Yasemin Özek’in sınır tanımayan bir aşkı kaleme aldığı, Angeliki ile Mehmet serisinin ikinci romanı Bu Böyle Yarım Kalmayacak Epsilon’dan çıktı. 70’li yılların Beyoğlu’nda, bir meyhanecinin kızı olan Angeliki ile bir ciğercinin oğlu olan Mehmet’in arasındaki aşkı anlatan serinin ilk kitabı da Epsilon logolu yeni baskısıyla raflarda yerini aldı. Okurlar, bir yandan Angeliki ile Mehmet’in çarpıcı aşk hikâyesine şahitlik ederken diğer yandan bu sürükleyici aşka eşlik eden şarkıları kitapların sonundaki karekodlardan dinleyebiliyor.
Yasemin Özek’le kitaplarını ve arka planını konuştuk.
Angeliki ile Mehmet serisinin ikinci kitabı Bu Böyle Yarım Kalmayacak okuruyla buluştu. İki romanda da etkin olan eskiye dönüş, nostalji ve zaman kavramları özellikle seçtiğiniz temalar mı yoksa hikâye önce mi geliyor?
Dönem hikâyesi yazmayı çok seviyorum. Hem araştırma kısmı hem de bilmediğim bir zaman dilimine yolculuk yapmak bana müthiş bir haz veriyor. Özellikle bazı semtlerin ve dönemlerin unutulmaması gerektiğini düşünüyorum ve sanırım anlatmak istediğim hikâyeler de buna paralel gelişiyor. Nitekim Angeliki ile Mehmet ve Bu Böyle Yarım Kalmayacak romanlarını yazmaya karar verdiğimde, nerede veya hangi yılda geçeceğini bir an bile düşünmedim. Sanki birbirlerini doğurdular ve tek bir cümleyle hayatıma girdiler. “Yıl 1970… Yer Beyoğlu… Bir yanda Rum kızı Angeliki diğer yanda Türk delikanlısı Mehmet…” Her şey bu cümleyle ve daha cümleyi kurarken bile hissettiğim o heyecanla başladı.
Angeliki ve Mehmet’in aşkı bu ülkede çok tanıdık olduğumuz bir hikâyeyi anlatıyor. Bu topraklar birçok karşı kıyı aşkına ev sahipliği yaptı. Peki Angeliki ve Mehmet tanıdığınız birileri mi? Onları oluştururken ilham aldığınız gerçek insanlar oldu mu?
Angeliki ile Mehmet’in gerek karakterleri gerek de yaşadıkları aşk hikâyesi tamamen benim kurgum ama tabii ki etkisinde kaldığım bir sürü gerçek detay içeriyor. Beyoğlu, 1970 senesi, Rum – Türk aşkı dediğinizde kaç tane kırık kalp, kaç tane hikâye vardır. Bu gözle bu semtte yürümeniz, döneme şahitlik etmiş kişilerle sohbet etmeniz, anılarını dinlemeniz bile size pek çok şey katıyor. Karakterler kurgu olsa da en nihayetinde hikâyenin geçtiği dönem gerçek olunca birilerinin benzer şeyleri yaşadığına eminim. Nitekim Angeliki ile Mehmet’i okuyan 80 yaşlarındaki Rum bir hanımefendi bana ulaşıp Angeliki ve ailesini tanıyabilecek birilerini, hikâyenin devam kitabı için nerede yaşadıklarını öğrenebileceğini söyledi. Karakterlerin kurgu olduğunu söylediğimde çok şaşırdı ve bana “Ama nasıl olur, Kültür Sarayı’nda (AKM) sahiden yangın çıkmıştı o gece, Ramazan’dı, meyhaneler de kapalıydı” dedi. Balık Pazarı’nda kitapta anlattığım gibi bir yaşam olduğunu söyledi. Bir yazar olarak bu kitabı yazdığım için en mutlu olduğum andı diyebilirim.
İki kitapta da sadece aşkı değil, iki ayrı kültürden gelen ailelerin sosyolojik bakış açılarını, yaşam tarzlarını da anlatıyorsunuz. Kitabın yazım sürecinde nasıl bir hazırlık yaptınız?
Kişisel merakımdan dolayı Rum kültürüne oldukça aşinayım. Ayrıca anneannem 30’lu yıllardan itibaren Beyoğlu’nda yaşadı, annemin gençliği de aynı yıllarda Beyoğlu’nda geçti. Ailemin, Rum, Ermeni, Musevi bir dolu komşusu vardı dolayısıyla bana da anlattıkları sayısız anı. Ama tabii ki kültürü daha iyi tanımak adına gerek Rum dostlarımla gerek o dönem Beyoğlu’nda yaşamış kişilerle sayısız sohbetler ettim, her iki kültürünü o yıllardaki âdetlerini, özel günlerdeki ritüellerini araştırdım. Bina bina Beyoğlu’nun 70’li yıllardaki krokisini çıkartıp yazı masamın karşısına astım. O yılların bütün Hayat mecmualarını toplayıp günlük hayatları, kıyafetleri inceledim. Hikâye her ne kadar kurgu olsa da gerçek olaylara yer verdiğim için önemli günleri kaçırmamak adına takvimlere baktım. Nitekim yukarıda da söylediğim gibi AKM yangını gecesi, yani 27 Kasım 1970 tarihi Ramazan’a denk geliyordu. Dolayısıyla Angeliki’nin çalıştığı meyhane o sırada kapalı olmak zorundaydı, hikâyeyi ona göre kurdum. Serinin devamı olan Bu Böyle Yarım Kalmayacak romanında Beyoğlu’ndan sonra Selânik de hayatımıza girince bu sefer de Selânik’le ilgili kitaplar girdi hayatıma. Benim için en az yazım süreci kadar keyifli bir dönemdi.
Beyoğlu’nun, herkesin hasretle anladığı güzel zamanlarından 70’lerde geçen bir aşk hikâyesi ile yola çıktınız. O dönemi yazma fikri nasıl doğdu?
Bir aşk hikâyesi anlatırken aşkın geçtiği dönemin, semtin ve şehrin de aynı masalsı havada olmasını istedim ki 70’li yıllar pek çok açıdan bana bunu verebildi. 70’li yıllar, bugün tamamen kaybettiğimiz pek çok güzellikle, değerle dolu. Dolayısıyla hikâyenin geçtiği Beyoğlu semti, özellikle o dönemlerdeki “kültür mozaiği” tanımının hakkını sonuna kadar verdiğinden, ister istemez hikâyenin baş karakterlerinden biri oldu benim için. Sadece Beyoğlu da değil… Aslında İstanbul’un her köşesi cennet o vakit; dört bir yanından denize giriliyor, Belediye Gazinosu’nda Gönül Yazar, Zeki Müren gibi sanatçılar sahne alıyor, Hilton’da çay partileri düzenleniyor. Capcanlı, rengârenk, naif ve çok sahici bir dönem. Hâliyle Angeliki ile Mehmet’i ve yaşadıkları aşkı başka bir dönemde yazmayı asla düşünmedim.
“Angeliki ile Mehmet biraz da Beyoğlu’na gönül borcu”
Romanların iki temel öğesi: Beyoğlu ve aşk… Sizce 70’lerden bugüne Beyoğlu’nda ve aşkın algılanışında, yaşanışında neler değişti?
O kadar çok şey değişti ki liste yapmaya kalksak eminim sayfalar alır. Ama en belirgin değişim şu anda tüketim çağında yaşıyoruz. Sadece maddesel değil duygusal olarak da pek çok şeyi; hoşgörümüzü, birbirimize duyduğumuz saygıyı, sevgiyi, nezaketi… Hepsini tükettik. Hâlâ da devam ediyoruz. Bu da ister istemez aşkı algılayışımızdan yaşadığımız şehri, semti korumaya kadar pek çok şeyi olumsuz etkiliyor. Yeni olanın peşinde koşmaktan eski ve güzel olanın kıymetini bilemiyoruz. Beyoğlu da buna en gerçek örnek. Avrupa’da hayranlıkla baktığımız tarihi binaların benzeri hatta daha güzeli Beyoğlu’nda zaten vardı ama biz onu da hak ettiği gibi koruyamadık maalesef.
Bu hikâyenin yazarı olarak sizin için Beyoğlu ne ifade ediyor?
Beyoğlu’na hissettiğim duyguları tarif edebilmem çok zor ama hüzün ve hayranlık sanırım en öne çıkan duygularım. Beyoğlu’nda yaşayan biri olarak kepenk indirip tarihe karışan dükkânları her gördüğümde müthiş hüzünleniyorum, üzülüyorum, sinirleniyorum. Ama sonra Beyoğlu’nun başından geçenleri düşünüyorum; onca yangına, kıyamet gibi onlarca olaya rağmen bir yanıyla hâlâ orada dimdik duruyor… Hâlâ büyüleyici… Hâlâ eşi benzeri yok. İşte o zaman bir kez daha hayran oluyorum. Çünkü her şeye rağmen ayakta kalışı müthiş etkileyici. O yüzden bu roman biraz da Beyoğlu’na gönül borcu.
Uzun yıllar senaristlik yaptığınızı biliyoruz. Bu tecrübenin romanlarınıza etkisi nasıl oldu? İki farklı matematiği olması ne yönde etkiliyor?
Yazdığınız senaryo izleniyor, yazdığınız roman ise okunuyor. Dolayısıyla anlatmak için seçtiğiniz araçlar ve tabii ki matematiği çok farklı. Birinde daha çok görsel zenginliklere odaklanırken diğerinde kelimelere, betimlemelere yoğunlaşıyorsunuz. Ben bu iki farklı düşünme biçiminin doğru harmanlandığında birbirini zenginleştirdiğini, olumlu yönde etkilediğini düşünüyorum. Bir diğer etki de kurgu… Hikâyelerimi kurgularken senaristlik yaparken edindiğim tecrübenin çok faydasını görüyorum.
İki roman da okuyucunun kalbine dokunacak, hepimizin çok sevdiği Yeşilçam filmleri tadında. Kitapların beyaz perdeye uyarlanması gibi bir proje söz konusu mu?
Bu soruyu okurlarımdan da sıkça alıyorum ve romanların böyle bir istek uyandırması tabii ki beni çok mutlu ediyor. Evet, menajerimle projelendirdik ve konuyla ilgili çalışmalarımıza başladık. Dilerim ileriki zamanlarda film ya da dizi projesi olarak ekranlarda izleyebiliriz.
Okurlar, bu sürükleyici aşka eşlik eden şarkıları kitapların sonundaki karekodlardan dinleyebiliyor. Şarkıların aklınızda belirmesi, seçilip hikâyeye eklenmesi sürecinin nasıl ilerlediğini de sormak isterim.
Daima müzik dinleyerek yazıyorum, seçtiğim müzikler de hikâye ve karakterlerle ilgili oluyor. Angeliki ile Mehmet’i yazmaya başladığımda da şu an listede olan şarkıları dinliyordum. Hatta hikâyenin içinde de şarkıların bahsi geçiyordu. Balık Pazarı’nı, Beyoğlu’nu, Rum meyhanesini, Maksim Gazinosu’nu anlatırken Gönül Yazar’dan, Müzeyyen Senar’dan, Zeki Müren’den bahsetmemek olmazdı. Dolayısıyla sadece satır aralarında kalsın istemedim ve bölümlere şarkıların ismini verdim. Hemen sonra da halihazırda yaptığım listeyi okurla da paylaşmak istedim ve yayınevimin de desteğiyle karekodları koymaya karar verdik. Bu Böyle Yarım Kalmayacak kitabımda hikâye, Beyoğlu’nun yanı sıra Selanik’te de devam ettiği için karşı kıyının şarkıları da eklendi listeye. İki kültürün aşkını anlatırken iki yakanın şarkılarını yazmak ayrı bir zevkti benim için. Dilerim okurlar da aynı şekilde keyif alır.