İstanbul’un en karakteristik, en eski semtlerinden biri Yeldeğirmeni… Bugün dünyada, ülkede ve İstanbul’da yaşanan ve bütün yaldızına rağmen bireylerce bir türlü kanıksanamayan dönüşüm, belki başka şehir ve semtlerdeki gibi çirkin, vahşi bir şekilde değil ama geçmişten bugüne gömlek değiştirmesi açısından Yeldeğirmeni’ni de etkiledi. Bugün yeni bir semt, yeni bir yaşam tarzıyla karşımıza çıkan Yeldeğirmeni’ni, tüm hayatı mahallede geçmiş olan Rüzgâr Ceyda Alpak’ın kaleminden yakın zamanda Notabene Yayınları’ndan çıkan Yeldeğirmeni Öyküleri‘nde okuyoruz. Gerçek anılar, gerçek karakterler ve abartısız, akıcı bir kalem…
Tiyatro Panorama’nın ve tiyatro kapsamında çalışan Anniş Kostüm atölyesinin kurucusu olan Rüzgâr Ceyda Alpak’la, bir süre önce parça parça yazmaya başlayıp bir kitaba dönüşen Yeldeğirmeni Öyküleri’ni, semtin dününü, bugününü ve gittikçe artan geçmişe özlemi konuştuk. (Röportaj: Koray Sarıdoğan)
Merhaba Rüzgâr, öncelikle tebrik ederim Yeldeğirmeni Öyküleri’ni… Seni senden dinlemek fena olmaz. Kısaca kimdir Rüzgâr Ceyda Alpak?
Teşekkürler.. Hâlâ çocukluğumu geçirdiğim sokaklarda yaşıyorum. 1994’te Tiyatro Panorama’yı kurdum, sonra tiyatro bünyesinde Anniş Kostüm atölyesini oluşturdum. Çocuklara hayal ettikleri kostümleri dikiyoruz ve minik seyircilerle buluşuyoruz farklı farklı sahnelerde. Yazmak, yönetmek ve tasarlamak arasında mekik dokuyorum genelde. Kalan zamanlarda hayvanlarla ilgileniyorum. Betonlaşmış şehrin sokaklarına, parklarına meyve fidanları dikmeye çalışıyorum. Ve sinema alanında bir şeyler yapabilmek için sinema ve senaryo yazmak üzerine araştırmalar yapıyorum.
Çocukluğundan bu yana biriktirdiğin insanlar ve olayları anlatıyorsun. Kitap aşamasına nasıl gelindi, bir gün mutlaka yazacağını biliyor muydun yoksa sonradan mı gelişti?
Anılar sen istemesen bile kafada bir yerlerde duruyorlar. Bazen bir kaldırım taşı, bazen bir isim, bazen bir kokuyla birlikte çıkıveriyorlar ortaya. Kadıköy, Yeldeğirmeni ve Moda’da çok fazla anım var. Yazmayı hiç düşünmemiştim açıkçası, zaman zaman arkadaş arasında anlatırdım, sonra yakın bir arkadaşım kolektomani.com için yazar mısın diye rica edince birkaç hikaye yazdım, yazdıkça daha fazla şey hatırladım ve daha fazla yazdım. Sonra mahallemize bir yayınevi açıldı, adettendir gidip birkaç kitap aldım hoşgeldiniz dedim, bu şekilde başlayan ilişkimiz kitabın basılmasına kadar gelişip bugüne kadar geldi.
Anı niteliğinde birer öyküyle anlatmışsın tüm isimleri ve olayları. Hiç kurgulanan olay veya karakter var mı anlattıklarında?
Hikâyelerdeki ana karakterler ve olaylar gerçek. Sadece anlatının akışkanlığı için bazı detaylar, bazı yan karakterler kurgu. Yani başka bir deyişle; kitabın %90’ı gerçek kişi ve olaylardan oluşuyor diyebilirim. Ve bu harika bir şey çünkü sokakta kol kola yürüdüğüm, bahçesinde likör içtiğim, paskalya yumurtası boyadığım karakterlerim var.
Peki Yeldeğirmeni Öyküleri’ni salt bir anı tutanağı olarak mı almak lazım yoksa bir nostalji arayışı/arzusu gibi de görebilir miyiz?
Aslında her ikisi de. Bazı karakterlerin gerçekten şahsına münhasır olduğunu düşünüyorum. Ve mutlaka bir yerlerde kalmaları gerektiğini. Nostalji arayışı ise her daim var. Aslında insan aynı insan, kalp aynı kalp ama duygular ve ilişkiler başka, neden, cevabı o kadar kolay değil ve uzun…
Anlattığın karakterlerden kitaba yetişen, kitabı okuyup yorumlayanlar var mı? Kendilerini bir kitapta gördüklerinde insanların yorumu nasıl oldu?
Hepsi okudu elbette kitabı. Kendilerini bir kitabın sayfalarında bulmanın keyfini çıkardıklarını söyleyebilirim. Sadece içlerinden birisi, içime işledi dedi. O da “Öldükten sonra hatırlamaz beni hiç kimse diye düşünüyordum, artık evlerin kitaplığında sonsuza dek yaşayacağım,” gibi bir yorum yaptı.
Birer anı-öykü değil de Yeldeğirmeni’ndeki geçmişine dair bir roman yazacak olsan kendin dışında kimleri başkahraman yapmak isterdin? Hikâyesi ağır basanlar kimdir hafızanda?
Kesinlikle Emel teyze, yani Yanula. Derin ve iz bırakan hikayeleri var eşi Selahattin amcayla. Hayatın ona dayattığı tüm zorlukların karşısında bırakın yıkılmayı, titrememiş bir kadın.
Zamana direnmek maalesef imkansız. Peki Yeldeğirmeni’nin bugünkü değişimini nasıl buluyorsun, İstanbul’daki dönüşüme nispeten yine de sempatik bir doku mu oluşuyor semtte yoksa yabancılıyor musun?
Yeldeğirmeni’nde gözle görünen bir değişim var. İstanbul’daki genel değişime kıyasla oldukça masumane bir değişim aslında. En azından kentsel dönüşüm yok semtte, bu da sevindirici elbette. Son yıllarda açılan kafeler yüzünden semt oldukça yüksek rayiçli bir semt haline geldi. Kafeler teklif verdikçe eski kiracı olan esnaf çıkarıldı, yerine yine kafe açıldı. Bazen keyifli gelse de, o eski dokuyu özlüyoruz. Ama en çok çocuklar için üzülüyorum, o sokaklarında özgürce top oynadığımız, bakkal Yusuf’tan buz gibi gazoz içtiğimiz, kar yağdığında yokuşlarından kaydığımız Yeldeğirmeni yok artık.
Yeldeğirmeni özelinde değil de İstanbul hatta Türkiye genelinde değerlendirirsen ne dersin yaşadığımız değişimle ilgili? Geriye güzel şeyler kalacağını öngörüyor musun yoksa daha mı pesimistsin?
Bazen ciddi anlamda umutsuzluğa kapılıyorum. Özellikle kentsel dönüşüme girmiş semtleri görünce. Geride onlara, geçmişe ait kalan hiçbir şey yok. İnsanın canı acıyor o uzun binaları, bahçesiz, ağaçsız sokakları görünce. Camını açıp hava bile alamayacağınız evler. Bugün Göbeklitepe’ye bile beton döktüğümüzü, Kapadokya yeraltı şehirlerinin Japonlara peşkeş çekildiğini, antik anfi tiyatroların restorasyon adı altında mermerler ile onarıldığını düşününce umutsuz olmamak elde değil tabi. Güzel şeyler bırakma konusunda da bırakılmışı korumak konusunda da pek başarılı olduğumuzu düşünmüyorum.
Saygı, paylaşım, samimiyet, vesaire… Bugün kaybettiklerimiz arasında en kilit noktada olan hangisi sence? Bunu Yeldeğirmeni özelinde de daha genel bir ölçekte de ele alabilirsin.
Zaman geçtikçe sahte ve sanal bir hayat yaşamaya başladık. Tam olarak kırılma ne zaman gerçekleşti emin değilim ama 2000’lerin başı galiba, 80ler, 90lar böyle değildi, tabii ki yine sorunlar vardı ama yozlaşma ya da yalan hayat mevzusu bu derece ele geçirmemişti toplumu. Artık arkadaşlıklar, evlilikler hepsi havada asılı kalıyor. İnsan ilişkileri çıkar ve özentiden bağımsız ayakta kalamıyor. Bu da yanında birçok olumsuzluğu beraberinde getiriyor. Bencilleşiyoruz hızla, bu da saygıyı ve paylaşımı alıp götürüyor. Herkes önce ben diyor çünkü. Ama bence kilit noktada sevgi var. Sevgisizleşiyoruz ve bu çok korkutucu. Sevgimiz tükeniyor, insanlara, hayvanlara, ağaçlara, doğaya, kendimize.
Adettendir, sonraki kitap planını sormak lazım. Bundan sonra neler yazmayı planlıyorsun?
Şu anda okul sezonu olduğu için tiyatro ve kostüm işleri çok fazla zamanımı alıyor ama Haziran’dan itibaren yeniden yazmaya başlayacağım. Kafamda 2 kitap projesi var; Kadın Öyküleri ve İstanbul Manzaraları! Önce Kadın Öyküleri’ni bitirip yayımlatmaya çalışacağım. O kitabın da yaklaşık %70’i gerçek kişi ve karakterlerden oluşuyor olacak, Türkiye’de kadın olmak nasıl birşeydir’i anlatacak.
[su_button url=”https://notabene.com.tr/index.php?id_product=562&controller=product” target=”blank” background=”#d43839″ size=”6″ icon=”icon: shopping-cart”]Yeldeğirmeni Öyküleri Tanıtım Bülteni ve Satın Alma Bağlantısı İçin Tıklayın[/su_button]
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)