Luigi Pirandello’nun Biri Hiçbiri Binlercesi eseri çerçevesinde Varoluşçuluk, delilik ve edebiyat üzerine Derya Balcı imzalı bir inceleme.
28 Haziran 1867 yılında Sicilya’nın güneyindeki Agrigento’da doğan Luigi Pirandello, 1934 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür. Varlıklı bir ailenin çocuğu olmasına rağmen oldukça sıkıntılı ve güç bir yaşam süren yazar, 1936 yılında İtalya’da hayata gözlerini yummuştur. Felsefe ve filoloji okumuş olması, babasının işini ve bütün mal varlıklarını kaybettikten sonra öğretmenlik yaparak geçinmesini sağlamıştır. Eşi felaketi öğrenince felç geçirir ve akli dengesi tedavi edilemez şekilde sarsılır. Böylece sıkıntılı günler başlar. Sonrasında eşini akıl hastanesine yatırmak zorunda kalır. Evde kendi bakmak istese de başarılı olamaz.
Pirandello’nun eserleri yaşamından izler taşır. Karamsar hava hâkimdir. 1925 yılında Mussolini’nin desteğiyle Roma Sanat Tiyatrosu’nun sanat yönetmeni olur ve bu destek kendisine dünya çapında ün yapma imkânı sağlar. Dünya çapında ünü artan Pirandello’nun özel yaşamı ise gün geçtikçe aşırı kıskanç ve şüpheci olan, hırçınlaşan, saldırganlaşan karısı yüzünden çekilmez bir hal alır. 1925-1926 yıllarında “Uno, nessuno e centomila (Biri, Hiçbiri, Binlercesi)” adlı eserini kaleme alır. Bu eser kendisinin son romanı olur.
Pirandello, yazın yaşamında, romantik, bireyci ve anarşist bir dünya görüşünün etkisinde yapıtlar vermiş olan Henrik İbsen’den faydalanmıştır.
Varoluşçu görüş, bireyin, varoluşun getirileriyle yüzleşmesinden kaynaklanan çatışma üzerinde durur. Yaratılıştan getirilen belirli nitelikler vardır. Bu nitelikler, derin düşünme ile keşfedilebilir. Sezgi, büyük bir önem kazanır. Birey, doğuştan gelen mizaçla, kültürel ve kişilerarası çevreyle şekillenen bir varlıktır.
Fuat Sevimay’ın çevirisini yaptığı, 1984 Yayınevi tarafından yayımlanan Luigi Pirandello’nun son romanı “Biri, Hiçbiri, Binlercesi” hakkında, bireyin varoluşunun sorgulandığı, dini, politik ve sosyolojik sorgulamaları da barındıran, yaşamın ta içinden gelen derinliğe sahip bir eser olduğunu söylemek mümkündür. Roman, merhum Francesco Antonio Moscarda’nın oğlu Vitangelo Moscarda’nın – karısının kullandığı hitap sözcüğü ile Genge’nin, arkadaşı Quantorzo’nun kullandığı hitap sözcüğü ile Sevgili Vitangelo’nun – aynanın karşısında burnunun içine, burun deliklerine bakması ile başlar. O andan itibaren Moscarda kendini ve kendinin başkalarının gözünde nasıl algılandığını sorgulamaya başlar ve devam eder. Romanda, Moscarda aracılığı ile bireyin, kendini tanıma, algılama ve çevresi tarafından nasıl ve ne durumda algılandığının ifadesi gözler önüne seriliyor. Toplum ve çevrenin, bireyi nasıl şekillendirdiğini, hatta tanımladığını, kahramanımız ve çevresi ile olan ilişkileri sayesinde açık bir şekilde görebiliyoruz. Roman, toplum içindeki konumunu ve kendini, benliğini arayan bireyin nasıl davranışlar sergilediğini konu ediyor.
Romanda konu edilen bireyin kendini ve toplumdaki yerini sorgulaması, toplum tarafından “delilik” olarak adlandırmaya kadar gitmektedir. Delilik; düşünce, inanış ve davranışlar bakımından, toplumun genel kabul görmüş hal ve davranışlarından farklı olma durumudur. Ayrıca, kendi kendine konuşma sendromları, hayal görme sendromları, öfke krizleri ve kendine zarar verme gibi dışa dönük gürültücü, işgal edici ve yayılımcı özellikleri olan eylemler de delilik olarak adlandırılır. Roman kahramanımız Moscarda da içinde yaşadığı toplum tarafından “deli” olarak kabul edilmektedir. Moscarda, karısının ifadesiyle Genge, kendisinin böyle olmadığını kendine ve çevresine inandırmaya çalışmaktadır.
Roman, Moscarda’nın, bir gün aynada burun deliğine bakarken karısının, “Sanki burnunun yamukluğuna bakıyorsun gibi geldi bana,” sözü ile başlayan, başkasının gözünde nasıl görünüyorum sorgulaması ile devam eden kendini tanıma süreci başlar. O güne, yirmi sekiz yaşına kadar, burnu ile barışık yaşayan Moscarda, burnunun kendisine yakıştığını, kişiliği ile uyumlu olduğunu düşünür ve belirtir. Karısının bunu söylemiş olması Moscarda’yı öfkelendirir ve durumun canını acıttığını fark eder. Karısı durumu fark eder ve kendini affettirmek için, özrü kabahatinden beter şekilde, diğer kusurlarını sıralar. Bu ise Moscarda’yı itirafa götürür, “Af buyurun, dibe göçtüğüm, duyduğum her söze delirdiğim, vurulup öldürülesi bir sinek gibi hissettiğim, beynimin içinde ruhumun aksiyle küçük delikler açtığım, kaz kafalı dolaştığım zamanlar oldu. Ve işin aslı dışarıdan hiç de öyle görünmüyordum,” sözünden sonra kendisinin başka, arkadaşlarının kendisini algısı, tanıyışının başka olduğu üzerinde durur.
Karşısındaki insanların, ilk olarak berberin, kusurlarını yüzlerine vurmaya başlar. Sonrasında karısının konuşmaları, dışarı çıkmak istemesi, Anna Rosa’ya gitmek istemesi, Moscarda’yı yorar ve yalnız kalmak ister. Bu yalnızlık ise Moscarda’nın kendi kendinden uzaklaştığı, kendini dışarıdan, bir yabancı gibi seyrettiği bir haldir. Kendinden vazgeçerek, bildiklerinden ve inandıklarından vazgeçerek, ruhunu karartan şeyleri hatırlamadığı bir yalnızlıktır. Düşünmeye dalmak için kullanacağı bir yalnızlık istemektedir. Beden Moscarda’ya aittir ve o güne kadar burnunu, saç şeklini, kollarını hiç düşünmemiştir. Sonrasında ise “Burnum ile fikirlerim arasında nasıl bir ilişki olabilir ki?” diye düşünmeye başlar. Başkaları Moscarda için ne düşünmektedir? Aklını kurcalayan sorular art arda gelmeye devam eder.
Biri Hiçbiri Binlercesi · Yüz Bin Moscarda Aynı Bedende
Birkaç gün sonra arkadaşı ve dostu, Stefano Firbo ile yürürken ayna karşısında yaşadığı anki ruh halini tekrar yaşar. Endişe ve bulantı içini istila eder. Ve kendisini, başkaları nasıl görebiliyor ve tanıyabiliyorsa, o şekilde görmek istediğine karar verir. Herkesin gözünde faklı bir Moscarda vardır. Kendi nazarında yeni keşfettiği yüz bin Moscarda. Hepsi aynı bedende. Durumunu şöyle ifade eder: “Birisi ve hiç kimse, eyvah, kendimi aynanın önüne koyduğumda ve kıpırdamadan oradaki gözlerin içine, ta gözbebeğine baktığımda tüm duygularım ve arzularım yok olup gidiyor.” Ve içinde bulunduğu ruh hali içinden çıkılmaz hal alır, inanılmaz deliliği baş göstermeye başlar.
Artık içindeki kendisine yabancıdır. Karısı evden gittikten sonra aynanın karşısında sorgulamaları devam eder. İçinde yüz bin Moscarda vardır. Aynadaki Moscarda hangisidir, hangi hareketi yapacaktır, ona görünmemeyi başarabilecek midir gibi durumları yaşar. Yüz bin Moscarda’nın hepsi de kızıl saçlı, koca alınlı, harflerin üstündeki şapkaları andıran komik kaşlı, etrafı sarıyla bezenmiş fener ışığına benzeyen yeşilimsi gözlü, şaşkın, ifadesiz, sağa doğru yamuk ama aynı zamanda ihtişamlı kartal burunlu, dudaklarına kadar dökülen kırmızımsı bıyıklı ve sağlam, belirgin çenelidir.
Moscarda aynadaki Moscarda ile konuşur, onu selamlar ve deliliğinin ilk gülümsemesine keyifle bakar. Sonunda şöyle bir karara varır:
“1a- Sonunda karım Dida’nın, neden bana Genge diye seslendiğini anlamaya başlıyorum.
2a- Kim olduğumu, en azından bana bunca yakınken, benimle hoş vakit geçirirken bir yandan da beni kendi kafalarındaki ‘Ben’e göre didik didik eden, şekillendiren ve delirtenlerin gözünde kim olduğumu ortaya çıkarmaya karar veriyorum.”
Romanın birinci bölümü Moscarda’nın kararı ile biterken yeni bölümlerde sorgulamaları daha da derinleşerek devam eder. Babasından miras kalan bankadaki hisselerini satmak istediğinde çevresi tarafından artık tamamen delirdiği düşünülmektedir. Kendisi her ne kadar delirmediğini söylese de ispatlayamaz. Kendisini, oturduğu evi hediye ettiği kiracının savunacağını düşünse de yanılır. Sonunda karısı onu terk eder. Karısı ile arkadaşı Anna Rosa’nın kumpasına maruz kalır ki bu duruma akıl sır erdiremez. Yüz bin Moscarda’dan herhangi biri Anna Rosa’ya âşık değildir; bunu çevresine anlatmak için harcadığı bütün çaba ve davranışları ile deliliği zirve yapar. Sebebi ise kendisini çevresindeki insanlara anlatabilmektir.
Moscarda sonunda huzuru bulur mu bilinmez ama her an ölerek ve yeniden doğarak, hiçbir şeyi hatırlamayarak; bütünüyle kendi içinde değil ama dışarıdaki her şeyin içinde yaşayarak yaşamına devam eder.
“Ben, birisiyim ama kim? Kim?”
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/2017/06/hasta-toplumlarin-hasta-yazarlari-sevim-burak-antonin-artaud-ve-thomas-bernhard-yazini-ibrahim-alp-okur.html” target=”blank” background=”#d8363d” size=”6″ icon=”icon: eye”]ŞİMDİ OKU | Hasta Toplumların Hasta Yazarları: Sevim Burak, Antonin Artaud, Thomas Bernhard[/su_button]
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/2019/10/albert-camus-yaraticilik-sanatcinin-sorumluluguna-dair.html” target=”blank” background=”#d8363d” size=”6″ icon=”icon: eye”]ŞİMDİ OKU | Albert Camus’den Sanatçının Sorumluluğuna Dair [/su_button]