Cahide Birgül’ün okumakta geç kaldığım Gölgeler Çekildiğinde romanını geçen ay okuma fırsatı buldum. Yazarın ismiyle birçok yerde karşılaşmış ama bir türlü romanlarını okuma fırsatı bulamamıştım. Romanı okuyup notlarımı alıp biraz da üzerine konuşup sindirdikten sonra Netflix’te bu ara popüler hale gelen ve André Aciman’ın romanından uyarlanan Beni Adınla Çağır (2017) filmini izledim. Acaba bu iki yapıtı bir arada okuyabilir miyim sorusuyla kalem kâğıdı elime alınca değinebileceğim detaylar hızla çoğaldı.
Farklı Coğrafyalar Benzer İnsanlar
İkisi de eşcinsel ilişkiyi konu alan yapıtlar olmasına rağmen ayrıldıkları noktalar en az birleştikleri noktalar kadar fazla. Farklı coğrafyalara ait olan bu iki işin benzer meselelerden söz ederken böylesi ayrılıklara düşmesi oldukça olağan elbette. Fakat olağan olmayan ve meselenin benim ilgimi çeken en keyifli yanı, ilk anda tahmin ettiğimiz gibi bir coğrafi kalıp yargıya sıkışıp kalmayışımız. Daha net konuşmak gerekirse, bir İtalyan filminden beklediğimiz batılı özgürlük algısının potansiyel ötekilik hali ile baltalanıyor oluşu ve Türkiyeli bir yazarın eşcinselliği olağanlaştırması en çok ilgimi çeken ve en çok sevdiğim yan oldu. Kitabı okurken, yazarın bu topluma rağmen gündelikleştirdiği ve olağanlaştırdığı aşkın keyfini sürüyoruz; filmi izlerken, homofobik birine bile bu aşkın “mümkün” olduğunu anlatabilecek denli inandırıcı ve yoğun duygularla bezeli bir dünyaya inanıyoruz rahatlıkla.
Birgül, romanda karanlık bir atmosfer arka planıyla, birbirinden yalnız karakterleri önümüze sererken, kuzen olan ve aralarında ciddi bir yaş farkı bulunan Esin ve Deniz’in eşcinsel hikâyesini kuruyor. Hikâye boyunca, evde Esin’in babası varken, iki karakter cinselliklerini odalarında özgürce yaşıyor. Bu ilişkiden babanın haberi yok fakat kuzenlerin buna dair bir kaygıları da yok. Bu rahatlığın okuyucuya bir konfor alanı yaratmaktansa gerginlik sağladığını belirtmek gerek. Fakat şimdi dönüp baktığımda yazarın bu gerginlik için özel bir işçilik yaptığını düşünmüyorum. Bu sanki bizim zihinlerimizdeki kirliliğin, yorgunluğun ya da alıştığımız baskının -adına ne dersek diyelim- getirdiği bir sonuç. Yazar bu kurmacayı oluştururken de ne bir toplumsal kalıp yargıyı ne de babanın ağırlığını tehdit olarak kullanmış. Yargılardan, baskıdan, toplumun gözünden azade tuttuğu o odaya bir çift yaşam iliştirmiş sanki.
Normlara Karşı Aşk
Diğer yanda Beni Adınla Çağır filminde karşılaştığımız tavır daha başka. On yedi yaşındaki Elio ve muhtemelen otuzlu yaşlarının başında olan Oliver’ın iliklerimize kadar hissettiğimiz aşklarının başka bir noktadan toplumsal normlarla sarsıldığını görüyoruz. Önce Oliver’ın üç yıllık bir heteroseksüel ilişki içinde olduğunu öğreniyoruz. Hemen ardından Elio’nun bir kadın arkadaşıyla öpüşürken gördüğümüz Oliver’ın, bir yandan Elio ile flört ettiğine tanık oluyoruz. Diğer yandan Elio’nun bir kız arkadaşı olduğunu ve onunla ilk cinsel deneyimini yaşadığını biliyoruz. Tüm bu bilgilerin bize işaret ettiği yöne doğru ilerlediğimizde iki eşcinsel erkeğin kadınlarla sevgililik bağları kurmasına ve cinselliklerini gizlice yaşadıkları sonucuna varıyoruz.
Elio’nun “rahat” ailesine karşılık Oliver’ın nasıl bir aileye sahip olduğunu bilmesek de filmin sonunda üç yıllık sevgilisiyle evlenmeye karar verdiği müjdesini verdiğinde bunu anlamaya başlıyoruz diyebiliriz. Film boyunca aşklarına gönülden inansak da bir çeşit korkunun hikâyeye sızdığı aşikâr. Oliver’ın bilinenin dışına çıkmak, kabul görmüşü yıkmak gibi bir isteği yok. Belki de gücü yok, filmde buna dair bir ipucu bulamasak da altını kendimizce doldurabiliriz. Başta öngördüğümüz batılı tavrın ve hatta ahlakın başka yanını filmin sonunda görüyoruz. Gölgeler Çekildiğinde romanı ile Beni Adınla Çağır filminin keskin şekilde ayrılan tavrı burada başlıyor. Farklı coğrafyalarda yazılmış apayrı bu iki hikâye, yazıldıkları toplumların yapıları göz önünde bulundurulduğunda biraz şaşırtıyor. Cüretleri, açıklıkları, estetize edilmiş sevişme anları ve aşkı aktarış biçimlerine değinmeden geçmemek gerekiyor. İtalya’da çekilen bu filmin, Amerikalı karakterinin muhafazakâr toplum ve aile yapısıyla savaştığına dair bir ipucu almasak da yazarın ve yönetmenin bizi bunu düşünmeye ittiği aşikâr.
Kadına bakışın dar kalıplarda olduğu, kadın cinayetlerinin korkunç oranlarda olduğu ülkemizde eşcinsel bir tavrı benimsetmenin hayal olduğunu bilsek bile, bu dünyayı kısmen de olsa Birgül’ün romanında görebilmek ayrı bir keyif. Yazarın özellikle barışçıl bir dünya çizdiğini iddia etmiyorum, yalnızca toplumsal baskı ve zorbalıklardan uzakta bir dünya kurgulayarak buna hiç değinmemesinden, karakterleri bu çetrefilli yola sokmamasından bahsediyorum ve bunun altını çizmek istiyorum. Yaşadığımız toplumun müsaade etmediği bu aşk ilişkisini romanında bu şekliyle yazarak kendince bir başkaldırı gerçekleştirdiğini düşünüyorum.
Yüzleşme
İki yapıt için de yüzleşme kavramından bahsetmek mümkün. Birgül’ün romanının ilk cümlesi: “Yazacaklarımla, gecikmiş bir yüzleşmeyi sonunda gerçekleştirmiş olacağım.” Esin karakterinin yaşadıklarıyla yüzleşmesi yıllar alsa da filmdeki yüzleşme de bu denli bir kırıklığı taşıyor bünyesinde. Esin’in cinselliğiyle farklı bir noktadan tanışması da bir yüzleşme olarak nitelendirilebilir. Yanı sıra Deniz’in, nişanlısı Kenan ile kaçmasının nedeninin aslında kendisi olduğu gerçeğiyle de yüzleşiyor. Bu cümle bir suçlama olarak algılanmasın. Aksine bile bile yapılmış, örülmüş bir ağ var sanki önümüzde. İlişkilerinin hiçbir boyutunda sıcaklık, haz ya da aşk duygusu olmadan ilerleyen, tekdüze, samimiyetsiz ve hatta tuhaf bir ilişki Kenan ve Esin’inki. Bu tuhaflığı ve soğukluğu Esin yaratıyor elbette. Cinsel tercihleri üzerine daha önce düşünüp düşünmediğini bilmediğimiz Esin’in sorununun âşık olmak olmadığını, Deniz ile yaşadığı sıcak, dolu, tutkulu ve hatta anaç ilişkiden anlayabiliyoruz. Kenan ile yaşadığı mutsuzluğun sebebi de natürel bir şekilde ortaya çıkıyor böylelikle. Esin, cinsel tercihleriyle ve güvendiği insanların intikamıyla yüzleşiyor roman boyunca.
Filmde ise yüzleşme kavramını başka boyutlardan görüyoruz. Elio’nun arzusu ile yüzleşmesine Oliver’ın heteroseksüelmiş gibi sürdüğü yaşamına sızan eşcinsel aşk ile yüzleşmesini ekleyebiliriz. Daha önce bu deneyimi yaşayıp yaşamadığını bilmediğimiz Oliver’ın Elio ile geçirdiği günlerin aşk ile dolu olması şüphesiz ki bir çoğumuza benzer duyguları yaşatmayı başardı. Antik heykellerin denizden çıkartıldığı bir zamanda, muhteşem ağaçların ve çoktan uyanmış doğanın kalbinde, on yedinci yüzyıldan kalma muhteşem bir villanın atmosferinde bize sunulan bu aşkın heyecanına kapılmamak ve karakterlerin içten içe yaşadığı yüzleşmelere inanamamak güç. Büyük ve büyülü aşk filmlerinin arasında yerini aldığı şüphesiz.
Karşı Cins Bu Hikâyelerin Neresinde?
İki yapıt için de ilgimi çeken bir başka durum ise, eşcinsel ilişki yaşayan karakterlerin bir şekilde karşı cinsi, amiyane tabirle harcıyor olması. Oliver’ın şehre ilk geldiği zaman öpüştüğü kadın, yalnızca filmin sonunda şehirden ayrılan Oliver’ın otobüsüne el sallarken ortaya çıkıyor örneğin. Elio’nun Oliver ile sevgili olunca unutuverdiği ilk cinsel deneyimini yaşadığı kız arkadaşı, artık sevgili olmadıklarını öğrendiğinde usulca çekiliyor hikâyeden. Romanda ise Esin, Deniz ile ilişki yaşamaya başlayınca Kenan’dan vazgeçiveriyor öylece. Tüm bu durumlar karşı cinsi bir figür haline sokmaktan öteye geçirmiyor. Fakat diğer yandan Deniz’in Kenan ile birlikte yeni bir hayata başlamak üzere uzaklara gitmesi ve Oliver’ın üç senedir birlikte olduğu sevgilisine dönmesi kendi içinde bir ironi yaratıyor. Bu da iki yapıtı da toplumsal gerçekliğe bir adım daha yaklaştırıyor.
İki yapıtın da dili, ritmi birbirine benziyor aslında. Hafif, tadını çıkartan, zamana yayılan sağlam hikâyeler ikisi de. İkisinin de örgüsünde şaşırtan, duygusallaştıran, öfkelendiren ve özendiren yanlar var. İki hikâye de sezgilerimizi harekete geçirterek başlıyor sonra sezgilerimizde ne kadar haklı olduğumuzu gösteriyor. Romanda Esin karakterinin annesine ürkütücü derecede benzeyişi, bu coğrafyanın çokça mevzu edilen, çokça karşılaştığımız bir meselesi aslında. Eleştirdiği, beğenmediği hatta belki de sevmediği o despot ve sevgisiz anneye ya da babaya benzeyip ortak kader örgüsünün içinden çıkamadığı; kimi zaman bir noktada kalıpları kırdığı kimi zamansa kaderini son gününe kadar yaşadığı hikâyelere dahil oluyoruz çokça. Bu roman için de eleştirdiği annesine çok benzeyişinin ruhunda yarattığı debelenme halini, kendini çok geç bulma, tercihini çok geç keşfetmesinden anlayabiliyoruz. Diğer yanda ise Elio’nun babasıyla kurduğu diyalog biçimi bize, keşke herkes bu kadar şanslı olsa dedirtiyor. Zira babasının, yakaladığı bu çok özel şeyin kıymetini bilmesi babında verdiği öğüt hepimizin yüzünde tatlı bir tebessüm bırakmaya yetiyor.
Tolstoy der ki; “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Hem romanın hem de filmin şehre gelen yabancı ile başlaması ve bu kadar iyi anlatılmış hikâyeler olması keyifli geçecek birkaç saatin habercisi…
Bir nebze merak yaratabildimse iyi seyirler ve iyi okumalar dilerim.
—Nazlı Doğan Özsöz – Aralık 2020
2012 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Dramatik Yazarlık bölümünden mezun oldu. Çeşitli yerlerde öykü atölyeleri ve drama atölyeleri düzenledi. Dramaturg olarak Tiyatro 4’te yer aldı. Çeşitli mecralarda öyküler ve incelemeler yayımladı. Şimdi senarist olarak yazınsal yaşamına devam etmektedir.