Olympos Antik Kent’te kral mezarının orada nefes kesici bir ağaç gördüm. Bir mabet gibi gizlenmişti. Muazzam bir vahşilik sergilemekteydi. Mezar yolunun büyülü hali içinde birçok ağacın köklerinin toprağın yüzeyine çıkıp yol alışını takip ettikten sonra, yol bitiminde taş bir kapıya benzer yerden geçtiğimde nefes kesici ağaç oradaydı. İlk gördüğüm an, ‘‘Bu ne ihtişam!’’ dedim, ne muhteşem bir alan… Sanki kendi ruhumun, özümün somut haliyle karşılaşmışım gibi kalakaldım olduğum yerde. Gökyüzünü göremiyordum ağacın sık dalları ve yapraklarından. O kadar büyük, eski ve vahşiydi ki… Kökleri toprağın üzerinde yüzüyordu adeta. Küçük bir su birikintisinin diğer tarafında doğru eğilmiş, Ents’ler gibi her an yürüyecek bir hali vardı. Sessizce durdum bir süre önünde, huşu içindeydim. Ellerim istemsizce göğsümün önünde birleşti. İçimden aktı tüm sözler. Bütünleşme hali dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Kendimle, ağaçla, geçmiş ve gelecek tüm zamanlar içinde erime duygusu, toprağın dışına çıkmış kökler gibi zamanın bir parçası olma hali.
Sema Kaygusuz’un Metis Yayınları’ndan çıkan son kitabının ismi Aramızdaki Ağaç. Ne güzel bir kitap ismi. Ayrıca yazarın Barbarın Kahkahası’ndan dört yıl sonra çıkan bu yeni kitabı yazarı severek okuyan, yazmasını bekleyen okurlarında sevinç uyandırmıştır muhakkak. Bu arada hatırlatmak gerekir, 2009 yılında Notos’un açmış olduğu bir soruşturmada “Türk Edebiyatında iz bırakacak yazarlar” listesinin en başında yer alan yazar, 2016 yılında Almanya’nın saygın ödüllerinden Rückert Ödülü’ne layık görüldü. Yazarın kitapları Almanca, Fransızca, İsveççe ve Yunanca gibi dillere çevrildi.
Aramızdaki Ağaç yirmi bir düz yazıdan oluşuyor. Kitabın ilk yazısı olan Dilenci ve Allah’ı okuduktan sonra, bir düz yazının ne kadar katmanlı ve türler arası olabileceğinin tadına varıyor okur. Kitap yaşamdan süzülmüş anılar, yakın tarih, kültür, inanç ve mitolojiyle yoğrulmuş çok katmanlı bir içerik sunmasıyla daha ilk yazıda okuru farklı bakış açılarından görmeye davet ediyor.
ALLAH’I İLK GÖRDÜĞÜMDE sekiz yaşındaydım, uzun boylu, çökkün yüzlü, perişan bir adamdı. Sırtında teneke çuvalıyla bu yoksul adam yalpalayarak bahçemize girdi. Çöplerden topladığı tenekeleri hurdacıya satan yersiz yurtsuz biri gibi görünüyordu. Kirli, darmadağın, dahası ürkütücüydü. Bana doğru yaklaştıkça adamdan tangırtılar tungurtular yükseliyordu. O yaklaştıkça ben geriye kaçıyordum.
Geldi tam karşımda durdu, sırtında taşıdığı çuvalı gürültüyle yere bıraktı. “Acıktım,” dedi. Bön bön baktım. Dilenmemiş, doğrudan buyurmuştu. Koşturarak babaannemin yanına gidip bir dilencinin yemek istediğini söyleyince kadının eli ayağı birbirine dolaştı, telaş içinde bir sofra kurdu onun için. Koca bir tepsiye türlü türlü yemek koyup adama götürdü.
Yazar çocukken yaşadığı bu farklı deneyimiyle her değişik kültürde, çağda, dinde anılan Hızır’ın hikâyesini anlatmasıyla başlıyor yazılarına. Onunla ilk kez karşılaşmasını ve babaannesinin bu dilenci kılıklı adama olan hürmetini… Çünkü babaanne onun kim olduğunu bilecek bir bilgeliğe sahip. Yazar bizi bu nefis öyküsel zamandan çekip Hızır’ın farklı tasvirlerinde, Eski Ahit’ten, Dersim Alevi inancından, Buda’nın sadaka tasıyla dolaşması alıntılarında gezdirdikten sonra, dinin günümüzde kitle kültürüne dönüştürülmesine bütünsel bir geçiş yapıyor. Hızır metaforunun tüm inanç ve geleneklerin içinde erimesine, kaynaşmasına, değişik kılıklara bürünmesinin göz ardı edilmesine karşı, dinlerin artık birer kimlik gibi üstümüze yapışmasını yazar kitap boyunca değineceği meselelerin çekirdeğinden sunuyor.
Berlin’de Türkiye’den geldiğini söylediğinde “Ama şarap içiyorsunuz” gibi tektipleştirici söylemle karşılaşan yazar, bu durumu “kültür katmanlarının tek bir yüzeye indirgendiğinin” hayret verici örneği olarak göstermektedir. Ayrıca yazar, radikal İslam hareketlerini anlamak için teolojiden önce uluslararası siyasi tarihe bakmanın önemini vurgularken Afganistan’ın 1950’lerde bombalanmadan önce nasıl bir yer olduğunu kimsenin anımsamak istememesini bu konu çerçevesinde ele alır. Yazarın tüm yazılarını kapsayacak düşünmek için belki de yer değiştirmeye, hatta yersiz yurtsuz bir alana geçmek gerekir, ifadesi Aramızdaki Ağaç’ı adeta özetleyen bir ifade olarak okurun hatırında kalacak.
Sema Kaygusuz, bu yersiz yurtsuz alandan bakıyor dünyaya, olaylara, yakın geçmişe ya da uzağa. Buradan Bakmak denemesi, bu yaklaşım çizgisinde bir bilim insanıyla Eskimo arasında geçen nefis bir hikâye ile açılıyor. Gröland’da keşfe çıkan iki insan kamp yerine dönmeye karar verirler, fakat epey bir zaman geçmesine rağmen, kendi etraflarında dönüp durarak yolu bulmaktan pek de öteye gidemezler. Nitekim zamanı hapseden, sınırlayan günümüz modern insanına çok yakın duran bilim insanı, “Kaybolduk” diyor, Eskimo’dan cevap ise “Kaybolmadık, şu anda buradayız.” olarak geliyor.
Yirmi bir deneme boyunca mitolojiden efsanelere, çocukluk anılarından tarihe uzanan okurun bu metinlerarası şöleninde kafası karıştığında, yazar, onu Eskimo’nun tutumuyla uyarıyor usulca, kaybolmadın, şu anda buradasın…
Örneğin Hunganga’da adlı yazıda koca memeli, buğday tenli Birsen Teyze’nin anlattığı Hunganga hikâyesi Çakır adlı talihsiz kadının hikâyesine bağlanırken erkeklikle lanetlenen bir kız çocuğunun hikâyesidir anlatılan. Bu hikâye, mitlere doğru götürür yazarı. Kadının kovulduğu, lanetlendiği her yerde kadın imgesinin yeniden doğuşunu anımsatır. Okur, Boğaz’ın mitolojik adının “Boshphorus” olmasından, bilge kadın anlamına gelen “wicca” kelimesinden geçerek, Lilith’in hikâyesine doğru gider bu yazısında. Kadını dışlayan, yok sayan, üstüne basıp geçen, “fallusu dünyanın trajedisine adamış egemenlere” hikâyelerden, mitlerden, Şamanlıktan süzülmüş çok katmanlı bir cevaptır ele aldığı.
Elbette yazarın konu edindiği meseleler, yalnız yaşadığı coğrafyaya ait değildir. Yabancılık ve kaybolmuşluk, uluslararası tanınan yazarın karşısına farklı coğrafyalarda çıkmaya devam etmektedir. Almanya’dan İstanbul’a Yere Düşen Dualar için gelen bir gazetecinin yazarı Türkiyeli olarak etiketlemesi gibi, Avrupa’da katıldığı söyleşilerde hep aynı konuların (Kürt, Ermeni meselesi, Atatürk, ılımlı İslam) çevresinde dönmesi yazara göre kabuğu soyulan kültürel katmanların, zihinlere, dile, yaşama yansımasıdır.
Sema Kaygusuz, Aramızdaki Ağaç’ta bu hayatı kronolojik boyuta indirgeyen ve hikâyeleri sıra düzenli silsileler halinde getiren Khronos zamanından farklı; Kairos’un zamanla kurduğu sonsuz ilişkisinde, geçmişi, geleceği ve şimdi üzerine düşüncelerini kurar. Böylece yazar ‘‘tarihsel ve kütlürel kodların çok ötesine, dünyadaki bütün insanlığın ortağı olduğu kadim hissedişe doğru’’ sözlerini açar. Kitaptaki yazıları da bu şekilde ele aldığımızda, okur olarak yazarın bize sunduğu birbirinin içine geçmiş sonsuz zaman dilimlerinde gezinmenin anlamına varılabilir.
Aramızdaki Ağaç meselesi olan bir kitap. Yazar kültürel katmanların tek bir yüzeye indirilmesinden başlayan yozlaşmayı, inançların uluslararası siyaset arenasında nasıl kullanıldıklarını, kadını “fallusu dünyanın trajedisi yapmış” zihniyetin değerlendirmelerine maruz bırakan anlatılara kadar uzanan pek çok önemli konuyu metinler ve zaman dilimleri arasında gezinerek aktarmaktadır.
Bu sebeple yazar, neyi değerlendirecekse başka yerden bakmaya, farklı pencerelerden konuya yaklaşmaya çalışır.
Anneyi Gör, Öyle Büyü denemesinde, yazar Türk siyasi tarihinin en karanlık isimlerinden biri olan Kenan Evren’den ziyade eşi Sekine Hanım’a çevirir kelimelerini. Kimdir Sekine Hanım? Neden bu kadar silik kalmış ve geçmişi hiç gözler önünde olmamıştır? Buradan devlet ve anne kavramlarına gelen yazar, annelerimizin hikâyesini bilmemizin zorunluluğu üstünde dururken yakın tarihimizin en çok üstünde durulan ismine değil; onun yanında gölge gibi duran eşine ışığı çevirerek okurunun bakışını da değiştirir. Bu noktada devletin simgesi Kenan Evren’le bütünleşirken annenin- gizlenmiş kadının- hikâyesi Sekine Hanım’da can bulur.
‘‘Varsayalım ki çoğumuzun – ki öyle- Sekine gibi bir annesi olsun. İtilmiş, örselenmiş, değiştirilmiş, her bakımdan fakirleştirilmiş, mülksüzleştirilmiş, en azından engellenmiş bir kadın. Biz hepimiz sırf tabiiyetimiz yüzünden öyle bir Havva’nın kasığından düşüyoruz. Toplumu türdeşleştiren, sol ahlaka set çekerek kendini inşa eden ataerkil devletin sadece beden olarak gördüğü kadınlardan ürüyoruz. Onlara baktığımız zaman devletin izini de görüyoruz aynı zamanda. Kadını itaatkâr ve dönüştürebilir bir aygıt olarak gören devlet, erkekliğini bu özüne müdahale edilmiş beden üzerinden ifşa ediyor.’’
Bir başka nefis bir farklı görme biçimi örneğini Müstehcen Kadınlar Bölücü Erkekler’de okuruz. Endonezya’da yaşadığı unutulmaz bir anıyı anlatan yazar, tarlalardan birinde şarkı söyleyerek pirinç toplayan üst kısmı tümüyle çıplak bir kadından bahseder. Kadın tarlada işini bitirip kente doğru ilerlemeye başlar ve şehrin sınıra vardığında ise doğal bir hareketle çıplak olan üst bedenini eteğinden bir parça ile çaprazlama örter. Yazar kadının bu eylemini onun müstehcenliğe adım atması şeklinde yorumlamıştır. Çünkü kadın o tarlada kendine ait özgür alanındadır ve bunun için üst bedeninin çıplaklığı da doğanın bir parçasıdır. Fakat toplumsal alana geçişi temsil eden kentin sınırına varan kadın vücudunu örterek yoluna devam eder. Kent bu noktada kişinin özgür, doğal alanın dışında, toplumsal düzeni ve bu düzenin kurallarını barındırmaktadır. Oraya varıldığın kişi artık otoritenin bir parçasıdır. Şarkı söyleyerek memeleri ortada marketten alışverişi yapamaz örneğin. Bu ancak kişinin mahrem alanında evinde, hatta orada bile sadece yatak odasında olabilir. Tabi perdeleri kapalıysa. Ayrıca yazarın bu gözlemi Endonezya’ya kadar uzanmadan, şu sıralar çevrede örneklerini gördüğümüz çocuğunu emzirmek isteyen annelerin çocuklarını garip bir bez parçası (adına emzirme önlüğü deniliyor) örtmelerini anımsattı bana.
Emzirmek kadar doğal bir eylemin bile ‘‘kentin sınırları’’ içinde ne hale geldiğini görebiliyoruz. Kadının memesinin müstehcenliği…
Kitapta konuşulması bile sakıncalı görülen yakın tarihin adaletsizlikleri, grevleri, hayvanlara yapılan zulümleri, üniversitelerden atılan öğretim üyeleri gibi konuları “şu anda buradasın” zamansızlığında yeniden ses bulur.Yazar, üç kelebeğin hikayesini anlatarak başladığı yazısını Pınar Selek için kaleme almıştır. Yazarın kalemi Pınar Selek’in gözü olurken onun yaşadıklarını sadece televizyon ya da haberlerde geçen bir isim olarak değil; bu sürecin perde arkasında olup bitenlerin insani boyutunu da anımsayarak okuruz .Yani görülenin ardındaki görülmeyen gerçek duygular, yaşamlar ve etkiler… Adaletin bozulan dengesinde, bir insan hayatının ne boyutta etkinlendiği, hatta sadece kendisinin değil, sevdiklerinin de bu süreçte neler çektiğini anlatan bir yazı Üç Kelebek. Nitekim devletin sadece bir sayı, görülecek bir dava, hesabı verilecek bir düzen bozucu olarak gördüğü her bir kişinin tüm bu değersizleştirmelerin çok ötesinde bir yaşamı, duyguları, ailesi, birikimleri, değerleri var.
Nuriye ve Semih’in açlık grevlerini tüm Türkiye takip etti. İki genç insan, 100 bini aşkın kamudan ihraç edilmiş insanın sesi, simgesi oldular adeta. Tıpkı Selek davasında olduğu gibi, devletin düzeni bozan kişiler olarak gördüğü Nuriye ve Semih’e hapisten, zorla beslenmelerine, açlığı bırakmaları için tehditlere kadar birçok şey yaşandı. Nuriye ve Semih’e ithaf edilmiş Açlığı Yaratmak denemesinde, Sema Kaygusuz, ‘‘açlığın direnişini güce sınır gösterme iradesi’’ olarak görür ve ‘‘boş kursağı bilinçli kılar, açlığın hükmedilemezliğini haykırır’’ sözleri, açlıkla yaşamı savunmanın bir susmak değil; kişinin bedeninden, boğazından, kalbinden ve ruhundan geçen yırtıcı bir haykırış olduğunu anımsatır.
Başa dönelim, yazarın bir çocukluk anısıyla devam edelim. Babasının görevi nedeniyle Sarıkamış’ta çocukluğunun üç yılını geçiren yazar, karların erdiği bir mayıs günü çok ilginç bir olay yaşar. Lojmandaki arkadaşlarıyla toplanıp okula giderlerken boz bir karga ölüsü görür. Öğle yemeği için bir kaç saat sonra okuldan çıkıp evlerine giden küçük çocuklar, bu sefer her yerin karga ölüsüyle kaplı olduklarını görürler. Salgın vardır ve yeryüzü küçük bir çocuğun gözünden sarsıcı bir görüntüyle karga ölüsüyle kaplanmıştır. İşte Kabil’in Gömdüğü Habil adlı yazısında karşımıza çıkan karga, artık yazarın zihninde bir imge olarak vardır. Bu imge Kur’an’da kardeşi Habil’i öldüren Kabil’in ceseti nasıl gömeceğini gösteren kargadır. Çünkü tarihimiz kardeşini öldürüp gömmeyenlerin tarihidir ne de olsa. Hatta öldürmeyi bilip de mezar kazmayı bilmeyenlerin…
Alevileri, ezeli bir yabancı olarak görenlerin tarihinde yeniden öldürme ve gözdağı geçmişinin insanın karşısına dikilmesinde olduğu gibi. Nitekim dönüp dönüp yine kendini vuran bir anlatıdır tarih, yarattığı kendi kısır döngü hayaleti, devleti de otoriteyi de ona sorgusuz boyun eğenleri de hep tedirgin edecektir.
Çünkü,
“Babalar susar. Otoriteye itaat eden, doğruyla yanlışı sorgulamadan emir altında kalan kendi babalarının teslimiyetini susarlar. Pişmanlık devreye girdiği anda terk etmeleri gereken kurucu babalarını susarlar. Zaten suç binlere bölünmüştür o birinci kuşak babalar için, görülemeyecek kadar küçülmüştür.”
Sema Kaygusuz’un bir kelime ustası olduğunu belirtmeliyim. Üslubu çok titiz, incelikli. Yazarın son romanı Barbarın Kahkahası’nı okuyunca da bir süre zihnim anlatıma takılı kalmıştı. Nitekim şimdi de bu denemelere dönüp dönüp bakıyorum. İnce işlenmiş, ayrıntıdan ayıklanmış ve yazarın özgün sesini oluşturmuş her bir yazı . Denemeler sekiz sayfayı aşmıyor, çünkü yazar, her bir denemede ne eksik ne fazla söz söylemekten imtina etmiş ve böylece yazıların her bir sözcüğü parlamış. Kitabı okurken birçok yerin altını çizmek gerekiyor, yukarıda da sözünü ettiğim gibi çok katmanlı bu yazılar. Kitapta anlatımın bu kadar özenle kuruluşunun yazarlıkla uğraşan, yazmak isteyenler tarafından dikkatle gözden geçirilmesi gerektiğini söyleyebilirim, çünkü yazar gerçekten özlediğimiz kalitede bir anlatıma ve edebî anlayışa sahip Modern Türk Edebiyatının değerli yazarları arasında yerini almış durumda.
Sözlerimizi kitaptaki son deneme olan Öd adlı deneme ile kapatalım. 7. yüzyıldan beri olan Ud dört telliymiş. Dört telli alete beşinci eklenen kırmızı tel nefsi temsil ettiğinde ud-i kâmil denmiş. Sonra bir tel daha eklenip altı telliye çıkan uda ud-i ekmel yani eksiksiz adı verilmiş. Yetmemiş yedinci tel eklenmiş ve ud-i mükkemmel olmuş adı da aletin. Şimdi biz de bir dost bulalım kendimize, öyle bir dost ki, yoksunluktan, içimizdeki yoksulluktan, adaletsizliğin ruhlarımızı sıkan pençesinden, tektipleştiri, yozlaştırıcı söylemlerden alsın bizi tutsun hikâye hikâye dolaştırsın. Farklı penceler açsın yaşamımızda, bakışımız, gönül gözümün değişsin. Korkularımızda, ışığı gölgemize çevirsin. Yüzyıllardır süren insanlığın tarihinde arasın bulsun bilince işlenen tüm yanılgıları. Kaybolduk sandığımızda, bize Kairos’un zamanını anımsatsın. ‘‘Zaman, iç içe geçmiş hikâyelerdir sadece. Senin ona bir tel eklemene gerek yok, o zaten mükemmeldi.’’ desin. Gelsin bizimle udun tellerini söksün, başa, en başa dönelim. Sözlerden önce, aramızda sadece bir ağaç kalsın; yeniden işleyeceğimiz, kim bilir belki bir sal yapacağımız ve sözün el değmemiş denizine doğru açılacağımız.
Kitaptan birkaç cümle:
- Korku yaymak, en etkin propaganda yöntemidir. Korku, önyargılarımızı şekillendiren ilk duygu katmam. Su buharı gibi kolaylıkla yayılıp çabucak kitleselleşebilir. Tesir ettiği her toplumu soluksuz bırakır.
Dilenci ve Allah, s. 17.
- İnsan ruhunun dünya okulundan devşirmesi gereken yegâne duygulardan biri olan merhamet, ruhsal bir yetenektir. Çünkü merhamet toprağa aittir. Güdüsel, saf ve yabanidir .Başkasının ıstırabını deneyimlemeye gerek duymaksızın ıstırabı hissedebilme mucizesidir.
Periler, s.21-22.
–Hiçbir şeyi, fenalık veya güzellik hiç fark etmez, dışarıdan seyredemeyecek kadar açım bu dünyaya. Bu öyle bir açlık ki, ancak çalıştığım, yazdığım, araştırdığım. yanıtını bilmediğim soruların peşinden gittiğim zaman kendimi doygun hissediyorum. Ben yangını seyredemem anne!
Üç Kelebek, s. 25.
- Kişinin özgün söylemi daima bireyseldir ve bireysellik dediğimiz hazne, ülkeden, kültürel, siyasi ve dinsel bütün aidiyetlerden çok daha geniş bir yuvadır.
Buradan Bakman, s.46.
- Dilin cambazı olmakla dilin soytarısı olmak arasındaki farkı dedikodu üzerinden belirlemek bazen çok kolay bazen hiç kolay olmuyor bu yüzden.
Dilin Kahreden Şenliği ya da Şiir, s. 100.
– İçimden diyorum ki bir dost bulmalı, aramıza bir şey koyacak. Ruhumuzdaki pelteleşmeye alışmaktan alıkoyacak bir dost olmalı. Soyut ve mutlak olanı hatırlatacak biri. Diyelim biri hapse düştü, dostu bir kitaptan söz etsin ona; biri hastaysa öleyazdıysa dostu bir şarkı söylesin lütfen; diyelim biri bocaladı umutsuzluğa kapıldı, dostu kuşlar ansiklopedisinin ilk cildini bulsun sahafta. İlla bir dost olsun aramıza nesne koyacak. Cezaevi yokmuş, kimse işinden kovulmamış, cüppeler ayaklar altına alınmamış, başımıza devlet örmemişler gibi değil, sayısız utanca kepazeliğe rezalete rağmen, insanın en normal halinin, merakta ve şaşkınlıkta türeyen bir ürperti olduğunu anımsatacak biri olmalı. Diyelim bir sazı anlatsın bu dost. Uttan söz etsin örneğin. Yerli yersiz 650 yıllık şarkıları dinletip kısa da olsa zamanın içeriğini değiştirsin.
Öd, s. 113.
1986 yılında Bursa’da doğdu.Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden 2009 yılında Tezer Özlü’nün romanları üzerine yaptığı bir çalışma ile mezun oldu. 2012 yılında Modern Türk edebiyatında yüksek lisans eğitimine başladı; bu dönemde bir süre Paris’te İnstitut National des Langues et Civilisations Orientales’de (İNALCO) Türkoloji bölümünde bulundu. Nedim Gürsel, Timour Muhidine gibi Türk edebiyatı üzerine çalışan yazar ve araştırmacılardan ders aldı. Yüksek lisans eğitimini, Prof. Dr. Yakup Çelik’le yürüttüğü, Fethi Naci’nin eleştiri günlüklerini incelendiği teziyle 2014’te tamamladı. Kocaeli Üniversitesi’nden formasyon eğitimi aldı. Özel bir kurumda edebiyat ve Türkçe öğretmenliğinin ardından, 2016 yılında YTÜ’de Modern Türk Edebiyatı bölümünde doktorasına başladı. 2008 yılında Galapera Sanat Atölyesi’nde Jale Sancak, 2018 yılında Gümüşlük Akademisi’nde Yekta Kopan’la ‘yaratıcı yazarlık’ çalışmasında bulundu. Yazarın Varlık, Arkakapak, Mavimelek, Galapera Fanzin dergilerinde yazıları yayımlandı. Şu anda doktora tezini hazırlamakta ve kendine ait ‘yazıyabeşkala’ isimli blog sitesinde, kitap, söyleşi ve incelemeler kaleme almaya devam etmektedir.