Doğu Yücel, sadece 2000’ler sonrasını değil, öncesini de yakalayan ve her iki dönemde de farklı mecralarda, farklı türlerde eser veren yazarlardan. İlginç bir şekilde yaşlanmadığı için halen “genç yazarlar” arasında sayılsa da kaleminin olgunluğunu özellikle Can Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Kimdir Bu Mitat Karaman”la ispatlayan Doğu Yücel’le, gerek kendi deneyimi gerek genel notlarıyla yazar-yayıncı-okur ilişkisini konuştuk.
Fotoğraf: DoguYucel.com
Doğu, selam. Yakın zamanda son kitabınla birlikte Can Yayınları’na transfer oldun, sonra da eski kitaplarının tekrar basımı yapıldı. Hatırı sayılır bir zamandır üreten bir yazar olarak gerek yayınevi değiştirme aşamasında, gerek öncesinde, dosya kapsamında bahsedeceğin neler oldu, süreç nasıl gelişti?
Süreç biraz duygusal biraz profesyonel geçti. Bir yandan sevgilinden ayrılmak gibi çetrefilli, diğer yandan yeni bir işe başlarken olduğu gibi bazı maddi nüansları değerlendirmek zorunda olduğun bir dönem. Can Yayınları benim ilk başvurduğum yayınevi. Ta 1998’de öykü dosyamı bitirdiğimde İstanbul’a gitmiş, şaşkın ve tedirgin adımlarla Can’ın Galatasaray’daki binasına girip sekreterin önünde yükselen dosya kulesine dosyamı bırakmıştım. O yüzden Can Öz’den teklifi ilk aldığımda kendi yazarlık hikâyemin “çember senaryo” taktiğiyle tamamlandığını hissettim. İşin ilginci, daha önce yazdığım kitaplar Can’ın alışıldık çizgisine biraz uzak iken o sıralarda üzerinde çalıştığım Mitat Karaman hikâyesi tam Can’a göreydi. Kalp kalbe karşıymış.
Kendi deneyimlerin ışığında, Türkiye’de yeni yazar ve yazar adaylarına karşı yayınevlerinin tutumunu nasıl görüyorsun? Özellikle olumsuz anlamda neleri dile getirirsin?
Yayınevleri yeni yazar arıyorlar ama samanlıkta iğne aramaya benzer bu arayış için editör kadroları yetersiz. Çünkü böylesine bir tarama ve keşif için sayıca daha çok editöre, daha çok iş gücüne ihtiyaçları var. Diğer yandan editörler de halihazırda sahip oldukları iş yükünden dolayı yazar keşfetme meselesini ikinci plana atıyorlar. Oysa iyi bir yazarı keşfetmek editör için bir madalya gibidir. Sadece gelen dosyalardan değil, dergilerde yayımlanan yazı ve öyküleri, öykü yarışmalarında dereceye giren yazarları takip etmeleri gerekir. Bir de, şu konuyu vurgulamam gerekiyor. İstanbul dışındaki yazarların işi daha zor. Bir İzmirli olarak yazarlığımın özellikle ilk yıllarında bunu yakından gözlemledim. İstanbul dışına taşra gözüyle bakılıyor. Sanatla ilgili her alanda bu maalesef böyle. Ankara yine, son yıllarda çıkan popüler yazarlarıyla bunu biraz kırdı ama diğer şehirlerde kalem sallayan yazarlar halen daha kendilerini göstermekte zorlanıyorlar.
Tersinden sorarsak özellikle yeni yazarların veya yazar adaylarının okuruna ve yayınevlerine karşı tutumunda eleştireceğin neler olur?
Güzel soru, tam da bundan bahsetmek istiyordum. Yazar adayları da editörlerin işlerini pek kolaylaştırmıyor gibi geliyor bana. Bana danışan yazarlara ne yapmaları gerektiğini anlatsam da genç yazarlar bunlara pek uymuyorlar, tepkisel yaklaşıyorlar. Acemi egosu diye bir şey var maalesef. Bende de vardı, oradan biliyorum! Atıyorum, verdikleri bir roman ise ilk sayfaların çok vurucu olması gerektiğinden bahsediyorum ya da dosyaya 1 sayfalık özetin eklenebileceğini söylüyorum, ama yazar adayları pek oralı olmuyor. Ellerindeki dosyanın baştan sona mükemmel bir başyapıt olduğunu düşünüyorlar, editörlerin o dosyayı baştan sona okuyup ona kıymet vereceklerinden çok eminler. Bu pek rasyonel bir davranış değil. Diğer yandan dergilere ve yarışmalara eserlerini gönderme konusunda da çekingen davranıyorlar. Oysa dergilerde yayımlanmaları veya bir yarışmada dereceye girmeleri onları yayınevinde bekleyen yüzlerce dosya arasında öne çıkartabilir.
Son olarak şunu vurgulamam gerekiyor: Genç yazarlarda bazı akımları takip etmek gibi bir eğilim oluyor. Misal saman kâğıdı edebiyat dergilerindeki sentimentalist çay edebiyatı tutuyor, ben de öyle yazayım diyorlar. Ya da FRP hayranı oluyorlar, beş altı kitaplık fantazya serilerine girişiyorlar. O zaman ne oluyor? Editörlerin önünde zaten şu an raflarda olan kitaplara benzeyen yüzlerce dosya birikiyor. Oysa mevcudun dışına çıkıp tamamen yeni, özgün bir dosyanız olursa tüm bu karbon kopya eserlerin arasından sıyrılmanız çok daha olası. O yüzden kendi sesinizi, üslubunuzu, size has öyküleri bulmanız gerekiyor.
Eskiden “tek şarkılık popçular” deyimi vardı. Bugün de tek kitaptan sonra kaybolmuş veya kendinden bahsedilmemiş yazarlar var. Bu açıdan artık “yazar yetiştirmek”, “eseri denemek” haline gelmiş olabilir mi?
Tek kitaptan sonra kaybolan dünyada da çok yazar var. Bazı insanlar tek kitaplık oluyor, bu onların kötü veya tembel bir yazar olduklarını göstermez. “Bartleby ve Şürekâsı” isimli kitapta bu durumdan Bartleby sendromu diye bahsedilir. (Melville’in Katip Bartleby’den geliyor.) Tabii ki yayınevleri bu konuda yazarlarına destek olmalılar, arada bir onları kırbaçlamalılar. Ama bence bu görev daha çok edebiyat eleştirmenlerine ve okurlara yakışıyor. Mesela yayınevi benden kitap istediğinde, bunu satır arasında söylediklerinde bile biraz rahatsız oluyorum. Kendimi bir takvime uymak zorunda olan bir beyin işçisi, üstünde çalıştığım eseri ise bir meta gibi hissediyorum. Şöyle bir anımdan bahsedebilirim bu konu dahilinde: 2002’de Hayalet Kitap’ı yayımladıktan sonra senaryo işlerine gömüldüm. Orada da bazı hoşnutsuzluklar yaşadım, derken bağlı bulunduğum Stüdyo İmge Yayınları kapanınca yazmaya küstüm. Sonra, 2008’de Radikal Kitap’ta edebiyat eleştirmeni Ömer Türkeş “Bir roman yazıp kaybolan ama geri dönmesi gereken yazarlar” diye bir dosya yaptı, o dosyada bana da yer vermişti. O gün ben, sonraki romanımı yazmak için harekete geçmeye karar verdim. Hemen sonra Yüxexes dergisi benim için kitap fuarında spontane bir imza günü düzenledi, o etkinliğe gelen okurlar bana tam olarak aradığım motivasyonu verdi. Aynı motivasyonu bir editör veya bir yayınevi yetkilisi bana veremezdi.
Peki yayınevlerinin yatırım yapmayı/yetiştirmeyi gözettiği yazarların okurun gözündeki karşılığı nasıl oluyor? Bugünün okuru kalıcı olacak yazarı ilk görüşte tanıyor mu yoksa hep sonradan mı geliyor akıl başa?
Bir yazar olarak bu soruya yanıt vermem yanlış anlaşılmaz umarım. Yani şimdi yazarların kaderi budur, desem, kendini zamanında anlaşılmamış yazarlarla bir tutuyor falan demesinler! Ama gerçekten bu kadersizliğin tarihte örneği çoktur. Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali gibi isimler bile yaşadıkları dönemde hak ettikleri ilgiye kavuşamadılar. Tam tersine yaşarken büyük kitlelere ulaşan birçok bestseller yazar da unutuldu gitti.
Okurun genelinde bazı eğilimler var, bunları gözlemleyebiliyoruz. Özellikle fantastik ve korku gibi alternatif türlerde yabancı hayranlığını çok net gözlemleyebiliyorum. Yurtdışında esamesi okunmayan bir yazar burada güzel bir pazarlamayla iyi satışlara ve saygınlığa ulaşabilirken iyi bir yerli yazar aynı başarının çok uzağında kalabiliyor. Adam Fawer bunun güzel bir örneği. Yurtdışında tanınmıyorken Türkiye’de fenomen oldu, hatta yazarlığa Türkiye’deki popülaritesiyle devam edebildiğini söyledi bir röportajında.
Biraz önce yazarlar için söylediğim eleştirinin benzerini okurlar için de söyleyebilirim, bazı akımlara kapılıp gidiyorlar, bir yazarı çok seviyorlar, hemen onun benzerlerini arıyorlar. Benim zamanımda kitapçılara gidip ayaküstü saatlerce sayfaları karıştırarak seveceğimiz kitabı bulurduk. Şimdi birçok vasat kitap, sosyal medya pompalamasıyla, birkaç fenomenin önerisiyle, dikkat çekici bir kitap arkası yazısıyla ve hatta kapağındaki ticari bir numarayla büyük kitlelere ulaşabiliyor. Ben bunu Instagram’daki fotoğraflarına bakarak birine âşık olmaya benzetiyorum. O, o değil ki! 🙂 Bu yüzden benden kitap önerisi isteyen her okura inatla “Bir kitapçıya gidin, kitapların sayfalarını aralayıp onları okuyun, onlarla tanışın,” diyorum. Çünkü Murakami’nin dediği gibi: “Eğer herkesin okuduğu kitapları okuyorsanız, herkesin kurduğu düşüncelerden farklısını kuramazsınız.” Yoksa Nilgün Bodur mu demişti bunu? 🙂
Kendi edebiyat yolculuğunu ayrı tutarak yanıtlar mısın: Yazar-yayıncı ilişkisini domine eden taraf, yayıncının kitabı basma ve ona yatırım yapma kıstaslarına mı yoksa yazarın kendini ve kalemini kabul ettirme başarısına mı daha çok bağlı Türkiye’de?
Zor bir soru. Yoruma da açık. Açıkçası her iki durumla da karşılaştım. Ama bu konuyla alakalı olarak şunu söyleyeyim, bir yayınevi sizi keşfedip size yatırım yapsa bile bu yolun geri kalanında tamamen yalnızsınız. Yani tanıtım, duyuru, etkinliklerin ayarlanması, fotoğraf çekilmesi, sosyal medya kullanımı gibi yazarlık cefalarında sizin uğraşmanız gerekiyor. Bu çok acı ama gerçek. Bu noktada iki seçeneğiniz var, ya Barış Bıçakçı gibi tamamen görünmez gizemli bir figür olacaksınız ya da sesinizi duyurmak için sosyal medyada görünürlüğünüzü artıracaksınız. İkisinin arasında bir doz günümüz okurunun ilgisini çekmiyor. Bu biraz tatsız bir konu, farkındayım. Ama gerçekten çok sayıda yazar var, tarihin hiçbir döneminde bu kadar kitap raflara çıkmıyordu, o yüzden eserinizin okurun dikkatini çekmesi her zamankinden daha zor. Ve tek başına yayıncı stratejileri vs. bunun için yeterli olmuyor.
Kimi yayınevleri sosyal medyada, dergilerde veya WattPad gibi uygulamalardaki okur veya takipçi sayısına göre yazar transferi yapabiliyor. Dolayısıyla –edebi niteliği bir yana bırakarak soruyorum- artık yazarların kendilerini yatırım yapılabilir hale getirmesi de söz konusu mu sence?
Evet, tabii bunları duyuyoruz. Takipçi sayısına göre, WattPad’deki okunurluğuna göre yazar transferi yapan yayınevleri var. Bunlar, genç okurların bazı zaaflarından faydalanan, kalıcılığı soru işareti olan yazarlar bence. Yazar, sektördeki bu dinamikleri düşünerek kendini “yatırım” öznesi yapabilir mi? Elbette. Özgür bir dünyada yaşıyoruz. Ama bence yazar, özellikle ilk dönemlerinde bu tip sektörel konulara değil, eserlerine kafa yormalı. Benim “yazar” tanımım halen daha biraz demode. Kariyer planı yapan, kendine takvim çıkaran, yazarlık dışında pazarlamayla ilgili unsurlara kafa yoran yazarları anlayamıyorum. Hikâye fikirlerinin peşinden giderken bu yolda oradan oraya savurulan hayal avcıları değil miyiz işin sonunda? 🙂 Genç yazarlara önerim, bu konulardan ziyade önlerindeki eseri daha iyi nasıl kılacaklarını düşünsünler. Sonra da doğru yayınevini bulsunlar. İyi hikâyeler mutlaka bir yolunu bulur, okurla buluşur. Bu hayatta, ya da ötekinde!
Eklemek istediklerin varsa buradan buyur.
Yok Koray, teşekkürler.
Çok teşekkürler. 🙂
Sevgiler… 🙂
