Melmoth ve Essex Yılanı gibi romanların yazarı Sarah Perry, doğurganlık tedavisi görüp görmemekle kariyerine odaklanmak arasında kaldığında, edebî tutkusu ağır bastı. Yazarın The Guardian için kaleme aldığı yazıyı KalemKahveKlavye için derledik.
On beş yıl önce, hayatım boyunca bir bebeğim olsun istemediğimi söylemiş, özgür bir kadının bedenine ve zihnine bunu neden yapacağını anlayamamış biri olarak, aniden ve şiddetle bir çocuk istemeye başladım. Bu bana o kadar yabancı bir duygu olarak geldi ki, tam olarak nerede olduğumu hatırlıyorum: Londra’da, sabah erken saatlerde, işe giderken Fleet Street’ten aşağı inmiş, bir büfede diyet kola, flapjack ve bir paket Silk Cut almak üzere kasada bekliyordum. Ne çocuklar vardı orada ne de hamile kadınlar; fikrimi değiştirecek hiçbir şey söylenmemiş ya da yapılmamıştı. Duygu birden üzerime çöktü. Ve hemen –çünkü dürtülerimi hiç dizginleyememişimdir ve o zamanlar otuz yaş bana çok büyük bir yaş gibi gelirdi– kocam Robert’la çocuk sahibi olmaya çalışmaya başladık.
Aylarca bir şey olmayınca, bedenlerinde hamilelik, doğurganlık ya da düşük belirtileri arayan kadınların buluştuğu forumlara yöneldim ve kelime dağarcığım değişti. Artık, idrar akışına tutulan bir düzine yumurtlama çubuğundan habersiz kimsenin çözemeyeceği kısaltmalarla konuşabiliyordum. Tek hatırladığım şu: 2WW. İlk başta bunun İkinci Dünya Savaşı’na (Second World War) dair kuru bir referans olduğunu sanmıştım, çünkü bu kadınlar sanki hep savaş halindeydi ya da kaçıştaydı. Oysa “two-week wait”, yani “iki haftalık bekleyiş” anlamına geliyordu; cinsel ilişkiden sonra rahmin başarılı olup olmadığının ilk işaretlerinin ortaya çıkmasına kadar geçen korkulu, umutlu günlerdi bunlar. (Bu belirtilerin bazen aynı olması bir tür delilik yaratabiliyordu ve ben de kısa süreliğine buna kapıldım.)
O dönemde, kocam kadar tatlı ve komik bir oğul yetiştirdiğimi hayal etmeye başladım; duygusallaşıyor, bir sabah kaloriferin üstünde kuruyan minik çoraplar hayal edip ağlamaya başlıyordum. Hamile kalma isteğim, önceden duyduğum hamilelik korkusuna denk hale gelmişti ve hamile olamayınca, ilk kez bir sınavdan kalmışım gibi öfkelenmiştim. Sonunda hamile kaldığımda, kayınvalidem Jenny’nin ani ölümünün hemen sonrasına denk gelmişti; bu, hem kocam hem de onun romatoid artritle geçen zor bir hayat boyunca eşlik ettiği babası David için bir çeşit teselli gibiydi. Hamileliğim kısa sürdü. O zamandan çok az şey hatırlıyorum ama bir keresinde Victoria Park’ta (doğu Londra) yatarken tişörtümü kaldırıp güneşin karnıma vurmasına izin verdiğimi, “işte oradayız – işte oradayız!” diyerek karnımı okşadığımı hatırlıyorum. Kısa süre sonra düşük yaptım ve birkaç gün boyunca Londra otobüslerinin üst katında sessizce ağladım; diğer yolcuların bana duyduğu açık sempatiyle.
Sonraki tetkikler “açıklanamayan kısırlık” teşhisi koydu ve ebeveynliğe en olası yolun tüp bebek (IVF) olduğu söylendi. Fakat o zamana kadar annelik arzusu sönmeye, yerini doğurganlık tedavisinin ne gerektirdiğini daha serinkanlı biçimde düşünmeye bırakmıştı. O sıralar hem tam zamanlı bir işte çalışıyor hem de doktora yapıyor, aynı zamanda ilk kitabımı yazıyordum. Günde hastane randevuları, iğneler ve rahim tüplerim üzerinde yapılacak tüm küçük müdahaleler için yeterli saat yoktu. Dehşetle fark ettim ki, roman yayımlamayı bir çocuk büyütmekten daha çok istiyordum – ya da en azından, belki bir bebekle sonuçlanmayacak ama kesinlikle akademik kapasitemi azaltacak yıllarca sürecek tedavilere katlanmaktansa yazmayı istiyordum. Kalorifer üstünde kuruyan o minik beyaz çorapları düşündüm, güzel bir görüntüydü; ama öte yandan başka bir yolu da düşündüm: güneş ışığının kitap sıralarını aydınlattığı, bir kadeh şarap ve belki bir teleskop bulunan bir oda. Bu da bana, başka bir kadına bir bebek odasının görüneceği kadar çekici görünüyordu.
Belki beni soğuk biri sanırsınız; toplu taşımada çocuklardan irkilip martinisinin içindeki zeytinle yetinen biri gibi. Oysa çocuk kitaplarındaki anne porsuk resimlerine benzerim: sağlam, geniş kalçalı, önlüğümün etekleri sık sık unla kaplı; yama işi örtüler, meyve reçeli, ev yapımı hamur… Sevmediğim bir bebekle hiç karşılaşmadım. Çocuklarla iyi değilimdir (saçmalamayı bilmem, oyun oynamayı hiç bilmem) ama onları herkes kadar severim; yani, hak ettikleri kadar. Annelerden de nefret etmem. En yakın arkadaşlarımın bazıları anne, çocukları da benim arkadaşım. Bu yüzden kendime “child-free” (çocuksuz özgür) değil, “childless” (çocuğu olmayan) diyorum; çünkü bu bir matematiksel gerçek, çocukları yük gibi göstermek istemem.
Bir de bana akıl almaz gelen o çelişkili ruh hali vardı: “Hiç bu kadar perişan hissetmemiştim ama hiç bu kadar da mutlu olmamıştım” diyen anneler… Annelik hem aşağılanan hem yüceltilen bir hâldi; neredeyse tanıdığım her kadın bunu kaçınılmaz bir kader gibi bekliyor ya da aklını ve parasını yitirecek kadar çaresizce istiyordu. Benim akıl ve mantığa olan düşkünlüğüm —bir romancıdan çok bir matematikçiye yakışan türden— tüm bunları bir denklemi çözemeyen bir öğrenci gibi şaşkınlıkla izlememe neden oluyordu.
Yakında 46 yaşına gireceğim. Bir daha hiç hamile kalmadım, kalmayacağım da. Hayalini kurduğum çalışma odam var: bir piyano, teleskop, mikroskop ve küçük bir matbaa. Binlerce kitabım şöminenin yanında dizili, zamanım büyük ölçüde bana ait. Çocuğum olmadığı için hiç yas tutmadım ama bazen düşünürüm, o mantığa fazla bağlı çocuk yerine anneliğin sevinçlerini görseydim nasıl olurdu diye. Bir keresinde, Namibya ile Angola’yı ayıran nehrin kıyısında, çocuklarını ve işini aynı coşkuyla seven, neşesi anneliğiyle çelişmeyen zeki bir kadınla öğle yemeği yemiştim. İkimiz için de utanç verici bir şekilde ağlamaya başladım: “Gençken seni tanısaydım,” dedim, “belki şimdi bir anne olurdum — ama işte, mutlu olabileceğimi hiç bilmiyordum!”
Yine de yıllar içinde, annelik içgüdüsünün beni yakaladığı anlar oldu; asla tamamen kaçamadığım bir hayvan gibi. Vaftiz çocuklarım ve sayısız yeğenim var. Onlardan biri –benden daha akıllı ve British Museum’da çalışan– hâlâ bana “Sarah Teyze” der; bu hitabı hiç bırakmasını istemem, çünkü kan bağı kıymetlidir. Birkaç yıl önce, Amerika’nın güneyinden uzun boylu, toy bir kız köpeğimize bakmak için geldi, bir daha da tam olarak gitmedi. Zekâsı bin farklı biçimde ortaya çıkıyordu: inci gibi parlayan süs fareleri yetiştiriyor, bazen modellik yapıyor, balık organlarını resmediyordu. Bunların hepsini çok sevdim, kendi kızım olsaydı da aynı şeyleri seveceğimi hissettim. Artık evim ona da en az kendi evi kadar tanıdık. Neden sevdiğimi sorsanız, “Burada olmasını seviyorum,” derdim sadece. Yakın zamanda, “Cenazende konuşmak istemediğim için taş ustası olmam gerek, mezar taşını kendim oyarım,” dediğinde, sadece “çok mantıklı” dedim ve gözyaşlarımı sakladım.
Sonra, 2023 sonbaharında, çocuğum olamadığım dönemi hatırlatan tuhaf bir yankı yaşadım. İngiltere’de kanser şüphesi olan hastaların iki haftadan fazla bekletilmemesi politikasıyla karşılaştım: bir başka “iki haftalık bekleyiş”, ama bu kez hayatın değil, ölümün ucunda. Kayınpederim David, gayet sağlıklıyken, yemek borusunda şüpheli bir kitle bulundu. Kanser olabileceği söylendi ve 14 gün içinde doğrulandı. O iki haftayı kendi evinde, ketılını kaynatıp yulaf lapasını karıştırarak ama yiyemeyerek, yakınlarını arayıp “kesin değil ama muhtemelen” haberini vererek geçirdi. Sonra ihtimal kesinliğe dönüştü: kanserdi ve dokuz günden az yaşadı. O dokuz gün boyunca, kocamla birlikte onu kendi oturma odasında ölürken hemşire gibi baktık; hastalığın hızı ve açgözlülüğü karşısında sersemlemiştik. O zamanlar başka hiçbir saat yoktu, başka dünya yoktu; sadece bir adamın ölümü ve onun rahatlığı vardı – ve çoğu kez, bir annenin içgüdüsel şefkatiyle yaptığımızı düşündüm.
Şimdi, o iki bekleyiş birbirine karışıyor zihnimde – 14 gün: yaşamın işaretleri mi, yoksa ölümün mü? O zamandan beri geçen nice haftalarda, aslında o günlerin diğerlerinden farkı olmadığını düşünüyorum. Biz –David, Robert ve ben– hep yaşamla olduğu kadar ölümle de burun buruna yaşamışız. Değişen toprak değil, manzaraymış.
Kaynak
Fotoğraf: Michael Leckie









