Leyla Erbil imzalı, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan romanı Cüce üzerine Sülbiye Yıldırım tarafından yazılan inceleme.
Leyla Erbil, ülkemizde kadın yazarlar arasında önemli bir yere sahip olmasına karşın, yaşadığı zaman diliminde hak ettiği ilgiyi görememiştir. Dilde gerçekleştirdiği dişil devrim edebiyat dünyasında pek algılanamamıştır. Edebiyatın ‘Tuhaf Kadın’ı olmuştur uzun süre. Oysa onun yapıtları ülkemizde ve dünyada döneminin öncüsüdür. Bugün de Türkiye’de öncü olmaya devam ederken, dünyada sayılı örneklerin yanında yer almaktadır. Yazdıklarının her biriyle verimli kadın edebiyatının yatağı olur. Sevgi Soysal, Tezer Özlü, Sevim Burak kendi özgünlüklerine uygun olarak bu dilin damarlarında dans etmişlerdir. Kendisiyle yapılan bir söyleşide; “Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduğuna inanıyorum. Sanatımın kaynağı da her insanda gördüğüm bu zavallılıkla, derinlikle ilgilidir,” diyor ve ekliyor, “Cüce; bir kült roman, kök roman, bir novelladır benim için.”
Sosyal bir varlık olarak insan, içinde yaşadığı zamandan ve zamanın koşullandırdığı toplumdan ayrı düşünülemez. Ne olduğu ve ne olacağı konusunda vereceği kararları yaşadığı çağın toplumsal koşulları belirler. Dolayısıyla insan, yaşadığı zamanın sorumluluklarını da taşır. Bu sorumluluk aydınları, sanatçıları zamanın tanıklığına zorlar. Bu açıdan bakıldığında sanat ürünleri en dürüst ve gerçekçi tanıklardır.
Leyla Erbil de, yazdıklarıyla çağına tanıklık eden, olayları anlatış biçimiyle de çağının ötesinde olan bir yazardır. “Cüce” böylesi bir tanıklıkla dolu, Leyla Erbil’in o eşsiz kaleminden süzülen tadına doyulmaz bir kadın romanı.
Edebî açıdan bakıldığında bilinçakışı, parodi ve ironi ögelerinin kullanıldığı üstkurmaca tekniğiyle yazılmış sosyolojik imgelemleri oldukça yoğun, metinlerarası göndermeleri olan çift kurmacalı bir roman. Kullandığı şiir dili, kendine ait noktalama işaretleri, karakterlerine seçtiği isimleri, özenle öne çıkardığı nesneler ve diğer varlıklara yüklediği anlamlarıyla tadına doyulmaz, defalarca okunacak, her okunuşta farklı yorumlanacak bir roman. Ayrıca yapıtın önemli özelliklerinden biri de büyülü gerçekçilik. Bu özellik Mustafa Horasan’ın desenleriyle ve yazımda kullanılan değişik harf tipleriyle kitabın bütünlüğü içerisinde görünür kılınmış. Değişik harf tipleriyle anlatılan bölümlerden biri, Hatçabla’yla oğlu Yusuf’un hikâyesinin anlatıldığı bölüm.
Hatçabla’yla oğlu Yusuf’un hikâyesi bildiğimiz yoksul, sıradan bir kadın hikâyesi. Evlere temizliğe giden, kocasından dayak yiyen, ona rağmen bağlığını ve sevgisini hiç azaltmayan, “Edemem ben onsuz!.. …, ben onun sıcağına alışığım, sen bilemezsin!”(sf:45) diyen bir kadınla, karısını ve çocuğunu döven, arkasında karılarını koyun sürüsü gibi sürükleyen bir kocanın ve yoksulluğun hâkim olduğu bir yaşam biçiminin, Erbil’in dilinden, vurucu kısa cümlelerle anlatıldığı, yaşanan toplumun çoğunluğunu oluşturanların öyküsü.
Kapitalizmin en acımasız haliyle hüküm sürdüğü günümüz dünyasında “evrenselliğin” yanlış algılanmış biçimi olan “küreselleşme” kabul görmesine yol açan, kültürel araçları ve iletişim teknolojileriyle insanlara pompalanan, bizde de 12 Eylül darbesiyle son noktası koyulan süreçte değerler alt üst oldu. Yerine koyulanlar ise insanın yalnızlaşmasına, kendine ve toplumuna yabancılaşmasına neden olan bir dizi olumsuzluklar yarattı. İçine düştüğü bu karmaşık ortamda insan, psikolojik bir varlık olarak yeniden kendini yarattığı süreçte sanrılarını ve kaygılarını şizofrenik başkaldırı olarak kullandı. CÜCE, bu anlamda çağın yıkıcı, yok edici ortamında, insanın durumunu, sosyal, siyasal ve psikolojik etkilenmelerini şaşırtıcı ve kendine özgü tarzıyla ifade eden bir romandır.
Kitaba, ‘Yazarın Notu’ bölümüyle başlıyoruz. Leyla Erbil bu bölümde Zenîme Hanım’ı tanıtırken, onun “kadın yazar”, “kadın aydın” kimliğinde, dönemin sosyal ve siyasal yapılanmasını da bir çırpıda özetliyor. Sonra da kendini aradan çıkararak okuyacaklarımızın sorumluluğunun Zenîme Hanım’da olduğunu bildirmekle başlıyor anlatmaya. Okura ruhsal şifrelerinin de ipuçlarını vererek bizi onunla başbaşa bırakıyor.
Zenîme Hanım, okumuş, aydın bir kadın. Babasının görevi dolayısıyla yurt dışında doğmuş, bir kez evlenip ayrılmış, o evlilikten olan yaşayıp yaşamadığını dahi bilmediği oğlunu hiç görmemiş bir anne. Babasıyla gittiği Amerika’da doktora yapmış, ‘Hiçlik’ adında da felsefik bir roman yazmış; felsefe dersleri vermiş, üç nesil Amerikalı eğitmekle gurur duyan aydın bir yazın kadını. Sinemacı olarak Lütfü Akad’ı beğenmesi, sol gruplara yataklık ettiği için bir süre cezaevinde yatması, bize dünyaya bakış açısıyla birlikte, döneminin sosyal ve kültürel ipuçlarını veriyor. Toplumcu, solcu gelenekten geliyor. Batı özentisine değil, batının aydınlanma aklına sahip. Yazar ama edebiyatın metalaştırılıp şeyleştirilmesini kabullenemiyor. Ödülü, vitrinde olmayı, ünlü ve çok okunur olmayı önemsemiyor. Anlayarak okuyan ve okuduklarını değerlendirebilecek yetideki okura değer veriyor, onlar tarafından görülmek istiyor. O yüzden de ölmeden bir eser bırakmak için yazdıklarını görünür kılma istenciyle, komşusuyla paylaşıyor. Anlatıcı yazar olarak Leyla Erbil, düzensizliği ve anlaşılmazlığı yüzünden Zenîme Hanımı pek önemsemezken, onun ölümünden sonra kendince düzenlemeler ve çıkarmalar yaparak ama özünü bozmadan, yazım biçemine müdahale etmeden, yazdıklarını düzenleyip yayına hazırladığını söylüyor. Yaptığı çıkarmaları atmadığını, orijinal metni bütünüyle sakladığını da söyleyerek, peşine düşenlerin ilgisine sunuyor.
Leyla Erbil’in daha kitabın başında yazdığı “Yazarın Notu” başlığıyla, olaylar ve olgular zenginliğiyle dolu kurmacasıyla başımızı döndürürken bir taraftan da bizi “Kadın” imgesinin çok katmanlı yorumuyla tanıştırıyor.
Yıldız Cıbıroğlu, ‘Kadının Yazısız Tarihi’ adlı çalışmasında, Tanrı-analar çağında kadınların dünyayı kendi görüşleri doğrultusunda yorumlayıp bir felsefe oluşturduklarını, evrensel bir dil yarattıklarını söyler. “Evrensel tanrı-ana dilinin içinde en geniş yer kaplayanlar ise ‘M’ ve ‘N’ harf sesli sözcüklerdir,” diye de ekler. Yani ‘M’ ve ‘N’ sesi kadını ifade eden seslerdir.
Gazeteciyi beklerken Zenîme Hanım’ın kendini tanımlamak için kurduğu cümleler de, “İngilizce I am, Zimmer’de ama-mayaya, Hinduca’da ah-ham, Asya’da es-em, Mısır’cada t-ama, Veda’larda aum, Kuran’da en’am… ‘M’ ile titreşen saf sesini ilk doğanın.”(sf:6) olur.
Kadın olarak ben’i ‘M’ sesinde vurgularken, kadının hâkim olduğu anaerkil dönemin tüm dünyada geçerli olduğu milliyetsiz, dinsiz, barışçıl, koruyucu bir anaç döneme, bu dönemin anaç sesine gönderme yapmaktadır. Anaerkilliğin geçerli olduğu neolitik dönemin bitimiyle birlikte, barışın yerini savaş, sevginin yerini rekabet ve iktidar hırsı almıştır artık. ‘M’ sesi yerini eril sese bırakmıştır ve dünyanın düzeni bozulmaya başlamıştır.
Leyla Erbil ‘Yazarın Notu’ bölümünde Zenîme Hanım’ı tanıtırken, kadın kimliğine verdiği önemi ve eril dile baş kaldırısını, bize onun ağzından aktarıyor. “Yazın adamı değil, yazın kadınıyım ben! Anlayacaksın tümünü okuduğunda,” ve devamla, “Acaba, sabit okurlarım olur mu benim de?”(sf:xiv) diye sorgulayarak, yazın kadını olarak Zenîme Hanım’ın fark edilmeyi önemsendiğini de hissettiriyor. Sonra da okuyacaklarımızdan Zenîme Hanım’ı sorumlu tutup yazar olarak onu öne çıkarıyor. Kendisi aradan çıkmadan önce, bizi düşündüren bir şey daha yapıyor; “Zenîme Hanım ad falan koymamıştı kitabına. CÜCE adını ben koydum. Bu adın plastik gücüne inanırım, aslında ZENÎME HANIM olmalıydı adı, ama satmazdı,”(sf:xvi) diyor. Bu söylemden başlayarak CÜCE’nin şifrelerini çözmeye girişiyorum.
Zenîme, tanınmak isteğiyle, röportaj yapmak için ünlü bir savaş gazetecisiyle görüşmeyi kabul ediyor. Gazetecinin savaş muhabiri olması, onu tanımlarken kullanılan abartılı kelimeler, savaş gazeteciliğinin kendine özgü bir sanat oluşuna vurgudur. Çünkü yaşanılan çağda savaş fotoğrafları artık sanat ödülleri almaktadır. Yani savaş, çağın artık, her anlamda tek insan hareketidir.- Roman Zenîme Hanım’ın, kendisiyle görüşmeye gelen gazeteciyi bekleyişiyle başlıyor. Dağınık, pis ve karıncaların talanındaki evini temizleyip özenle misafirine hazırlıyor. Diğer kadınların, “cinsel organdan başka bir şey olmadığına inandırıldıkları için bedenleriyle birlikte sımsıkı korku kefenleriyle örtükleri saçlarını” Zenîme Hanım, “tıpkı yedi TİP’li genci telle boğan müreffeh katilleri gibi Türkiye’nin”(sf:3) ensesinde sımsıkı topluyor. Siyasal ve sosyal anlamda acımasızca yaşanan kıyımların anlatıldığı bu bölümde, “..erguvan rengi,… upuzun bir esvabı kuşandın bir Portugaliya imparatoriçesi edasıyla,..”(sf:3) cümlesinde de sözü geçen, tüm sevdiklerini kaybedince deliren Portekiz Kraliçesi Maria’nın deliliğine yapılan bu vurgu, o dönemde yaşanan toplumsal kayıpların açtığı yaraların derinliğine vurgudur. Hatçabla’yla oğlunun hikâyesinde de Sivas yangınına, işkencede ölenlere vurgu vardır.
Zenîme’nin gazeteciyi beklerken yaptığı hazırlıklar, var olduğunu, en görkemli haliyle duyurmak telaşından kaynaklanmaktadır. Bir zamanlar yozlaşmasına katlanamadığı toplumun bir parçası olmayı ve kabul görmeyi istemektedir ama onlardan farklı olduğunun da bilinmesi telaşıdır bu. Zenîme Hanım için hem yenilgi hem de sonun başlangıcıdır bu bekleyiş.
Zenîme Hanım’ın hazırlığı bitince her yanı kaplayan siste gazetecin evi bulamamasından korkup kapıya çıkıyor ve beklerken de kendisiyle yüzleşiyor. Bu yüzleşmede kasabayı kaplayan sis, kabul edemediği seviyesiz edebiyat ortamı ve sistemin duyarsızlaştırdığı insan kalabalığıdır. Aynı zamanda da toplumun üzerine serpilmiş, onun siyasal ve sosyal reflekslerini engelleyen ölü toprağıdır.
Sisin gelip kendi kapısına az kalmışken durakladığı ve Zenîme’nin bize anlatırken, “Bragodiç’lerin kapısı” diye isimlendirdiği kapı korkuların, kuralların, dayatmaların sahibi egemenlerin kapısı olmakla birlikte, aynı zamanda, çürümüş topluma dahil olma isteğinin yarattığı çelişkilerin sonucunda kendisiyle yaşadığı iç çatışmanın tanımıdır. “..üzeri parmak izleriyle sıvalı, içeriden tekdüze ürpertici bir çınlamanın sürekli yansıdığı…”(sf:8) cümlesiyle anlattığı ise yozlaşmış, yaralanmış, heyecanını ve umudunu kaybetmiş kalbidir artık. Aynı zamanda Bragodiç (Bragadocius) İngilizcede; “övünen, kibirli” anlamında kullanılan yaygın bir deyim. Zenîme, sistemin dayattıklarını kabul edişini haklı çıkarmak için, geçmişteki düşüncelerinin haksızlığını kendine kanıtlama sıkıntısı içindedir. Bu yüzden geçmişteki halini kibirli olarak yorumlamaktadır. “..ne var ki istememektesin tümüyle yok da sayılmak altı üstü kara kaygı mezarlığı olan bu ülkede…”(sf:16) diye itiraf etmektedir kendine, duygularını.
Sanatın muhalif özelliğini acımasızca bastıran, hayat hakkı tanımayıp yok sayan, sesini kesip, kaybolmasına neden olan düzenin yarattığı ‘Hiç yazar’lara dahil olmayacaktır. Her ne kadar kendini hiçbir yere ait olmayan, ‘aitsiz kimlik’ olarak tanımlasa da (Zenîme; anlam olarak, hiçbir şeye bağlı olmayan, köksüz, soysuz demektir.) bir yazar ve kişi olarak, tarihteki birçok örnekleri gibi, ‘Kasvet çağı çocuğu’ olmak istememektedir. Bu anlamda “Hiç Yazar” siyasal bir metafordur. Darbe sorumlularının tanımında kullandığı her yeri saran ve baş etmekte zorlandığı ‘karıncalar’ -ki bunlar darbecilerdir- devrimcilere yapılan işkenceler, işkencede ölenler ve bugün yaşayan üç beş devrimcinin sona kalan kalbine ve kendinin, her şeye seyirci kalan kalbine karşı ‘BULANTI'(sf:26) duymaya başlar.
Yukarıda bahsettiğimiz ‘Hiçlik’ adındaki felsefik romanı ve ‘Bulantı’ vurgusunu birleştirdiğimizde de karşımıza Jean-Paul Sartre çıkıyor.
Onun Bulantı romanında bir türlü sosyalleşmeyen baş karakteriyle, Varlık ve Hiçlik’te tanımlanan özerk, özgür fakat diğerlerini kendi özgürlüğüne yönelmiş birer tehdit olarak gören özneyi Zenîme Hanımda kolaylıkla eşleştirebiliriz. Bize sezdirilen, varoluşçuluk felsefesindeki anlamsızlığın bulantısıdır. Çünkü toplum, değişip dönüşürken, değerler varlık ortamında yer değişmektedir. Bulantının sebebi yeni oluşan değerler sisteminin oluşturduğu ezen, yıkan ve yok eden, çürümüşlük çukurundaki seviyesizlikler karşısında Zenîme ve Zenîmelerin çaresizliğidir. Bu çaresizlik insanların kendilerini ifade edemedikleri, doğadan uzaklaştıkları, “yönetme” adına dayatılan baskıların karşısında bir karşı duruş sergileyememeleri sonucu kişiliklerinde oluşan yaralayıcı bir durumdur. Hatta gidenlerin arkasında yaşayanlardan olmanın, hayatı paylaşamamanın “bulantı”sıdır yaşadığı. Bu bulantının tek ilacı da Kalp Şarabıdır diye düşünür Zenîme Hanım fakat eski sevecenliğinin yerini Bragodiç’lerin kapısının renginde bir bulamaçla sıvandığını sezince bırakır Kalp Şarabını. Çünkü fark edilmek istenci, üstünlük ve ego yüceltilmesine evrilecektir ve bu rahatsız edici bir durumdur. Saflığın ve iyiliğin bitimidir. Sonuçta “kimse içinden çıktığı çirkeften leke almadan gezinemez bu gezegende artık…”(sf:12)
Gazeticinin geleceği günün gecesinde geçmişiyle yaptığı yüzleşmesi, kendi kişisel tarihinin de içinde olduğu dünyanın uygarlık tarihidir aynı zamanda. “..aynaya baktın! Baktığında aynaya yoktu orada yüzün!.. yutmuştu seni ayna!.. aynaydın da sen artık o sadece yansıtıyordu senin aynalığını sana. Saçmanın bulanmanın doruğundaydın!”(sf:35) Bu zor tarih, Delfi Tapınağında yaşayan Pita’ların kehanetinde şekillenen dünyanın, gittikçe acımasız ve can yakıcı olduğu bir tekrar tarihdir. Anadolu’da kurulan uygarlıkların var olması, yok olması, katleden din savaşları, din adına yapılıp tanrıya adanan görkemli tapınakların yaratıcıları, yapıcıları, ilerliyor denen dünyada gittikçe barbarlaşan insanlık ve olanlar karşısında çaresizlikle kavrulan tek tek bireyler. Koskocaman tarihin özeti. Bütün bunlar bir çırpıda anlatıyor, Zenîme’nin yüzleşmesinde.
Ayna kişinin, yalnızlığında kendisiyle yüzleşmesidir de. Zenîme de kendisiyle, kadınlığıyla ve darbe tarihiyle yüzleşiyor. Egemenlerin tarihini zor ve güç kullanımının tarihi olarak bir kez daha vurguluyor.
Zenîme Hanım gençliğinin başında “..bir geri toplum tortusundan başka bir şey olmayan …” ailesinden ve o tortunun sahibi toplumundan kaçıp Almanya’ya gitmişti göçmen işçiler gibi ama kaçmak kurtuluş olmamış, yeni cüceler eklenmiştir yaşamına. Tutarsız davranışlara neden olan bilinmezlik içinde bocalarken, ‘akorsuz iki kalp taşıyan insan’a dönüşmüş olmaktan rahatsızlık duymaktadır. “..baş eğmiştin bulantının sonuçlarına sessiz sedasız, belleğinin bir gözünde saklı bireyi taşıyarak başlamıştın yeniden yaşamaya dünyamızda Pessoa gibi”(sf:51) derken Pessoa’nın hiç kimse anlamına gelen adına mı yoksa onu, “Ruhum bende kendini arar / … Sayısız insan yaşar içimde” dizelerine mi gönderme yapıyor bilinmez ama, yaşadığı zamana uyumsuzluğunu ifade eden, Pessoa’nın ‘heteronym’ dediği çoklu kimliğe gönderme yaptığı düşünülebilir.
Ve sonunda gazeteci görünür. Omuzuna astığı kendi boyunda kamerasıyla bir cücedir gelen. Cüce Menipo.
Nedir ‘CÜCE’ ve ‘MENİPO’ ve onlara yüklenen anlam?
Menippos, anlatılarında hicvi kullanan kinik bir Yunan filozofudur. Mennipos Yergisi denen yarı ciddi bir edebiyat türü geliştirmiştir. Bahtin’in Karnavaldan Romana yapıtında “..çoksesli roman öncülü olarak ‘yarı komik yarı ciddi türler’ içinde, kültür tarihinde Sokratik Diyalog ve Hıristiyan resmi kültürü içine kadar sızmayı başarmış karnavalcı yaşam öğesi olan “Menippos yergisi” önemli bir yer tutar. Menippos yergisi hakikatin diyalojik doğası”na yönelmiş bir etkileşim içerir. Hakikatin tek kişinin bilincinin içinde değil, hakikati arayan insanların arasındaki diyalojik süreçte doğuşunu vurgular” der. Menipo indirgenmiş gülme fenomenidir. Dünya edebiyatında önemli bir yeri vardır. Gülme gümbür gümbür dışa vurulmaz, çınlamaz ama izleri bir imgenin veya söylemin yapısında gizli kalır ve orada saptanabilir. Bu anlamda gazeteci fiziki özellikleri ve çalışma tarzındaki abartılı davranışlarıyla Menipo’nun özelliklerini sergilemektedir. Çünkü Menipo’nun kimliğindeki gazeteci de aslında gerçeğin ne olduğunun arayışını kendince sürdürmektedir. Gazetecinin yaptığı çalışma, Zenîme’yi çoğunluğa görünür kılacak görüntüyü fotoğrafla yaratmaktır.
CÜCE figürü ise psikolojik bir imgedir. Gustav Jung şamanizmin şifacılık özelliğinde şamanın yaptığının, hasta kişinin psişesinin gelişmesi ve şifa bulması üstüne odaklanarak onu rahatlatmak olduğunu anlamıştır. Şamanizme göre içimizde bizi huzursuz eden siyah cüce vardır ve ruhumuzda başa çıkamadığımız sıkıntılar yaratır. Bu sıkıntıların üstesinden gelmek için ruhumuzdaki siyah cüceyi bastırmamız, onu yenmemiz gerekmektedir. Jung’a göre bu anlamda Şaman bir arketiptir ve şifa törenlerinin vazgeçilmez figürü olan siyah cüce şeytandır, cindir, karanlık yanımızdır, komplekslerimizdir, anlam veremediğimiz sıkıntılarımızdır, ruhumuzun hastalıklı olan kısmıdır, negatif enerjidir.
Buı anlamda, gelen gazeteci cüceyle beraber Zenîme’nin ruhundaki bütün siyah cüceler ortaya çıkar. Gazetecinin buyurgan tavrı, hiçbir şeyi beğenmemesi, onu şekilden şekile sokarak uygun ışık ve yer bulmakta zorluk çıkarması, hiçbir yüksekliği ona uygun bulmaması. Onun için zirve yaratmaya kalkması, alay etmesi aslında şamanın şifa töreni gibidir. İçinde biriktirdiği sıkıntıları, kompleksleri, korkuları, ötelenmişlikleri, yaşamını ağırlaştıran değer yargılarını, ruhunu yaralayan şeylerin hepsini bir bir ortaya çıkarır Cüce Menipo.
Uğruna sıkıntı çekip hayatını harcadığı şeylerin artık geçerliliğinin kalmadığını, aksine reddettiği şeylerin tek geçerli değerler haline geldiğini görmek ağırlaşmış ruhunun taşıyamadığı bir yüktür artık. Gazeteciyle çalışmasında duygusal anlamda zirveye çıkmıştır çıkmasına da, orada hiçbir şey göründüğü gibi değildir. “..bence daha da tepe diye bir şey yoktu anladım; ben çıkmak istedikçe tüm tepelere egemen olduğunu sanan ve marifetlerimle alay eden yalancı tepeler vardı ve tek başına sonsuzluğa doğru alabildiğince yükselmenin acıklı ve aşağılayıcı anlamıyla karşılaştım orada, çünkü gökyüzü de yeryüzü de ayaklarımızın altındaydı ve Bragodiç’lerden gelen o çınlama esiyordu yüzümde hacı yağlı küf kokusuyla sarmallaşmış, kalın.”(sf:79) İniş daha zor olacaktır. Zirvede Zeus’un Athena’yı doğurduğu gibi, Zenîme’de, her şeyi çözmüş akıl ve sezgiyle, o da cücenin kafasından yeniden doğmuştur. Menipo’nun “Ya başar ya öl!” sözleri yankılanır kulaklarında ve ‘iğrenç’ olarak nitelendirdiği atalarından kalan aynayı, merkezine indirdiği yumrukla şangırdatır. Kendisiyle ve zamanla yüzleşmesi bu şangırtıyla son bulur. Aynasının yansıtacağı bir şey kalmamıştır artık. Odasına girer, “…ve günlerce en görkemli sevişmesini gerçekleştirdiğimizi sandığımız dünyanın şimdi rahmetli olan sonsuz özlemiyle uzandım ıssız yatağa.”(sf:87)
Yoktur Zenîme Hanım artık. Yatağa uzanmasıyla birlikte yozlaşmış geri toplum tortusu olmaya başkaldırmıştır yeniden. Ait olmadığı bu yerde kalmayacaktır. “Bragodiç’lerin bir kolu denize varan ucsuz bucaksız hurma bahçelerini…” terk edecektir.
“Aslında sen, insanda bulunan değerli yanların onların varlığını keşfeden başka insanlar olmadan bir değer olmayacaklarına da inanmaktasın. …Sendeki değerlere tanıklık edecek olanları yitirdin bir bir, sana tanıklık edecek en yakın dostlarını!”
“Bir imge yeniden yaratılmış yada üretilmiş görünümdür” der, Jonh Berger Görme Biçimleri kitabında ve davam eder; “Yapıt ne denli imgelem yüklü olursa biz de sanatçının görünenleri algılayışına o denli derinden katılırız.”
Leyla Erbil Cüce romanında, tıpkı diğer romanlarındaki gibi, bizi kendi imgelem dünyasının derinine çekip algı dünyasında yolumuzu kaybettiriyor. Bu labirentte yolumuzu bulmaya çalışırken kendi yaralarımız, yenilmişliklerimiz, benliğimizin kaçtığımız yönleri yeniden karşımıza çıkıyor ve kendimizle yüzleşmiş olmanın şaşkınlığını yaşıyoruz. Kaybettiğimiz çoğu şeye olan ‘rahmetli’ özlemimizin üzerine son sayfayı çeviriyoruz. “… onlardan da değilsin sen, sen hiçbir yere ait değilsin, aitsiz kimliksin sen, “Aitsiz Kimlik!”. L.E
Yararlanılan kaynaklar;
Cüce – Leyle Erbil Türkiye İş bankası Kültür Yayınları
Kadının Yazısız Tarihi – Yıldız Cıbıroğlu Payel Yayınevi
Mihail Bahtin – Karnavaldan Romana Ayrıntı Yayınları
Jean Paul Sartre – Varoluşçuluk Say yayınları
CÜCE
Leyla Erbil
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
87 s
Eylül 2013
İletişim: sulbiyeyil@gmail.com
Çok güzel, çok faydalı bir yazı oldu benim için. Elinize sağlık. Ancak söylemek istiyorum yergi değil yapıcı olarak alın lütfen. Hiçbir bitişik yazılıyor. Mümkün olursa düzeltirseniz çok sevinirim. Sevgilerimle.