Anadolu Korku Öyküleri, Aşkın Karanlık Yüzü, Karanlık Yılbaşı Öyküleri gibi seçkilerden, 2017’de yayımlanan Kara Kara Kapkara adlı öykü kitabından ve en çok da Galip Dursun ve Demokan Atasoy’la birlikte 2014’ten beri sürdürdükleri Gerisi Hikâye podcastinden tanıyoruz. Ama bunlardan daha öncesine giden kurgu ve kurgu dışı yazılarıyla Türkiye’de korku ve fantastik edebiyatın en üretken kalemlerinden biri Işın Beril Tetik. Türler arasında her birinde ayrı başarılarla gezindiği yazarlık yolculuğu şimdi bir polisiyeyle sürüyor: Oğlak Yayınları’nın Maceraperest Kitaplar dizisinden çıkan ve bir dörtlemenin ilk kitabı olan Ayaz adlı polisiye gerilimi, türünün klasiklerinin dokusunu taşırken bugünün okuma zevkini ve ilgisini de yakalayan hacimli ama kendini keyifle okutan bir roman. Işın Beril Tetik’le Ayaz’ı, yazma sürecini ve polisiyeyi konuştuk.
Beril, hoş geldin. Seninle bir araya az gelsek de uzundur tanışıyoruz. Ayaz’ın kapağını çevirince biyografini ilk kez gördüm ve Galip’e fotoğrafını atıp “Doğum yılında hata mı var?” diye sordum. Galip’in cevabı, “Hata yok abi, Beril vampirdir,” oldu. Bu gerçeğin detaylarını bize ne zaman açıklayacaksın?
Teşekkür ederim, hoş bulduk. Evet, doğum tarihinde bir hata yok. Galip zaten sırrımı söylemiş. Şaka bir yana, aslında durum tahminen, ruhumu, kalbimi ve zihnimi dinç tutup heyecanımı asla kaybetmemem ve kendimi sürekli meşgul etmemle alakalı olabilir. Her zaman yapacak bir şeyler bulurum. Boş zamanım pek yoktur. Yazmak, okumak ve araştırmakla beraber Gerisi Hikâye zamanımın büyük bir bölümünü kapsasa da geriye kalan boşlukları da tasarım, çizim ve bunun gibi çeşitli uğraşlarla doldururum. Sanırım yaşlanmaya pek vakit kalmıyor.
Yazarları, anıldıkları türlere sıkıştırmayı doğru bulmasam da Ayaz’dan sonra şunu sormak istiyorum: Korku, fantastik ve bilimkurguda kalem oynattıktan sonra seni Ayaz’a yönlendiren öncelikli etken hikâye mi oldu yoksa polisiye mi?
Aslında sıkı bir korku sever olmama rağmen beni yazmaya iten fantastik kurgudur. Çok geçmeden korkuya dönmem de Galip’in beni teşvik etmesinin yanı sıra muhtemelen bir refleksti diyebilirim. Ama dediğin gibi yazarlar anıldıkları türlere sıkıştırılmamalı. Yazarın eser verdiği tür tamamen kendi seçimiyle alakalıdır bana göre. İlgi alanlarının kılavuzluğunda, anlatmak istediği hikâyeyi en rahat, en doyurucu şekilde hangi tarzda, hangi yöntemle anlatabilecekse onu kullanır. Benim için de aynı şey geçerli. Bir hikâyem vardı ve onu en iyi detaylı bir polisiye gerilimle anlatabilecektim. Ve Ayaz’a son noktayı koyduğumda, seçimimde yanılmadığımı biliyordum. Hikâyemi tam olarak hayal ettiğim gibi yazıya dökebilmiştim. Yazmaya başladığımdan beri hikâyenin beni yönlendirmesine izin vermem de bundandır.
Peki polisiye dinamiklerine bu kadar hâkim olmanı sağlayan şey ne? Diğer türlerde kalem oynatıp iyi bir okur olunca kendiliğinden gelişen bir şey mi yoksa bir polisiyenin başına oturmadan önce özellikle araştırdığın, dikkat ettiğin şeyler oldu mu?
Sadece polisiye değil, yazdığım tür ne olursa olsun, hikâyenin ihtiyacı olan araştırmaları hem öncesinde hem de yazarken, her zaman yaparım. Kurgunun kullanacağı araçları hazır etmek işin gereği. Her türün kendine has araştırma, plan, hatta hesaplama ihtiyacı var. Kimi, polisiye gibi kurgunun yap boz misali yerleştirilmesinde önem teşkil eden detayların hesaplamasında ve teknik konularda ayrıntılı araştırma gerektirirken, kimi tarih ve mitoloji, kimi doğaüstü ve inançlar, kimi ise bilim üzerinden gelişmelerin araştırılmasını gerektirir. Yazar kurguyu inşa ederken içgüdüsel olarak neye ihtiyaç duyduğunu bilir. İş sadece bu içgüdüyü dinleyip yüksünmeden, sıkılmadan gerekli gayreti göstermekte. Her meslekte olduğu gibi bu da yazarlığın emeğidir.
Ayrıca yetiştiğim dönemde Agatha Christie, Arthur Conan Doyle eserleriyle fazla haşır neşir olduğumdan, öteden beri polisiyeyi çok sevmemin, iyi bir okur ve seyirci olmamın katkısını da belirtmem lazım. Muhakkak ki bunlar türün dinamiklerine aşina olmamda büyük rol oynamıştır. Gelgelelim bana göre tür ne olursa olsun, dinamiklere hâkim olmak, tüm araç gereciniz tam olsa dahi, ancak yazarak tecrübe edilip öğreniliyor. Ayaz bu anlamda benim için tam bir okul oldu.
Kalın kitaptan yayıncının da okurun da ölümüne korktuğu bir dönemde piyasanın normlarına uymaya çalışmak yerine 558 sayfalık bir roman yazıp yayımlamanızda senin veya editörünün bir çekincesi oldu mu?
Hayır, benim kesinlikle bir çekincem olmadı. Anlatmak istediğim hikâye bunu gerektiriyordu ve tam anlamıyla bittiğini hissettiğimde koydum son noktayı. Bence yazar olarak bu tür çekincelere kapılırsak, hayal ettiğimiz hikâyeleri eksik bırakma hatasına düşeriz. Kurgu aceleye gelmeyeceği gibi, eksikliği de kaldırmaz.
İyi bir editörün kalın bir dosya karşısında ilk çekincesi, satış konusu bir yana, uzun bir kurgunun okuyucuyu yorup yormayacağıyla ilgilidir. Her dosyada elbette atılması gereken yerler vardır, pek dillendirilmez ama yazarların gereksiz gevezelikleri olur. Fakat usta bir editör bu fazlalıkları ayıklayıp kitabı hak ettiği son haline getirmesini bilir. İşte editör konusunda ben o şanslı yazarlardan biriyim. İşine aşık, özellikle polisiye konusunda çok tecrübeli, yazarıyla her adımda ilgilenen, ilham verici bir editörle çalışıyorum. Bu yüzden Ayaz’ı editörümün ellerine teslim ederken ne benim ne de onun bir tereddütü oldu.
Bu konuda ilginç bir durum var: 558 sayfalık bir kitap bu ama bugünün azaltan, minimalize eden, raf ve standart okurun dostu olan eğilimleri yerine klasik polisiyenin, korkunun o yoğun hacminden taviz vermemişsin. Bunca detaya rağmen okuru sıkıp boğmamak imkânsıza yakın bir durum. Yani konusu bugünü yakalarken, bilmeyen birini Ayaz’ın klasik dönemden bir eser olduğuna ikna edebiliriz. Bunu bilinçli mi yaptın kendiliğinden mi gelişti ve bilinçliyse, nelere dikkat ederek başardın?
Bu bilinçli yaptığım bir şey değil. Ne okumayı seviyorsam ne hayal ediyorsam, anlatmak istediğim hikâye neyi hak ediyorsa öyle yazdım. Öncellikle yazdığım kitabın bir okur olarak beni tatmin etmesi gerekiyor. Ayaz tam olarak okumak istediğim yoğunlukta ve hızda oldu. Sanırım bu da benim klasik polisiyenin ve korkunun bahsettiğin o yoğun hacmini sevdiğimi gösteriyor. Okurken eserin ritminin inişli çıkışlı olmasını, merakımı canlı tutmasını, zihnimi meşgul edip düşünmeye zorlamasını ama en önemlisi olay örgüsüne kendimi kaptırıp karakterlerle akışı tecrübe etmeyi severim. Yazarken de aynı hissi korumaya dikkat ettim.
Ayaz’ın bir polisiye serinin ilk kitabı olduğunu okuyoruz arka kapaktan. Bu seriyle ilgili planların nedir, nasıl bir seri olacak ve yaklaşık da olsa takvimin belli mi?
Evet, Ayaz, Dört Mevsim Cinayet adını verdiğim serinin ilk kitabı. Dört kitap olarak tasarladığım seride her mevsim ayrı bir hikâye anlatacak. Ayaz’ın rafa çıkışının ardından diğer projelere çalışmak için biraz mola verdikten sonra ikinci kitabı yazmaya başladım bile. Geriye kalan ikisinin hikâyeleri de belli. Bir takvimim var tabii ki ama dediğin gibi yaklaşık. İkinci kitabı mümkün olursa bir ya da en geç bir buçuk senede bitirmek istiyorum. Her şey yolunda giderse belki daha kısa sürede. Bildiğin üzere Gerisi Hikâye gibi başka çalışmalarım da olduğu için her ne kadar zamanımın büyük bölümünü seriye ayırsam da aksamalar oluyor. Tabii hayatı da bu denklemin içine katmak lazım. Malum son günlerde koronavirüs konusu tüm dünyayı sallıyor. Ne getireceğini, neleri değiştireceğini kestirmek zor. O yüzden kendime kesin bir tarih koymamakla birlikte, her gün kitabın üstünce çalışmaya dikkat ediyorum.
“Dört Mevsim Cinayet” gibi bir seri planladığını okumuştum. Tüm mevsimlerle cinayet ilişkisini kafanda kurduğunda en uyumlusunun kış olduğuna karar vererek mi başladın?
Az önce söylediğim gibi, Ayaz, Dört Mevsim Cinayet serisinin ilk basamağı. Bir tanışma. Öncelikli olarak kışı seçmemin sebebiyse Ayaz’ın aklıma düşen ilk hikâye olması ve gözümde canlanan ilk sahnenin -ki daha çok görsel bir yazar olduğumu söylemeliyim- karla kaplı bir orman olup beni üşütmesi. Soğuk ve üşümek beni tedirgin eder, bu hikâyenin bana hissettirdiği de buydu. Geri kalan üç hikâye ve seri fikri, hepsinin ortak yanının mevsimler olabileceğini fark etmemle şekillendi.
Ayaz’ın ilk notlarını 2012 sonlarında almaya başlamışsın. Yedi yıllık sabır ve çalışma nasıl mümkün oluyor Beril?
Sıkılıp pes etmemekle, sabır gösterip çalışmakla. Ama şunu söylemem lazım, kitabın üçte biri 2016’ya kadar yazıldı, geri kalanı ise iki yılı buldu. Dedim ya hayat. Bazen çelme takabiliyor. Duraklatıp oyalayabiliyor. Bununla birlikte üretmekten hiç vazgeçmedim. Ayaz’ın üzerinde çalışırken başka projeleri de tamamladım. Bir de içime sinmesi meselesi var tabi. Biliyorsun senelerdir kalem oynatıyorum ve tecrübeli bir hikâyeci olduğum söylenebilir. Ama ilk romanın tecrübesi başka oluyor. Çok şey öğretiyor. Yazdığından tam olarak tatmin olmadan bitti diyemiyorsun. Daha önce bitebilir miydi? Belki. Ama pişmanlığım yok. İnişleri ve çıkışlarıyla yoğun bir tecrübeydi. Verdiğim zamana değer. Ben her kitabın bir vakti olduğuna inanırım. Ayaz da bu vakti bekledi bence.
Bu romanı kadın cinayetlerinin, gündemdeki tatsız olayların etkilediğini söylüyorsun. Bu açıdan baktığında, Ayaz’a başlarken ve bitirdiğindeki duygu durumunu nasıl anlatırsın?
Bu çok güzel bir soru. Başlarken yoğun bir öfke, içerleme, isyan; insaf ve adalet sorgusu ile başladım hikâyeye. Nedenleri, etkileri ve tepkileri, farklı bakış açılarını irdeleme isteği de vardı. Yazarken sorularımın bazılarına cevap bulurken bazılarının daima soru olarak kalacağını, kimsenin kesin bir cevabı olamayacağını fark ettim. Yeni sorularla karşılaştım, hiç düşünmediğim yanıtlar buldum. Ayaz bittiğinde duygusal olarak yorgundum ama bu büyük bir tecrübenin sonunda kimi şeyleri çözümlemenin, kimilerinin ise çözümsüz kalacağını kabullenmenin getirdiği tatlı bir yorgunluktu. Bu hikâye bitmişti. Bir sonraki için hazırdım.
Bizden bu kadar Beril, çok teşekkürler. Eklemek istediklerin varsa tam sırası.
Sanırım söylemek istediğim her şey cevaplarda var. Yeni bir macerada buluşmak üzere, ben teşekkür ederim.
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/2018/05/gerisi-hikaye-roportaj-korku-en-iyi-edebiyatta-yapiliyor.html” target=”blank” background=”#d8363d” size=”6″ icon=”icon: eye”]ŞİMDİ OKU · Gerisi Hikâye Ekibi: “Korku, En İyi Edebiyatta Yapılıyor”[/su_button]