Avuç içlerime baktığımda kazandığım şaşkınlıkla boy ölçüşemez hiçbir hayret makamı. Tetikte kalıp mantıktan taviz vermemek için girdiğim kahve kafasıyla yarışamaz hiçbir alkol kafası. Bu seninle yaptığım bir tür av ile avcı kavgası; mesafe kapandığı anda açılan bir kedi-fare oyunu. Vermiş gibi göründüğüm tüm tavizler bana haz veren duygulara dönüşüyor. Döşüme oturan o demir lokma; içimde otağı kuran o arsız öküz; hissedebildiğim bir şeylerin olduğunu bilmek; bütün bunlar birer haz sebebi. Kediyle fareyiz seninle; kimin kime diklendiği önemsiz… Kaybetsem de kârlı çıkıyorum sıkıntılarımdan. Var olduğumu hissetmenin tek kıstası mutluluk değil, biliyorum. Biliyoruz, yaşamak nefes almanın ötesinde bir şey. Her yaşamak nefes almayı kapsasa da her nefes alış yaşamak değil; biliyoruz…
Farkında olmadan bir odanın içinde büyüttüğüm karakterlerim –ki birden fazlalar- bilmeden dokunup geçtiğim birbirlerinden farklı hayatlarım var. Gözümde büyüttüğüm, sonra bir hamlede yere çalıverdiklerim… Bir gün bağrıma basıp sonra kapı dışarı ettiklerim.
Övünmüyorum soğukkanlılığımla. Övünmüyorum, kasırgalardan sonra kalan parçalarla ayağa kalkışımla. Pek çok yaşadığım ve yanımda birilerini arayıp bulamadığım zamanlardan sonra, aynı şeyi başkaları yaşadığında yanlarında olamadığım için ve hatta, hatta umursamadığım için övünmüyorum. Her şeyin geçebildiğini bilmekle ve gerçekten geçtiğini görmekte övünülecek zerre şey yok. Panik olabilmeyi, bir kez daha yolun sonuna geldiğimden korktuğum zamanları özlemiyor değilim. Yıkıldığımı ve bir daha kalkamayacağımı sandığım zamanları, sabah ezanını duysam da o sabahın hiç doğmayacağını sandığım geceleri özlüyorum. Korktuğum ve artık yanımda taşımadığım şarkılar çaldığında, en yakın masanın altına saklanmak istediğim mekanları istiyorum tekrar. Karşılaşmamak için birileriyle, ara sokaklarını ezberlediğim şehirler, yangın çıkışlarına süslü merdiven muamelesi yaptığım binalar vardı; onları özlüyorum, evet…
Korkuyorum bir kez, en az bir kez daha mutluluğu bir başkasına bağlamaktan. Korkuyorum, mutluluk denen saplantıya yine kapılmaktan. Hayatta olmanın gücünü ölümün bilincinden aldığım günlerin öncesine gitmekten korkuyorum. Yok olmaktan korktuğum günlere dönmekten korkuyorum. Sırf varlar diye mutlu olduğum, sonra koyduğum güzide köşelerinde bulamadığım dostlarımın dönmelerinden, rehberlerden silsem de aklımdan silemediğim numaralarını bir ekranda görmekten korkuyorum.
Kalabalıkları seviyordum. Dostlarımın, aşklarımın, sevdiklerimin oluşturduğu kalabalıkları… Yavaşça çekildiklerinde arkalarında beliren manzarayı daha önce görseydim, bu kadar meftun olur muydum zamanında kalabalıklara… Çekildiğim köşemden, o “fildişi kulemden” gördüğüm bu soğukkanlılık, bu duygusuzluk, bu her şeyin geçeceğini bildiğim kanıksamışlık, kabullenmişlik tadını alsaydım; ister miydim bir kişi daha büyüsün o kalabalıklar…
Gençliğinde, ihtiyarlığında değilim mevzunun. Zaman akıyor… Tek gerçek bu… Nerede bir akreple yelkovan takırtısı duysam irkiliyorum; ya geriye seyrederse, ya biraz sonra durursa diye. Bütün bunlar, tüm bu birbirlerinin çelişkisi olmak için zıttından yaratılmış ifadeler… Hepsinden korkuyorum.
İçimde beliren, nefesimi kesen, ciğerime oturan şeyin bir adı asla olmayacak, biliyorum. Ad koyma törenlerinden, selâlardan, kametlerden geçtim. Adsızlığa alıştım. Olanlar, bitenler, kalmayanlar ve gidenler… Öldürmeyen güçlendiriyor, amenna! Ama demirleşen her refleks, arkasında daha büyük birikintiler taşıyor. Devasa kapılar, kendini kırabilecek yükü de alıyor ardına. Baraj ne kadar büyürse, su o kadar artıyor.
“El ceza-ü min cins-ül amel”