsü bilgi temeline dayanabilir lakin onda bile tam bir kesinlikten bahsetmek bana göre mümkün değil. Sezgilerin, hislerin, yaşamın yazarda bıraktığı anlık işaretlerin yazmaya teşvik ettiği yazarın üzerinde durduğu düzlem o kadar kaygandır ki olay örgüsü gibi bir tutkal bile bu müphemiyeti durağanlaştıramaz.
Tekrar soruya dönecek olursam; evet romanlarımdaki tek hakikat babaannem. En azından şimdiye değin yazdıklarımda kurduğum dünyanın içinde var olabilen ve var olmasından hoşnut olduğum tek gerçeklik kendisi. O, romanlarımdaki imzam olmayı istediği sürece yazdığım metinlerde yer almaya devam edecek. Ne de olsa sezgisel bir bağ var kendisiyle ve kurmaca dünyasıyla aramda.
İsyana sürüklemeyen bir yapıt, sanat eseri olabilir mi?
Türkiye’de erkek yazarlara sorulmayan birçok soru var. Bunlardan biri; kadın yazarın, oluşturduğu kadın karakterle ne kadar tanışıklığı var? Okuyucu, kadın yazarda bunu aramaya meyilli nedense. Ahmet Ümit’ten komiser olmaz ama siz fantastik bir melek bile olsanız “Acaba” diye sorulur. “Babannemin Usturası”nda Ela tamamen farklı bir karakter ve bu görece yanlış algıyı kırabilir. Benim sözü buradan açmamın nedeni Ayaz’ın da kadınsı acılar çektiğini hissetmem. Erkeklerin kadınsı kırılganlığına yoğunlaştınız mı yoksa Ayaz bir istisna mı?
Temelinde cinsiyetçiliği barındıran bir anlayışın tezahürü aslında bu yaklaşım. Fallus merkezli dünya görüşünün kaçınılmaz sonucu. “Sana dayatılan toplumsal cinsiyet rolünü benimsemek zorundasın!” der rolleri dağıtan iktidar. İktidardakinin cinsellikle ilişkisi doğruyu tepeden inmeci bir anlayışla dayatma ve kendine tabi olmayanları itaat etmeye zorlama şeklinde. Şekillendiremediğini de toplum dışına itiyor ve bunu da elbette şiddetle sağlıyor. Ya biat edeceksin rolüne ya da görünmez olacaksın.
İktidarın dayattığı ikili cinsiyet toplumu içinde var olmaya çalışan herkesin toplumsal cinsiyet rollerine riayet etmesi beklendiği için de bir kadının belki de yazabilmesinin bile toplumsal cinsiyet rolüne uygun olmadığı düşünülüyor olabilir.
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da bu mevzudan detaylıca bahseder. Yazar bir kadın olmanın güçlük ve hatta imkansızlığını ironik bir dille anlatır. Halbuki yazmanın temelinde hayalcilik ve yaşanılası bulunmayan bir dünyaya katlanmak için seçilen marazi, geçici bir körlük hali yatıyor bana göre. Ve bu da cinsiyetlerden bağımsız sezgisel bir tabana ihtiyaç duyuyor. Kadın yazarların yarattıkları karakterlerin birebir kendileri olup olmadığına duyulan merakın altında neticede cinsiyetçi bakış açısı var. Kaldı ki Queer gibi cinsiyetlerin sabit ve net olmayacağını, sürekli bir değişim, dönüşüm ve geçişkenliğin söz konusu olduğunu, kimlik tanımlamalarını alaşağı eden bir kuramın anlaşılmaya başlandığı bir süreci yaşıyor dünya ve biz hala kadın yazarların tabir-i caizse cinsel yönelimlerini ve hatta mahremiyetlerini merak eden bir zihniyetle savaşmak durumunda kalıyoruz.
Alenen kendine sansür uygulayan, isyankar olmaktan uzak, aksine itaatkar bir yazar-çizer tayfası yaratılmaya çalışılıyor. Bu baskıcı bakış açısı kimisini kendi sansürünü üretmeye yöneltiyor olabilir. Buna yenik düşmemek lazım. İsyana sürüklemeyen bir yapıt, sanat eseri olabilir mi? Öteki soruya gelince; Ayaz’daki kadınsı kırılganlığı değil; tanımlamadan rahat hissetmeyen insan doğasına vurgu yapmak için seçtim, sevme yetisi olmayan ve bundan kurtulmaya çalışan erkek kahramanı. Cinsiyetinin erkek olması mühim değildi. Tanımlamak kesinliğe ve sonuca götüren huzurlu bir yönelim. Ama huzur insanın en son tahlilde aradığı bir sığınak değil.
Uzun vadede insan, huzuru değil daha dinamik bir durumu arar bulur kendini. Aradığı şeyi de çoğunlukla bulduğunda doğası gereği tanımlamaya yönelir ki kendini rahat ve güvende hissetsin. “Sevgi şöyledir, aşk şudur” türünde tanımların bilimsel açıklamaları bile mevcut. Ben tanımlamanın tahakküm eden yanını sevmiyorum, tanımlanan ne olursa olsun. Bundan dolayı da romanda bir kadınla bir erkeği birleştiren ve dönüştüren şeye isim vermeye gerek görmüyorum. Sorguladığım şey; bu dönüşümü iki tarafın da farklı yaşasalar da sonunda buluştukları yerin bir olması ve bunun da hakikatin bire bir kendisi olması. Nereden gelindiği değil, nereye varıldığı mühim.
“İnsanlar içlerine işleyen duyguları yaşamaktan kaçıyorken, gerçekten içlerine sızan metinleri nasıl sevebilirler ki.”
Aşk kitaplarının çok satanlar reyonunda olduğu günlerdeyiz. Ancak sığ ve insanların içine işlemeyen romanlar bunlar. Siz derin, acı verici ve hatta kanlı aşkları kaleme alan bir yazar olarak bu çok satanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Kaleme aldığınız aşk ütopik ve gerçek olan mı? Sokakta yaşanan ve sistemin pompaladığı aşk bu gerçekliğin neresinde?
Aslında sorunuzun içinde cevap gizli. Sistemin pompaladığı aşkı anlatan romanların çok satması pek de şaşırtıcı değil. Çünkü çoğunlukla aynı fikirleri paylaşmanın kolaylığı insanı rahatlatır, aidiyet ihtiyacını giderir ve çoğunluk biat etme, benimseme dürtüsüyle böyle davrandığının bilincinde değildir. Bu nedenle bir takım tanımların içine sıkıştırılmış, kıstırılmış duyguların normal, diğerlerinin anormal addedildiği bir toplumsal yapıda beğenileri tekrardan şekillendirmenin yolu çetrefilli ve engebeli. Kısa sürede çözülecek bir mesele değil.
İnsanlar içlerine işleyen duyguları yaşamaktan kaçıyorken, gerçekten içlerine sızan metinleri nasıl sevebilirler ki. Zamana güvenmek lazım sanırım. Ayrıca şunu da eklemek gerekiyor; tartışılması gereken ve edebi açıdan uygun görmediğim şey, bir kitabın çok satması değil, çok satmak amacıyla, bu yönde planlanarak, “çok satarlık” kalıpları gözetilerek kaleme alınması.
Her gün mutlaka yazmaya zaman ayırıyor musunuz? Bir yazma ritüeliniz var mı mesela? Yoksa “ilham” dedikleri şeyi beklemek mi önceliğiniz?
İlham denilen şey beklemekle gelen bir şey değil. En azından benimkisi beklendiğini bilmeye ihtiyaç duyan cinsten. Roman yazmadığım dönemlerde de her gün düzenli olarak yazmaya özen gösteriyorum. Kaç satır ya da kaç sayfa olduğu mühim değil, yazma edimini besleyen sezgisel damarımı köreltmemek için bunu yapmak zorundayım. Yazmak her ne kadar öncelikle mizacı gereği serkeş bir seyyahla yolculuk etmeye benzese de yol boyunca ihtiyaç duyulan gereksinimler için temkinli ve hazırlıklı olmakta fayda var.
Eğitiminiz siyaset üzerine. Ne zamandan beri yazmakla haşır neşirsiniz ve roman yazıp yayımlama süreci, kararı nasıl gelişti?
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi mezunuyum ve hayatımı kazanmak için sabah gidip, akşam döndüğüm bir işim mevcut. Bundan zaman zaman hoşnutsuz olsam da düşündüğümde yaşamın beni zorlayan taraflarının aynı anda dürttüğünü ve metazori yaptığım pek çok şeyin beni yazmaya teşvik ettiğini fark ediyorum. Belki hayat daha cömert ve şefkatli davransaydı bana, yazmak bir ihtiyaç olmazdı benim için. Aniden zuhur eden değil de zamanla güçlenen ve yerleşen bir ihtiyaç gibi ortaya çıktı yazma sevdası bende.
Mübalağa etmekten hiç hoşlanmayan biri olarak size diğer yazarlar gibi klasik bir cevap vermeyeceğim. Küçük bir çocukken başlayan yazma serüvenleri bana çok inandırıcı gelmiyor ve gelmeyecek. Bir çocuk elbette hayal kurar, okur, oyun oynar ama yazamaz. O nedenle tam bir zamandan bahsedemem ancak yazının türlü dönemeçlerinde dolanmaya başlayalı epey oldu. İlk romanım Lilith ‘i yazmaya karar verdiğim zamanla masanın başına oturup yazdığım zaman arasında en fazla 3 ay var. Ardından beklemek konusunda her daim sınavdan kalan bendeniz için zorlu bir süreç başlıyor. İlk romanlarını bastırma konusunda zorluk çeken pek çok
yazarın yaşadığı sıkıntıları ben de yaşadım. Bu pek de bahsetmekten hoşlanmadığım gölgeli bir dönem.
Sonra Sel Yayıncılık ile karşılaştım ve her şey göz kamaştıran bir aydınlığa kavuştu. Şu an olmam gereken en doğru yerde
bulunuyorum.
“Kimse kendini bilebilecek kadar objektif olamaz.”
Elbette unvanlarla değil metinle ilgileniyoruz, bu yüzden metinlerinizden hareketle, metinlerinizi değerlendirmek için “Yazar Esra Pekin”i bir yana bırakırsak, “romancı” ifadesini mi “edebiyatçı” ifadesini mi daha yakın bulursunuz yazdıklarınıza?
Tanımlarla oldum olası başım dertteydi. Çünkü tanımlamak kısıtlayıcı ve tahakkümperver bir zihniyetin eseri. Özellikle o tanımın öznesi kendini tanımlamaya, isimlendirmeye kalkıştığında durum daha da çekilmez bir hal alıyor. Kimse kendini bilebilecek kadar objektif olamaz çünkü. Egosantrik insan doğası kendini tanımlarken adil davranamaz. Olduğu değil olması gerektiğini düşündüğü mertebeye kendini yerleştirir ve elbette hataya düşer. Dolayısıyla kendimin ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla daha çok ilgileniyorum. Bu bir tür tersine tanımlama gibi görünse de, beni tanımlardan azad ediyor. Ben de yapmayı sevdiğim şeyi yapmaya devam ediyorum.
Esra Pekin eserlerini kimler, neler en çok beslemiştir?
Yazmak tek başına akıl yoluyla yapılan bir şey olsaydı bu soruya net bir cevap verebilirdim. Aksine yazmak, temelinde sezgiyi barındıran, her dönemecinde sürprizlere gebe, nev-i şahsına münhasır bir patikada yol almaya benziyor. Bu nedenle nelerden, kimlerden etkilendiğimi bilmem olanaksız. Yazma edimine beni sürükleyen nedenleri belki de madde madde açıklayabilecek kadar bilge olsaydım, yazmama lüzum kalmazdı.
Yazmak aksine, çözemediğim çok bilinmeyenli yaşam denklemini çözemeyeceğimi anladığım aşamada tutunduğum bir anahtar ki bu anahtar umut barındırmıyor. Aksine yarının bugünden farklı olmayacağını, yaşamın mana ile manasızlık arasında bir yerde salındığını ve bu kayıtsız salınıma değer biçmenin gereksizliğini kabul ettiğim aşamada elime bırakılan bu anahtar, tahammül gösteremediğim şeylerle aramdaki kilidin, kilitli kalmasına yarıyor. Yaşamla aramdaki bariyer bir tür…
Bunun yanı sıra kendimi “yazar okuyan bir bibliyofil” olarak tanımlayabilirim sanırım. Her ne kadar tanımlamalara karşı olsam da bu tanım niceliksel verilere dayanıyor. Çünkü iyi bir okur olmadan yazamazsınız. Elbette rastgele bir okumadan bahsetmiyorum. Yeri gelmişken bir kaç yazar ismi de vermek isterim. Dino Buzzati, Lawrence Durrell, Marguerite Yourcenar, Romain Gary, Joseph Conrad ismini anmadan geçemeyeceğim büyük yazarlar.
Esra Pekin ne derece sosyal veya asosyal bir yazar? Bunun metinlerine etkisi nasıl? Sosyal medyadaki hengamenin gerek sizin yazarlığınız ve gerek bütün olarak edebiyat üzerine etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sanırım tabiatım sosyallikten uzak. Sosyal olmanın zamanı kısıtlayan ve daraltan bir yanı var. Benimse zamanla ilgili ciddi sıkıntılarım var. Yazmak için zamana ihtiyacım var ve hayatımı kazanmak için yaptığım iş zaten zamanımın çoğunu kaplıyor. Bu da beni zoraki bir sosyalleşme sürecinin içine zaten itiyor. Bundan kaçabilmenin yolu da olabildiğince arta kalan vaktimi yalnız ve yazarak geçirmekle mümkün olabilir.
Sosyal medyayı birtakım etkilendiğim, duygulandığım mevzular söz konusu olduğunda dönem dönem daha sık olmakla beraber seyrek kullanıyorum. Sosyal medyadaki hengamenin edebiyat üzerine etkisi üretim-tüketim döngüsü içinde incelenmeli. Üretim tüketiciyi belirlerken, tüketim de üretimi şekillendiriyor.
Sosyal medya da üretici ve tüketicinin zorunlu olarak buluştuğu bir platform. Birbirini besliyorlar. Dolayısıyla tek taraflı bir etkiden bahsetmek sosyal medya gibi üretici ve tüketicinin aynı sahada oynaştığı bir yere haksızlık etmek olur. Seçmemek de bir olasılık neticede. Edebiyatın bu kısır döngüden etkilenmemesi olanaksız. Mühim olan, bu sathi sosyallikten uzak kalmayı seçip seçmemek aslında. Elbette olabildiğince…
Romanların incelenmesi, ameliyat edilmesine karşı tavrınız nasıl? Gerekli mi gereksiz mi görürsünüz ya da nötr mü yaklaşırsınız? Sizin kitaplarınız incelendiğinde okuyucuyla aranıza girilmesinden rahatsız olur musunuz mesela?
Nötr yaklaşıyorum ve bunu da kayıtsız görünmeye çalıştığım için değil, hakikaten kurmaca metni ortaya koyan kişinin yarattığını anlatma, açıklama, inceleme olasılığının neredeyse imkansız olduğunu düşündüğüm için söylüyorum.
Tarafsız bir gözün gördüğü ile metni doğuran kişinin gördüğü aynı olamaz. Bu farklılık; yazarın yazdığı metne karşı objektif olmasının imkansızlığı ve yazarın da metinle beraber dönüşmesiyle ilgili. Metnin yazarı metni yazmadan önceki ve metni yazma sürecindeki kişi değil çünkü. Metni tamamladığında, metinle kurulan geçici ilişki nihayete kavuşmuş oluyor. Dolayısıyla metni yorumlamaya çalışması, neden, niçin yazdığını bile açıklayabilmesi aslında tam olarak olanaksız. Başka bir gözün gördüğüne, aynı fikirde olunsa da olunmasa da kıymet vermek lazım. Metin yorumlarla, incelemelerle eksilecek bir metinse zaten değer kaybetmeye teşnedir.
Güncel birkaç okuma tavsiyesi alabilir miyiz sizden peki?
Jean Louis Fournier’den Dul, John Steinbeck’den Köpeğim Charley ile Amerika Yollarında son dönemde okuduğum ve tavsiye edebileceğim kitaplar.
Çok teşekkür ederiz bizi kabul ettiğiniz için. Eklemek, söylemek istedikleriniz var mı son olarak?
Düşünmeye sevk eden sorularınız için ben de size teşekkür etmek isterim.

Mühendis / Yazar. Çeşitli kitap eklerinde kitap inceleme / eleştiri yazıları çıktı. Kalemkahveklavye site ve dergisinde öykü, deneme, kitap incelemeleri yazmaya devam ediyor.