Son dönemlerin en iyi Türkçe öykülerinden birkaçına imza atan Aslı Akarsakarya üç öykü kitabının yazarı ve Türkiye’deki saygın edebiyat ödüllerinden de ikisine sahip. Bununla birlikte çağımızın, yayıncılığımıza da sirayet eden “her yerde görünme hastalığı”na tutulmuşlardan değil. Bunda kişisel sebeplerle birlikte elbette zamana, ülkeye ve yayıncılığımıza dair nedenler de var elbet. Son öykü kitabı Buraya Kısıldık Sanırım geçtiğimiz aylarda ikinci basımını Yapı Kredi Yayınları’ndan yapmıştı. Yazıştık, röportajda karar kıldık ama araya giren yoğunluklar, benim kişisel devinimlerim, bazı hastalıklar ve ülke gündemi derken yazdan beri bir türlü bu sohbeti yayımlamaya imkân olmadı. Neticede, söyleşinin yola çıkış noktası olan kitabın ismiyle müsemma bir yere geldik. Zamana, gündeme ve hayatlarımıza kısılıp kalmışken bir başka erteleme nedeni beklemeden yayınlayalım artık dedik. Aslı’nın yalnızca kitaba değil iyi metinlerin kalemi ve ödüllü bir yazar olarak Türkiye yayıncılığına ve Türkiye’de yazar olmaya dair anlattıklarını hem yalnız hissettirmediği hem de son derece doğru olduğu için önemsiyorum. İyi okumalar.
—Koray Sarıdoğan
“Yayıncılıktaki sorunları sektöre değil bir bütün olarak Türkiye’ye bağlıyorum”
2009’da Yaşar Nabi Nayır Ödülü’nü, 2021’de ise Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldın. Yazarın eseriyle ilişkisi doğası gereği sancılıdır, buna Türkiye’de farklı sancılar da eklenebiliyor. Senin yazma motivasyonunla ve eserlerinle ilişkinde ödül öncesi ve sonrası arasında değişen şeyler oldu mu?
Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü aldığımda oldukça toydum. Gençlikten değil aslında, yaşım vardı. Toyluk daha çok edebiyat dünyası dediğimiz şeyin çok dışında olmamdan kaynaklı. Öyle bir dışındayım ki, görüşümde bile yok. Sorularıma cevap bulabileceğim bir yerin yakınında değilim, okuyan, yazan, ya da bu konularla benden daha içli dışlı bir büyüğüm yok. Benim için yazmakla ilgili her şeyin muallak, hayal meyal olduğu zamanlar. O sebeple ödülü aldığımda yeteneğim keşfedildi sandım. (Gülüyorum.) Daha önce sınayacak pek yer bulamamışım yazdıklarımı, ilk dosyamla da ödül almışım. Bu, sorularıma bir cevap değilse neydi? Edindiğim bu bilginin ışığında hayatımı kurgulayabilirim diye düşündüm, heveslendim, havalara uçtum. Hep niyetlendiğim uzun seyahate çıkıp coşkumu yatıştırdıktan sonra ilk romanımı yazmaya koyuldum, gece gündüz onunla uğraştım. Sonuç hüsran. Sonraki yıllar boyunca yazıya dair hayalini kurduğum hemen hiçbir şey gerçekleşmedi.
Bu cümlelerin hepsinin sonuna gülücük koymak istiyorum, zira şimdi ben de gülerek ama yine de özlemle anıyorum o yılları. Şimdiki halimle gidip bir iki akıl verebilsem diyorum, ama gençlik de böyle lirik yaşanmayacaksa ne anlamı var.
Vesselam işlerin sandığım gibi olmadığını, planlarımın hayata uymayacağını sonraki on küsür yılda uzun yoldan öğrendim. Bu dönem biraz kasvetli. Metinlerimi yazmakla, onları bastırmakla uğraşıyorum ama edebiyat anlamında hayatımın en boğucu döneminin içinden geçiyorum. Bazen yazıyorum, beğenmiyorum olmuyor, bazen beğeniyorum, bastıramıyorum olmuyor, bazen bastırıyorum, okuyucusunu bulmuyor olmuyor. Bir yandan da artık düşünüyorum; yahu tüm bu yaşadıklarım yaşam kalıma, doğaya ters, bırakmam lazım. 🙂
Tam burada bir sonraki sorunun sınırına girdiğimi fark ediyorum. Kronolojik akışı hiç bozmadan aşağıdan cevabıma devam etsem biraz da hoşluk olur diyerek alta geçiyorum.
Buraya Kısıldık Sanırım’dan konuşalım. Art arda gelen öykülerin her birinde farklı insanlar, dünyalar var. Bu açıdan öykü, yazarın kendini daha iyi gizleyebildiği bir hıza da sahiptir romana kıyasla. Senin bir yazar, bir birey olarak hissettiğin ve bu öyküleri ortaya çıkarmanı güdüleyen sıkışmışlığı nasıl tarif edersin?
İşte öyle bir dönemdeyim, sıkışmış mıyım, hem de nasıl. Tabii yine edebiyat dünyasının uzağındayım, ama biraz daha anlıyorum olan biteni ve yazdıklarımı tartabiliyorum artık. Ama bakıyorum, bir terslik var, bu basılıyor ise benimki nasıl olur da basılmaz, benimkini basacak kimseyi bulamıyorsam bunlar nasıl olur da basılır? Sadece basım da değil, üye olmak için PEN’e başvuruyorum mesela, yine birkaç yıl önce, başvurum yetersiz bulunmam sebebiyle reddediliyor. Dünyaya dair anlamam gereken bir şeyler daha. Tavşan dağa küsüyor, tavşan ekşiyor, tavşan yorgun. Artık bir yandan da metanetimi, motivasyonumu, odağımı kaybediyorum.
Mesela komik bir anım var, Batıkent’te mahallemizin sadece iki gişesi olan PTT’sine gitmişim, Cumhuriyet Gazetesi’ne öykü dosyamı göndereceğim, altı adet çıktı almışım, bir kutu kâğıt ediyor, paketlemişim de güzelce. Görevli diyor ki, “İadeli taahhütlü gönderemeyiz bu paketi, ağır.” Diyorum ki, “Öyle göndermemiz gerek, yarışmanın şartlarında iadeli taahhütlü gönderin yazıyor.” “Ha,” diyor kadın, anlıyor, “Cumhuriyet’in yarışması mı?” Başıma geleceği tahmin ederek diyorum ki; “Evet.” “Sadece bu hafta üç kişi daha gönderdi,” diyor, sonra arkasına dönüp iadeli taahhütlü için çözüm yolu arıyor, buluyor. Ben de eve dönerken gülme krizine giriyorum artık, yazarlar semti Batıkent’i arşınlarken her şeyin karikatüre dönüştüğü bir an yaşıyorum.
Sonraki birkaç ay içinde Ali Özgür Özkarcı ile kesişiyor yollarımız, dosya ilk baskısını Edebi Şeyler’den yapıyor. Mis. Birkaç ay sonra da ödül haberi geliyor. Bu kez ama, ilk ödülün peşine takılan heyecan, coşku, havalara uçmalar yok. Bu sefer bana olan şu; buzluktan çıkarılan kıyma gibi yumuşuyor ve ılık ılık gevşiyorum.
Buraya Kısıldık Sanırım, bir bakımdan tematik de bir isim. Farklı dünyalar, kısıtlı seçenekler, imkânlar-imkânsızlıklar, duygular, durumlar arasında kalmışlığın birbirinden çeşitli bağlamlarda ele alındığı öyküler söz konusu. Bu hal, bu tema en başta belli miydi yoksa bir sürecin ürünü olan öykülerde kendiliğinden mi ortaya çıktı?
Hiçbir şey belli değildi. Ben yolumda kayboldukça en iyi kotarabildiğimi düşündüğüm şeye dönüp bir öykü toplamı hazırlamaya niyetlendim. Öykü toplamının yazara verdiği özgürlük, hayat ve kafa yapımla uyumlu. Birkaç sebebi daha var ama nihayetinde oldukça pragmatik bir niyet. Sonra, dönemin ruhu diyelim, benim dönüp dönüp dert edindiğim konular diyelim; belli bir bağlam ve bakış altında toplandığını gördüm öykülerin.
“İnsan olmayı aşağıda bir yere konumluyorum”
Kitaba adını veren öyküdeki sıkışmışlık çok daha belirgin ama bir yandan da ilk bakışta, kitabın adının verdiği o edebi salınımlardan uzak. Ani bir mide atağıyla tuvalete giden, yan kabinde zeminde hareketsiz yatan ve yalnızca bacakları görünen bir kadına yardım çağırmakla bağırsaklarının imdat çağrısı arasında kalan bir karakterin hikâyesi… Bu öyküdeki duygunun ve fikrin ortaya çıkışını, kitabın genel bağlamı açısından özellikle merak ediyorum.
Ulvi olanla bedensel olan arasındaki çekişme hep çok ilgimi çekmiştir. Bedensel olanın aşağı görülmesi ve ona yukarıdan bakılması; dini, felsefi ya da ahlaki olarak yükselmek için bedensel olanın aşılması, geride bırakılmasının gerekmesi; bunlar gözlemeye, üzerinde düşünmeye bayıldığım, bana neredeyse seyirlik zevk veren konular.
Bedensel olanı sadece vücut üzerinden de düşünmüyorum. Genelliyorum ve günün sonunda acıdan kaçmak ve haz peşinde koşmak olarak özetliyorum. Ben bu kadim savaşta, ulvi olanın da şansı varmış gibi görünen erdemlilik savaşında, bedenin kazanmasından sinsi bir keyif duyuyorum, yalan yok. İnsan olmayı yukarıda değil, aşağıda bir yere konumluyorum çünkü. Burası, bana kalırsa durmadan kaybettiğimiz bu maç; insanlığın mahkûm olduğu sonuçsuz devinimi, çaresizliği, batağı gibi. Öyküde de tam buraya kavramsal bir büyüteçle bakayım istedim.
Farklı öykülerdeki farklı karakterlerde büyük oranda birinci şahsı kullanıyorsun. Bu hem yoğun bir karakterizasyonu hem de doğal olarak empatiyi gerektiriyor ki yazarı zorlayan bir yöntemdir. Sen bu yöntemi nasıl belirliyor ve bu kadar sık kullanıyorsun? Veya hiçbir teknik gözetmeden, kendiliğinden mi gelişiyor?
Aynı zamanda daha özgür, ifade biçimi, üslup ve sanatsal ifade olarak da daha çok olasılık barındıran bir yöntem. Belirttiğin empati ve karakterizasyon gereksiniminin ise büyük bir keyifle üstesinden gelmeye uğraşıyorum. Üslup, bende neredeyse en son, tüm diğer ögelerden sonra, nasıl anlatırsam en iyi ifadeyi yakalarım diye düşünürken oluşuyor. Öykünün dinamiğinde neyin önemli olduğuna, neyi öne çıkarmak istediğime, fikri nasıl daha iyi geçirebileceğimi zannettiğime göre değişiyor. Ama yine de ve sanırım, birinci tekil anlatıcı, okumaktan da yazmaktan da en keyif aldığım.
Öykülerinin birçoğu daha uzun işlenmeye hatta romana dönüşmeye müsait karakterlerden, hikâyelerden oluşuyor. Buna rağmen öykünün görece kısıtlı hamle alanında kalemini verimli bir şekilde oynatıp anlatılması gerekeni veriyorsun. Kendini durdurma dinamiklerin ve öykünün matematiği nasıl işliyor sende?
Bilakis, daha uzun yazmaya çalışıyorum, ama olmuyor. Bir yetkinlikten ziyade, mizaç diyebilirim. Geveze metinlerden hiç hoşlanmıyorum, bu ilk neden. Belki bu zevk sebebiyle, istesem de uzatamıyorum. Bir de oldukça sıkılgan biriyim, bu da sonuncu ve en önemli sebebi olabilir. Hal böyle olunca durduracak bir şey kalmıyor.
İlk kitabın Düşe Kalka 2009’da, ikincisi İçeride Kalanlar 2016’da çıktı. Buraya Kısıldık Sanırım‘ın ilk basımı da 2021’de yapıldı. Bu uzun aralara dair merak ettiğim, yazıyla ilişkin: Yazma sıklığın, rutinlerin, koşulların nasıl?
Zamanımın ve enerjimin çoğunu alan bir mesaim var. Yazılım sektöründe çalışıyorum. İşimi edebiyata yer bırakacak şekilde ayarlasam da nicelik olarak en çok vaktimi alan şey o. Yazmayı ise bir rutin dahilinde yaptığımı söyleyemem. Niyetlendiğim olmadı değil, oldu ama o rutini hemen hiç oluşturamadım. Bir süre, özellikle çalışmadığım birkaç yıl boyunca denedim ancak o zaman da yazma sürecinin de benim için memuriyet halini aldığını fark ettim. Her gün kendimi yazmaya mecbur hissettiğimde metnimin kalitesinin ve konularımın derinliğinin düştüğünü gözlemledim. Aksinin; vaktimin kıtlığı ya da hayatımın dağınıklığından aylar hatta yıllar boyunca hiç yazmadığım, yazamadığım da oldu. Tekrar yazabileceğimden bile emin olamadığım, benim için korkutucu zamanlardan da geçtim. Vesselam bir rutinim yok, ancak bu iki uç arasında dönemsel gidiş gelişlerim oluyor diyebilirim.
“Yazmaya devam edebilmek için kendimi yerden yine ben kaldırmak zorunda kaldım”
Uzun aralarla ilgili bir merakım da Türkiye’nin yayıncılık dinamikleriyle, okurla buluşma motivasyonunun kırılması v.b. ile bir ilgisinin olup olmadığı. Yayıncılık dünyamızla ilgili neler söylersin?
Uzun aralarımla bunun da ilgisi var, doğru. Çok da birebir ifade etmişsin, bu konuda duygudaşız belli ki. Okurla buluşamadıkça motivasyonum kırıldı, öyle, yazmaya devam edebilmek için düştükçe kendimi yerden yine ben kaldırmak zorunda kaldım, bunu yaparken de zorlandım, bu da doğru. Fakat bunun sebebini Türkiye’nin yayıncılık dinamiklerine değil de, bir bütün olarak Türkiye’ye bağlıyorum. Yani önce bize, ülke olarak okumakla ilişkilenememiş olmamıza, birey olarak ana akımdan gayri bir edebiyat, sanat zevki geliştirememiş olmamıza, bunu çok da dert edinmemize bağlıyorum önce. Bu cümleyi çok uzatabilirim de, ama tadında geçeyim. Yayıncılık ile ilgili olayım ise başka sanki. İyi kötü bir ideali var yayıncının, öyle ya, bir kahve zinciri değil. Sanatla, kültürle, edebiyatla hemhal, bu cepte. Ama bunun dışında bir de gerçekliği var; ticari bir müessese. Ben bu ikisi arasındaki, yani şu ulvi ile bedene dair olan arasındaki kapışmayı yayıncılık sektöründe de izlemeyi seviyorum. Ekseriya beden yeniyor. Yine de bir mücadele var gibi ve yine de bazen güzel sürprizler oluyor.
Bizden bu kadar Aslı. Eklemek istediklerin var mı?
Kendimi ifade edebildiğim güzel soruların için çok teşekkür ederim!
Biz teşekkür ederiz… 🙂
Buraya Kısıldık Sanırım Hakkında
Aslı Akarsakarya, 2021 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü alan Buraya Kısıldık Sanırım‘da on sekiz etkileyici öykü anlatıyor. Çok çeşitli konu ve karakterle örülü öyküler, geçmişin katılığı ve geleceğin belirsizliği arasındaki müphem kırılma anlarına odaklanıyor. Kahramanlar ne kadar uğraşsalar da kendilerine biçilen rollerden, belleklerinden, zamanın yıkıcılığından ve çoğunluğun ikiyüzlülüğünden kurtulamıyor. Düşünülenle yapılan, kurgulananla yaşanan, isyan edilenle kabul edilen sürekli çarpışıyor ve kazanan hep hayatın gerçekliği oluyor.
“Onunla yıllar sonra yolda rastlaşıp merhaba dediğim vasat bir hikâyem olmasın isterdim. Yanından sessizce geçerdim, uzaktan dikizlerken geçmişin tüm titreyişlerini tavaf ederdim, ille gerekirse buruk bir baş selamı bile verebilirdim ama gidip de n’aber ya görüşmeyeli, demezdim. Demeyecektim yani çünkü hikâyemiz daha iyisini hak ediyordu, şüphesiz, ama hayat sihir olasılıklarını birer birer siliyor, öldük işte biraz daha diye düşünüyorum çünkü lambalar teker teker sönüyor ve çünkü şalter birden atmıyor.”
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)