Şu günlerde daha çok, Youtube üzerinden yaptığı Yeraltından Notlar programıyla karşımıza çıkan Aytuğ Akdoğan; oldukça genç bir yaşta ilk kitabını yayımlayan, bir yandan çok eleştirilen bir yandan da kitlesince sevilerek okunan bir yazar. Aytuğ Akdoğan’la, genç yaşta girdiği yazarlık ve edebiyat macerasını hem kendi deneyimleri hem de gözlemleri çerçevesinde konuştuk.
Aytuğ, selam. Bugüne dek üç yayıneviyle çalıştın diye hatırlıyorum. Genç yaşta kitapları yayımlanmaya başlayan bir yazar olarak, gerek kendi deneyimlerin gerek genel anlamda Türkiye’de editör-yayınevleri ve yazarlar arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsın?
Yazarlık yalnız yürünecek bir yol. En azından benim için öyleydi. Elime bir kalem alıp önüme boş bir kâğıt koyardım ve onu doldurmaya çalışırdım. Editör hatalarımı düzeltebildi mi? Paragrafların mizanpajı doğru yapıldı mı? Matbaada sayfalar düzgün basıldı mı? Yayınevi kitabın tanıtımı için bir şeyler yapacak mı? Dağıtımcı kitapları vaktinde ulaştırabildi mi? Bir de bütün bunların takibini yapmak zorunda olsaydım sanırım yazmak için hiç vaktim kalmazdı. Çalıştığım tüm yayınevleriyle aram belki de bu yüzden iyiydi, yazarken onlar bana karışmadı, ben de onların işlerine burnumu sokmadım.
Genel anlamda sorunlar malum. Peki “bir yazara yatırım yapmak, bir yazarla birlikte yol almak,” açısından Türkiye’de yayıncılar ve yazarlar hangi aşamada?
Bizim memlekette iyi yazarlara değil, çok satan ya da çok satabilecek yazarlara yatırım yapılır. Dolayısıyla bir yazar olarak nasıl yazdığın değil, kimleri tanıdığın önemlidir. Aforizma çağı bu. O yüzden çıkmıyor artık “Suç ve Ceza” ya da “Savaş ve Barış” gibi romanlar. Ben de mesela 140 karaktere sığdıramadığımdan Dostoyevski falan okumuyorum artık. Küstah herif uzun uzun paragraflarla yüzlerce sayfa yazmış, yayıncı olsam kapıdan kovardım kumarbaz puştu.
Özellikle malum ekonomik durumlardan sonraki kriz ortamında yazar ve yayıncı ilişkilerinde neler değişecek dersin?
Yayınevlerinin kitaplara zam yapması artan matbaa masrafları karşısında çok anlaşılabilir bir şey. Okur bazında bir değişiklik olmaz, bir insan gerçekten okumak istiyorsa 5-10 lira daha arttırır ve gider alır o kitabı. Yazarlar ile yayıncıların arasında ne değişir, bunu pek kestiremiyorum. Yayıncılar yazarların egosundan şikâyet eder genelde, yazarlar da –ben de dâhil– kendilerini yaşayan en büyük yazar zannettikleri için yayıncıların onlarla yeterince ilgilenmediğinden söylenir durur, ancak işte gene de, bir noktada sırt sırta verip anlaşmanın bir yolunu bulurlar. Gene öyle olur herhalde.
Kendi edebiyat yolculuğunu ayrı tutarak yanıtlar mısın: Yazar-yayıncı ilişkisini domine eden taraf, yayıncının kitabı basma ve ona yatırım yapma kıstaslarına mı yoksa yazarın kendini ve kalemini kabul ettirme başarısına mı daha çok bağlı Türkiye’de?
Pazarlamadan anlayan iyi bir yayınevi dünyanın en kötü yazarını bile parlatabilir. Bunun o kadar çok örneğini gördüm ve artık midem o kadar bulanmaya başladı ki, alternatif, butik kitabevleri dışındaki büyük kitapçılara pek girmiyorum artık. Özellikle şu alışveriş merkezindekiler var ya, onları kastediyorum. Keşke “çok satanlar” rafı yerine “çok satması gerekenler” rafı da olsa şu kitapçılarda.
Sen, akranın yazarlara nispeten çok tanınan, okunan birisin. Okura ulaşmakta en etkili kanal ne oldu?
Kendi tanıtımım için ilk gençliğimde epey uğraşırdım, hatta destek göremediğim için ben de kızardım yayıncılara, ama sonra vazgeçtim bu sevdadan. Ve vazgeçmemle, kitaplarımın kulaktan kulağa daha çok yayılmaya başladığını gördüm. Ancak şunu söylemeden edemeyeceğim, benim ilk kitabım 2009’da çıktı, yani yaklaşık on seneyi devirmek üzereyim bu “sektörde” ama kitaplarım hiç bugün olduğu kadar talep görmemişti, çünkü son birkaç aydır Youtube’da “Yeraltından Notlar” isminde bir kitap programı yapıyorum. Çektiğim 9 bölüm toplamda iki milyona yakın izlendiği için, insanlar yazdığım kitapları da merak eder oldu. E haliyle zamanında kitaplarımı basmak istemeyen yayıncılar bile mail atmaya başladı, “Merhaba Aytuğ Bey, yeni dosyanız varsa basmak isteriz,” diye. Yani sosyal medya dediğimiz bu bok çukuru epey etkili oluyormuş.
Eskiden “tek şarkılık popçular” deyimi vardı. Bugün de tek kitaptan sonra kaybolmuş veya kendinden bahsedilmemiş yazarlar var. Bu açıdan artık “yazar yetiştirmek”, “eseri denemek” haline gelmiş olabilir mi?
Vahim bir durum gerçekten, oysa benim ilk kitabım mesela vasattı. Yıllar geçtikçe kendi dilimi, hikâyemi buldum. Benim zamanımda da durum böyle olsaydı, kimse 2. kitabımı basmaya yeltenmezdi sanırım. Ki çok satanlara giren tek kitabım 2.’si olmuştu. Tabii bunu bir başarı olarak söylemiyorum, işler böyle geliştiği için belirttim.
Peki yayınevlerinin birlikte yol almayı gözettiği yazarların, okurun gözündeki karşılığı nasıl oluyor? Bugünün okuru kalıcı olacak yazarı ilk görüşte tanıyor mu yoksa hep sonradan mı geliyor akıl başa?
İstisnalar var, Hasan Ali Toptaş mesela epey okunuyor bu ülkede. Ya da Latife Tekin, küçük İskender, Oruç Aruoba gibi anadilimde okumaktan mutluluk duyduğum birçok yazar var ve kitapları da iyi satıyor, ancak gene de bir yazarın tam anlamıyla okunması ve anlaşılması için önce ölmesi lazım. Ben de mesela genelde birini gömmeden, onun iyice, sıkıca kefene sarıldığını görmeden okumam. Konuşacak olsun, tek kelime dinlemem. Önce bir ölsün, sonra anlarım kıymetini. Çünkü yaşayan herkes ya düşmanımız ya da rakibimizdir bizim.
Seni yakalamışken yakın zamanda senden neler okuyacak veya izleyeceğiz, onları da alalım mı?
Hiçbir şey yapmayacağım. Yıllardır yazısız tek bir gün bile geçirmemiştim, ancak son iki yıldır kitap falan da yazmıyorum. Elime tekrar kalem alacak olursam onu böğrüme saplarım. Zaten bence yazmamak da yazarlığa dâhildir. Kafka, Rimbaud ya da Tolstoy gibi yazarlar yıllar sonra yazmayı bırakıp kendi kendilerini reddederken aslında edebiyatın en üst noktasına ulaşmıştı. Son kitabından daha iyisini yazamayacaksan yazmanın ne anlamı var ki zaten? Canım isterse kitap programını çekmeye devam ederim, bu kış gidip Bali’ye de yerleşebilirim. Olasılıkların güzelliği. Bütün bunların dışında, huzur içinde ölümü bekliyorum.
Bizden bu kadar. Eklemek istediklerin varsa alalım Aytuğ.
Çok teşekkürler…