[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/dosya-turkiyede-yazar-yayinci-okur-iliskisi” target=”blank” background=”#d43839″ size=”10″ icon=”icon: shopping-cart”]Bu içerik KalemKahveKlavye’nin “Yazarla Birlikte Yol Almak: Türkiye’de Yazar – Yayıncı/Okur İlişkisi” dosyası kapsamında yayınlanmıştır. DOSYANIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN[/su_button]
Mayıs ayında uzunca bir masaya kurulmuş sohbet eden bir grup insanın arasındaydım. Orada bulunma amacımız Koray Sarıdoğan ve Yazım Kılavuzu ekibinin organize ettiği Edebiyatta Alternatif Türlerin Yükselişi üzerine konuşmak, görüşlerimizi dile getirmekti. Korku, bilimkurgu, fantastik kurgu ve polisiye yazarları, editörler ve en çok da okurlar olarak orada, masadaydık.
Uzun sayılabilecek bir zamandır bu işlerle uğraşıyordum. Her üç türde de öyküler yazmıştım. Hatta korku sosuna bulanmış bir iki polisiye hikâye karalamışlığım bile var. Genelde kendine edebiyatçı diyen insanların uğraştıklarının dışında alanlarda kalem oynatan biriydim. Yazıyor, araştırıyor, bildiklerimi öğrendiklerimi anlatıyor, kendim gibilerle bir araya gelip çok sevdiğim türlerle ilgileniyordum. Zaman, istikrar ve eylemde ısrar, size kendince kıymetli birtakım şeyler kazandırır. Bunlardan biri de yaptığınız şey hakkında bir fikir ya da geriye kalan tortu bırakmasıdır. Kabaca, kültür böyle bir şeydir. Korkuyu yazmakla, düşünmekle, araştırmakla geçirdiğim süre içinde öğrendiğim şey bu sıralar pek yüz verilmese de uğraştığımız türlerin hiç de alternatif olmadığı, en başından beri edebiyatı omuzlarında taşıyan sütunlardan olduklarıydı.
Peki bugün bu fikre, yani korku, bilimkurgu, fantastik kurgunun Türkiye’de edebiyat çevreleri tarafından çorak topraklar olarak anılması durumuna nasıl gelmiştik? Bu başka bir yazının konusu olabilir.
Çizgi roman dünyasının duayenlerinden, sevgili dostum Devrim Kunter bu gibi yazıların, söyleşi ve konuşmaların bir yerden sonra, ele geçen ilk fırsatta (ve belki de kaçınılmaz olarak) bir tür sızlanmaya, dertlenme metnine döndüğü hususunda ısrar eder. Ve karşısına çıkan birçok örnekte olduğu gibi haklı olarak yerer. Ancak bu defa kendisinin eleştirisine katlanıp bazı şeyleri, düpedüz ortada olan, o dahil hepimizi canından bezdiren bir mevzuyu anlatmanın zorunlu olduğunu düşünüyorum.
Bu yazıda anlatacaklarım bahsi geçen türler üzerinde çalışırken en çok karşılaştığımız şey hakkında olacak. Sadece bizlerin, yazmaya tür hikâyeleri ile başlamış yazarların yaşadığını zannediyorsak da daha yaygın olan bir probleme işaret etmek istiyorum. İlginç bir şekilde edebiyatın bütün dalları için geçerli olduğunu gördüğüm, Türkiye’de yazmak, anlatmak, söylemek isteyen herkesi ilgilendiren bir durum bu.
İlk bakışta yazmak tek başına yapılan bir eylem gibi görünür. Yapısı itibariyle bir film ya da bir tiyatro oyunu gibi ekip gerektiren bir iş değildir. Senaryo, giyim, sanat ekipleri, kamera operatörleri, oyuncular, yapımda emeği geçen herkes… Bir kitapta bu kadar kişi çalışmak zorunda değildir, haliyle. Aslında araştırmalar esnasında epey yararlı olabilirler. Ya da bazı yazarların aslında genç asistanlarına kitaplarını yazdırdıkları kulağınıza çalınsa da yazarlık tek kişinin yaptığı bir iş gibidir. Yanılgının büyüğü de budur. Aslında yazmak da bir ekip işidir. Yukarıda bahsi geçen herkese ihtiyacınız vardır. Ama nedense hepsini aynı kişi yapar: o kişi de kitabın altında imzası olan yazardır. Öğrenilmiş bir şizofreni ile reji de olursunuz, aktör/aktris de. Sanat ekibinin gözü ve eli olur mekânları, sahneyi yaratırsınız. Her şeyi öğrenmeniz gerekmektedir. Elbiselerin rengini, oyuncuların tipini, yaşlarını, cinsiyetlerini, zamanı, mekânı. Hepsini tek başınıza seçmek, oluşturmak, kesip biçmek, ilk okumasından son düzeltmesine kadar anlatının tamamını oluşturmak zorundasınızdır. Şanslı olduğunuz birkaç durum haricinde –ki bunlar anlayışlı, sizinle aynı frekansta olan bir eş dost ya da vaktini, enerjisini sizle paylaşmaya yanaşan bir editördür- hepsi sizsinizdir. Kendi kurguladığınız sahnelerde, uydurduğunuz kahramanlara, seçtiğiniz elbiseleri giydirir, onlar gibi konuşup anlatır, üzülür, sevinir, bu durumu teker teker anlatır ve (en keyifli kısmı geliyor) gözleri fal taşı gibi açılmış yapımcılarla çevrili olmadığınız için kitabınızın son sahnesinde amaçsızca helikopter patlatabilirsiniz. O dillere destan yazar kaprisimiz biraz da bu durumla ilgili olabilir.
Sonra gidip bu çok özel süreçlerden geçerek hazırlanmış eseri düşük bir yüzde ile, reklamını yapmayacak, imza günlerinde sizi unutmaya meyilli, sizden daha fazla dertlenen, neredeyse basmak için para isteyecek bir yere teslim edersiniz. Sanatın, kültürün, yüksek ahlakın merkezi olmak dışında hiçbir işlevleri olmadığını savlayan birer tapınak görünümündeki bu yapılar azıcık tuhaftır. Zira işletme olduklarını en son söylerler. Belki de kendileri bile son anda, vergi ödeme günü gelip çatınca fark ediyorlardır, bilemeyiz. Yine de piyasa şartları zorlayınca erdemli editörlerin sıvıştığına, toplantılara satış pazarlamacıların daha sık katıldığına şahit olursunuz.
Dosyanın konusu olan Yazarla Birlikte Yol Almak kavramı biraz da bu işletmelerle ilgili bir tespit aslında.
Dinleyici olarak katıldığım bir konuşmasında sevgili Murathan Mungan günümüzde yayınevi sayısının yirmi yıl öncesine göre onlarca kat artması ile eserin edebi kalitesi arasında bağ olduğunu, bu ilişkinin de ters orantı olduğunu söylemişti. Yer yer haklıydı da. Muazzam bir kaosun getireceği tek şeyin yıkım olacağı konusunda da sezgileri onu yanıltmıyordu. Edebiyatın, yayım dünyasının sona doğru yaklaştığını düşünüyor olabilirdi. Öte yandan, düşüşü işaret eden yayınevlerinin değişimi ıskalıyor olma ihtimalini göz ardı etmemek gerekliydi.
Giovanni Scognamillo 60’larda sinema, 70’lerde tuhaf olaylar ve gizemler, 80’lerde video kasetler, 90’larda sinema ve edebiyat ama en çok da türler üzerine yazarken hep yanlış anlaşılmış, işleri tebessümle takip edilmiş bir sanatçıydı. Hep kendini izah etmesi gerekti. Neden ilgileniyordu bu şeylerle! Noluyordu? Bir nesil, doğru nesil, onu anlayacak insanlar gelene kadar beklemesi gerekliydi. Aslında böyle bir beklentisi de yoktu, kendisinin. Ancak uzun bir hayat yaşadı ve bizim kuşak kendisini görene kadar var olmayı bildi. Murathan Mungan’ın aksine, gelecek onu korkutmuyordu.
Günümüzde çoğu köklü yayımcının içine düştüğü düşünsel girdap bu aslında. Geleni göremedikleri için gelişime yön verememek insanları korkutuyor. Kontrolleri ya da görüş alanlarının dışında oluşan şeyler, takip edemedikleri eserlerin piyasada yer edinmesine karşı bir refleks ile kendilerini anlatıyorlar. Bizim yazdıklarımıza mesela alternatif tür bunlar, diyen var. Dünyanın içine düştüğü bunalımı bahane edip edebiyatın kültürden ve güzel sanatlardan uzaklaştığını iddia edenler mevcut. Devrim Kunter’in sızlanma teorisinin türlü halini görmek mümkün.
Bir yazarın bu noktadaki yeri ne peki?
Yukarıda yazarlığın bir Yalnız Kurtluk, Tek Adamlık, Bronz Çağı Kahramanı edasıyla yapılan bir meslek olduğundan bahsetmiştim. Yayınevlerinin parlatmaya, yatırım yapmaya karar verdiği, kartlarını doğru oynayan ve de kaçınılmaz olarak çok iyi yazan bir yazar değilseniz bu meslekten bekarlık hali artarak devam eder.
Örneğin; Türkiye’de çevresi zayıf, ortalama bir yazar sadece yazar değildir.
Aynı zamanda tek ya da başlıca müşterisi kendisi olan bir PR ajansıdır. Huysuz, motivasyonu pamuk ipliğine bağlı ve son derece nazlı birinin dertli menajeridir. Yeri geldiğinde kitaplarını imza günlerine taşır. Lojistikten yırttığı zamanlarda da organizatörlük şapkasını takmayı bilmelidir. Etkinliklerini sadece duyurmaz, bir avcı gibi fırsatların peşine düşer. Onları fark eder, sürer, kovalar, uygun zamanında oklar ve avlar. Parçalar, yer ve geriye kalan şeyleri, rahmetlinin en son hücresine kadar değerlendirmek üzere saklar. Dergilere yakın, sergilere komşu, editör ve yayıncı için can dost olması lazım gelir. Sadece benzer şeyleri yazan –ki zaman içinde aynı dertlerden mustarip olduklarını fark edip yakın arkadaş olacakları- yazarlarla değil çeviri eserlerle de rekabet halindedir.
Böyle bir yazar olmanın iyi tarafları da yok mudur? İnsan çilesine aşık olur mucibince iyi şeylerin de bir yerden sonra görünür olduğunu, keşfedilebildiğini unutmamak lazım.
Örneğin keşfedilmemiş bir yazar olmak, radarın altında uçmak demektir. En sığ yerleri bile tarayan, fennin ulaştığı son raddede bir radarın altı bile ağacın, dağların, denizlerin zirvesi sayılır. Özgürsünüzdür. Kimse sizi gözlemiyor, karışmıyor, aramıyorken dilediğinizce yazıp kendinizi, kaleminizi, yazarlığınızı keşfedebilirsiniz. Yöntemlerinizi, imzanınızı geliştirme şansınız vardır. Basım yayım dünyasının devasa bir endüstri olduğunu, canavarı – makineyi beslemek için çok hızlı üretim yapılması gerektiğini unutmamak lazım. Bir kalıptan çıkmışçasına görünen düzinelerce kitap yazmaktansa ruhu olan birkaç eser verme şansınız vardır.
Bugüne kadar birden fazla yayınevi ile çalışma şansım oldu. Kurumsal yapının yanı sıra oradaki editörlerle, satış pazarlamacılarla, dağıtımcılarla sıkı sıkıya temas ettim diyebilirim. Bu yazının hatta dosyanın da konusu olan durumu, olayları dile getirdiğimde son derece mantıklı, tatmin edici cevaplar aldığımı da söylemeliyim.
Burada durup bir şeyin altını çizmem gerektiğinin farkındayım. Yazımın konusu kesinlikle dertlenmek değil. Tabii ki bugüne kadar ben ve arkadaşlarımın, ustalarımın ve de gelecekteki meslektaşlarımın yaşadığı durumları, biraz da sohbet edasıyla dile getirmek istedim. Ama bunları yazmamdaki asıl amacım daha başka.
Bir yazarla birlikte yürüyen yayınevi mefhumunu anlatmak istiyorum. Haliyle senelerini senelerini doğaüstü şeylere, korku, fantastik ya da bilimkurgu varsayımsal kurgu türlerine vakfetmiş biri olunca ister istemez Yazarının Yanında Durmayı Bile İsteye Kabul Eden Bir Yayınevi gibi uçuk şeyler uyduruyorsunuz. Kabul, ütopik. Ancak imkânsız değil.
Bir yayınevinin “işte bu bizim yazarımız” demesi noktasında genelde şöyle cevaplar veriliyor.
“Yazardansa esere odaklanırız.”
“İçerik ve biçem en önemlisidir.”
“Eserin edebiyata katkısı bizim için en önemli konudur.”
Söylenmeyen şeyler ise şunlar.
“Çeviri basıyoruz. Dünya çapında kendini ispatlamış yazarlarla çalışmak ekonomik ve prestij anlamında daha mantıklı.”
“Risk almak yerine çeviri yayın haklarını satın almak daha kolay.”
“Yetenekli yeni yazar pek çıkmıyor.”
Bu iddialar havada uçuşurken birkaç cevap da akla geliyor. Mesela, en basit haliyle aradıkları yetenekli yazarı fark edecek donanıma sahip değildirler, diyorsunuz. Sattıkları kitapları sevmiyorladır. On, on beş, yirmi yıl öncesine gitmeye gerek yok. Yakın zamanda bile alt dallardan bihaber editörlerin elinde harcanan, kendi edebi normlarına uymadığı için terslenen (reddedilmek değil) yazar ve eserlerin haberleri geliyor kulağımıza.
Belki de iyi bir editörle ya da yayıncı ile çalışma imkanı bulsa ileride iyi eserlere imza atacak birine yapılacak her türlü destek bir yatırımdır. Çoğu zaman bu yatırımın kısa, orta vadede bir getirisi de olmayabilir. Yeterince yetenekli bir yazarla karşılaşılmamıştır. Ya da bir iki kitap sonra başka yayınevine kaptırılabilir. Kendine has bir yayın akışı yaratmak yerine esen rüzgâra göre konum alıp eser basmak (doğrudan piyasa şartlarına uyum gibi algılanmasın diye araya aykırı birkaç eser serpiştirerek, kamufle ederek hem de) belki daha dinamik, diri tutuyordur yayınevini.
Ancak edebiyata bir katkı sunabilmeye odaklanan yayıncıların çeviri basarak dünya edebiyatına buradan bir yazar katabileceklerini düşünmelerine anlam veremiyorum. Yapabilecekleri katkının kitabın çevirmeni ya da çeviri editörünün edebi niteliği –ki çoğu zaman ve de fısıltıyla olsa da edebi müdahalelerden ziyade redaktörlük yapmak zorunda kaldıklarını itiraf ediyorlar- kadar olacağı ortada. Bu halde bile gelişim vaat etmeleri düşündürücü. Bir şeyler yanlış. Yerine oturmayan bir şeyler var, dostum. Lanet olası sektörün hali ne böyle, ha!?
Değişen dünyayla beraber tanıtım maliyetlerinin ve ortamlarını da değişmesi söz konusu. Çoğu yayınevi kendini bu yeni ekosistemde ne kadar iyi ifade edebiliyor, nereye reklam, nereye tanıtım için teşvik vermesi gerektiğini bilemiyor olabilir. Herkesin ağzını sulandıran sosyal medya fenomeni, kişisel hesabıyla bir etki sahibi olan internet personaları sanıldığı kadar büyük başarılar yakalayamıyorlar. Ya da yeni nesil yayın mecraları, Wattpad ünlüsü yazarlar. Yüzbinlerce genç yazar arasından yüz tane bile başarıyı yakalamış yazar sayamıyorsunuz.
Kitapların kendi kendine satması beklenildiği için zaten duyulmuş olan isimlerle yola çıkmak cezbedici geliyor olabilir. Çoğu yayınevinin bu yatırımı yapmaya imkânı ya da gönlü olmuyor. Ama öbür türlü bir beklenti içine girilmesine anlam veremiyorum. Belki hak verirsiniz. Nereden baksanız haksız bir rekabet var, ortada. Üstelik yayınevleri böyle yaparak kendilerini, beş yıl sonraki yayın hayatlarını da baltalıyorlar. Ellerinde oradan oraya gidip gelen birkaç eski yazar ya da ilk kitabını bastırma heyecanıyla gelen yetenekli ama yazmayı bilmeyen, henüz kendini keşfedememiş yazarlardan fazlası olmuyor.
Yazarıyla beraber, onunla birlikte büyümeyi tercih eden küçük ölçekli yayınevleri her zaman bir facia olmuştur. Bu tarz işletmeler(!?) genelde kitap değil vaat ve umut alıp satmaya odaklı oluyorlar. Hayal kırıklıkları ve buhran genelde merdiven altı yayınevlerinin daha da yeraltına itilmesinin ya da kapatılmasının başlıca sebebi sayılabilir, belki.
Aslında bütün bunların sanat tarafı güneşe çevrilmiş ve bütün ışığı aldığı için o yanı görünen bir endüstri olduğunu unutmamak gerekiyor. Saydıklarım ise bir Araştırma–Geliştirme faaliyetinin gerekleri, maliyeti ve faydasından başka bir şey değildir.
Bir yayınevinin desteği ya da sıcak bir kabulü ile iyi bir yazarın çok iyi eserler ortaya koyması mümkün diye düşünüyorum. Aslında söylemek istediğim şey tam olarak bu. Yazarın, insanın macerasında yerini alabileceği, edebiyata katkısını sunabileceği işler yapmaya vakti, huzuru, enerjisi, isteği kalabilir. Tek başına alması gereken mesafeleri aşar. Bir fikri olmadan yapmaya çalıştığı reklamcılık, menajerlik, PR, organizatörlük, lojistik gibi uğraşlardan sıyrılarak yazar olmaya odaklanabilir. Her iki kitapta bir yeni yayıneviyle çalışmak zorunda kalmadan ya da uzun aralarla, küskünlük yaşamadan yazmaya devam edebilir. Yeni birileriyle tanışmak, yeni bir kurumsal kültürün ve perspektifin elinde yeniden şekillenmek, yeni bir evi bir yuva olarak kabul etmek zorunda kalmayacağı için daha çok kendi olabilir. Geriye kalan her şey, bilinirlik, okur sayısındaki artış, kültüre katkı ve en sonunda da başarının sırrı burada saklı olabilir.
Belki de yapmamız gereken şey doğru yere odaklanmaktır.
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/2018/05/gerisi-hikaye-roportaj-korku-en-iyi-edebiyatta-yapiliyor.html” target=”blank” background=”#d43839″ size=”6″ icon=”icon: bookmark”]ŞİMDİ OKU | Gerisi Hikâye Ekibi: “Korku, En İyi Edebiyatta Yapılıyor”[/su_button]
[su_divider top=”no”]
Görsel: Joey Guidone