Daha önce ilk kitabı Tekme Tokatlı Şehir Rehberi‘nin yayımlanmasının ardından konuk ettiğimiz Mevsim Yenice ile son kitabı Bilinmeyen Sular’ı ve tamamen müzikle yıkanmış öykülerini konuştuk.
-Röp: Özgür Atmaca
**
Merhaba Mevsim. Yine beni kırmadığın için sana çok teşekkür ederim. Bilinmeyen Sular’la harika bir dönüş ve beni çok mutlu eden bir şey oldu. Tekme Tokatlı Şehir Rehberi kitabını son derece sevmiştim. Bilinmeyen Sular’ın çıkış döneminde de Tekme Tokatlı’nın bir ödül haberini almıştık. Hemen bununla ilgili neler olduğuyla başlayalım istersen?
Evet, Tekme Tokatlı Şehir Rehberi Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülleri’nde Mansiyon Ödülü’ne layık görüldü. Başıma gelen en anlamlı şeylerden biri oldu sahiden. Çok sevindim. Güzel bir tesadüf eseri, yeni kitabım Bilinmeyen Sular’ı da ilk kez NDS ödül töreninde elime aldım.
Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’nin söyleşisini yapacağımız soruları hazırlarken müzikle nasıl bağdaştıracağım konusunda biraz fazla uğraşmıştım ama Bilinmeyen Sular’la bu yönde işim çok kolay oldu diyebilirim. Çünkü direkt şarkılara bezenmiş öyküler, müzik listeleri, Pink Floyd şiirleri derken harika bir iş çıkmış ortaya. Ağır bir Pink Floyd hayranı olduğunu biliyordum ama artık seni okuyan herkes bunu biliyor çünkü kitaptaki her öykü bir Pink Floyd şarkısıyla ilişkilendirilmiş ve her öykünün başında yine o şarkıdan bir alıntıyla başlamışsın. Bu fikir ne zaman oluştu, hep mi aklındaydı yani bu müzik tabanlı öyküleri nasıl ilişkilendirdiğini, iki kitap arasındaki bu müzikli süreci biraz anlatabilir misin?
Pink Floyd ile dostluğumuz çocukluğuma dayanıyor. Anne ve babamın evde en çok dinlediği gruplardandı Pink Floyd. Küçükken dış seslerinden etkilendiğim şarkılar, şu zamana dek yaşadığım her evrede benimleydi. Ortaokul döneminde İngilizce öğrenmeye başladığımda çoğu kelimeyi Pink Floyd şarkı sözlerini anlayabilmek için araştırıp öğrendim mesela. Ergenlik dönemimde de epey kapı araladı şarkılar, iyi ki onlar vardı. Şimdi 34 yaşımdayım ve dönüp baktığımda benim için önemli sayılacak tüm dönüm noktalarında da hep Pink Floyd dinlemeyi seçmişim. Hayatımın bir yerinde bu gruba bir saygı duruşunda bulunacaktım, Bilinmeyen Sular aracılığıyla bunu sağlayabilmekten mutluyum. Peki neden başka zaman, başka bir yolla değil de şimdi dersen, bazı şeylerin bazen doğru zamanı, yöntemi, yeri tam da sen “öyle” hissettiğindedir ya, işte tam da o nedenle doğru zamandı bence. Öykülerin başındaki epigraflar, yıllar boyunca beni her dinlediğimde aynı yerden vuran, tüylerimi diken diken eden bölümler. Ben de o epigrafların bende uyandırdığı hislerin öykülerini yazmak istedim. Böylece kitap bittiğinde her öykünün bir şarkısı, kitabın da bir çalma listesi oluştu kendiliğinden.
Pink Floyd gerçekten felsefesi olan üzerinde durup düşünülecek şarkılar yazmış bir grup. Sormak istediğim böyle bir grubun şarkılarıyla öyküleri ilişkilendirmek riskli geldi mi? Yani kitabı sırtlayacağını düşündüğün bu şarkılar, yine kitabın genelini ve öyküleri altta bırakır mı acaba diye düşündün mü, tereddüt ettin mi?
Az önce bahsettiğim gibi, şarkıların öykülerini yazmadım ben. Bu epey sınırlayıcı ve tekrara düşüren bir yöntem olurdu sanırım. O zaman Pink Floyd’un seçtiğim şarkıda anlatmak istediği şeyi bir kere de aynı yerden ben anlatmak durumunda kalırdım. Benim yapmak istediğim şey bundan farklıydı, şarkı sözlerinin bende uyandırdığı histen yola çıkıp başka bir öykü yarattım, o hissin başka karşılığını bulmaya çalıştım. Risk alma ve tereddütlere de gelince, yapmayı çok istediğim bir şey varsa, açıkçası bunun için “etraftakiler ne düşünecek, anlayacaklar mı?” diye pek düşünmeyen biriyim. Çünkü biliyorum ki, benim çok inanarak yaptığım bir şeyin, bir başkasında hiçbir karşılığı olmayabilir, bunun kadar doğal bir şey yok. O nedenle kendi yapmak istediğimiz şeyleri kendimizce en iyi şekilde yapmaya odaklanmak bana daha doğru geliyor korkulara yenik düşmektense. En azından denemiş oluruz.
Nesneler sözcüklere dönüşmeye görsün, durdurulamaz diyor İlhan Berk. Senin nesneleri kullanmanda bir metafordan fazlası göze çarpıyor. Şemsiyeler, salıncaklar, anahtarlar… nesnelerden tümceler çarpıyor yüzümüze. Bu nesnelerin dile gelişine dair ne söylemek istersiniz? Ben mi abartıyorum onlar mı çok geveze?
Kitabın baskın temalarından biri “iletişimsizlik” bana sorarsan. Kendimizi çok iletişim halinde sandığımız ama kimseyle pek de gerçek bir iletişimde bulunmadığımız şu dönemde, metinlerimde insandan çok nesnelerin dili olması tesadüfi değil ebette.
Yazılarını genelde çok da sessiz olmayan kaotik ortamlarda, kalabalık ve sesten kaçmadan yazdığını söylemiştin. Bilinmeyen Sular’ı nerelerde yazdın?
“Pes” öyküsünü evimden çok uzakta bir kafede, karşımda oturan yabancı bir çiftten ilham alarak, onlar kalkıp gitmesine rağmen ben o mekânda kalarak yazdım.
“Dostlar Böyle Yapar” öyküsünü, Şairler Parkı’nın karşısındaki bir kafede, -buluşacağım arkadaşım gecikince- yazdım.
“Bilinmeyen Sular” ve “Yamaç”ı otel odasında yazdım.
“Göründüğünden Daha Uzak” öyküsü en değişik deneyimimdi, Gümüşlük Akademi’de bir derse katılmıştım, eğitmen ders anlatırken ben öyküyü yazmaya başladım. Öykünün temelleri orada atıldı ama o öyküyü uzun sürede yazdığımdan birkaç değişik mekânda yazarak tamamlandı.
Diğer tüm öyküleri evimde, salon koltuğunda bağdaş kurarak ya da yemek masasının en ucundaki sandalyede yazdım.
Kitaba da adını veren Bilinmeyen Sular öyküsüyle alâkalı iki soru sormak isterim. Öncelikle merak ettiğim ve duygulandığım bir pasaj var: Babayla oğulun dünya küresi üzerinde elleriyle dolaştıkları şiirsel coğrafik bir an vardı, bunu yazarken veya kurgularken nasıl oldu, nasıl çıktı o an, seni de heyecanlandırdı mı?
Benim için de inanılmaz bir andı. Az evvelki soruda bahsettiğim gibi o öyküyü evden çok uzakta yazdım ben. Bir seyahatte kaldığım odada. O seyahatte kendime bir dünya küresi almıştım. Öykünün o kısmı aklımda hiç yoktu ama yazma sürecinde metnin o bölümüne geldiğimde birden karşımdaki kürenin de etkisiyle öyle bir kapı aralandı. Hiç hesapta yokken zihnin seni kendiliğinden soktuğu o yeni yol, inanılmaz büyülü bir an. Benim yazmamdaki en büyük motivasyonlardan biri de bu büyülü anları çoğaltma arzusu zaten.
Diğeri sorum ise, yine bu öyküde iki fallik nesnenin, çınar ağacının yere kök salışına ve binanın temeline bakıyoruz. Hikâyenin merkezinde yer alan ‘baba’ ve ‘eve dönüş’ meselesiyle birlikte düşününce hangi duygu öne çıkıyor sözce? “Dingin bir bina” gibi bir mekana kök salma ihtiyacı mı yoksa rüyalarda buluşulan babanın düştüğü fallik pozisyona oğul olarak talep alma iddiası ya da korkusu mu?
Yazarken zihnim ve kelimelerimle ön planında tuttuğum bir temanın, duygunun okuyucuda başka bir temanın kapısını aralaması çok olası bence. Bunu heyecan verici buluyorum. O nedenle hangi duygunun önce çıktığını söylemek okuyucuya dikte etmek gibi olacak diye çekiniyorum. Yine de şunu söyleyebilirim, yazmaya başlarken dingin bir bina olmaktan tut da, bilinmeyen sularda yüzme fikrine kadar o metinde geçen her şey bana “çocuk sahibi olma” fikrini sorgulatmıştı.
Direkt olarak bu kitaba yönelik olmasa da; Bir dönem Ferdi Ergün, Demir Özlü gibi yazarlar öykülerinde kısa cümleler kullanarak biçimde sadeleşen bir edebiyat ortaya koymuşlardı. Bazı öykücülerin ise uzun cümleler kullandığını, daha karmaşık, yoğun bir üslûbu tercih ettiğini görüyoruz. Peki sen, öykü konusunda süregelen bu üslup meselelerine nasıl bakıyorsun? İçerikten ziyade üslûbun öne çıktığı denemeler yapmayı düşünüyor musun?
Deniyorum, daha da denemem gerektiğini düşünüyorum kendi adıma ama ortaya “ben yeni bir üslûp yarattım” diyerek çıkacak kadar yeni bir şey söyleyen, başarılı bir çalışma ortaya koyabilir miyim bilmiyorum. Tim Parks’ın Kader romanını bitirdiğimde ya da Thomas Bernhard’ı ne zaman okusam hep aynı istekle doluyorum. Umarım bir gün denemelerimin sonucunda böyle vurucu bir üslûp yakalayabilirim.
Hikâyelerin geneline yayılan aidiyet meselesine gelirsek; Yamaç öyküsünde bir fotoğraf karesine sığmaya çalışıyor, Bilinmeyen Sular’da tam da evi terk ederken “ev, ev gibi kokuyor,” diyor, karakter. Bugün bir yerlerde sığınacağımız bir fotoğraf karesi, kendimizi oraya ait hissedeceğimiz bir ev kokusu kaldığına inanıyor musun? Hâlâ bir ev var mı, yoksa hepimiz bilinmeyen sularda kulaç mı atıyoruz?
Hâlâ bir ev var mı sorusunda herkes adına nasıl cevap verebilirim bilmiyorum ama ben de tam içine sığacağımız o fotoğraf karesini, ait hissedeceğimiz bir ev kavramını bulup bulamayacağımızı deneyimlemeye çalıştım öyküler aracılığıyla. Sonuçta hep şu fikir ağır bastı açıkçası: Ait olmak, olmamak, cesaret-korkaklık v.b. zıt kavramların yaşamımızdaki dengesi çok değişken. Bir anlam ifade edebilmeleri için çoğu zaman yan yana durmaları, var olmak için birlik içinde olmaları gerekli sanki. Yani hem bir evimiz olup, hem de bilinmeyen sulara kulaç da atabiliriz kimi zaman, birbirlerinden çok uzak şeyler değiller bana göre.
Mevsim, bir röportajda yazma sürecini anlatırken dolup, biriktiriyorum sonra da tekrar kendimi kendime bırakıyorum gibi bir süreçten bahsetmiştin. Yazma serüveninle yaşam döngüsü arasında kuvvetli bir bağ var. Yani buradan adının Mevsim olması ihtimalinden bile cümleler çıkartabiliriz ama o kadar dağılmayalım. Asıl özü ise; edebiyat ve yaşam döngüsü arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?
Her iki kitabım bittiğinde de hiç planlayarak yapmamış olmama rağmen öyküler arasında tematik bir bütünlük olduğunu fark etmiştim. Dönemsel olarak üstünde düşündüğüm konular öykülerime sızıyor diyebilirim. Edebiyat ve yaşam döngüm arasında benden bağımsız işleyen ama fark ettiğimde beni bile şaşırtan bir ilişki var. Bu kendimle ilgili bir sürü yeni şeyi keşfetmeme de yol açıyor.
Kitaplarının çevirisi konusunda bir girişim var mı? Yani öykülerin başka dillerde de okunabilecek mi? Bir de buna ek olarak sen bunu ister misin, anlam kayıpları olacağını düşünür müsün, tereddütlerin olur mu?
Ben kitaplarımın başka dillere çevrilmesini ve daha çok okuyucuyla buluşmasını elbette isterim. Ancak bu konuda bir girişimim olmadı. Tam olarak benim bir girişimim mi olmalı onu da bilmiyorum inan, yani bir kitabın dile çevrilmesi için benim istemem yeterli değil diye düşünüyorum. Bu işi iyi bilen birileri aracılığıyla talep oluşmalı. Daha ikinci kitaptayım, zamanla belki olur, acele etmeme taraftarıyım bu tip önemli adımlarda.
Öykülerdeki karakterleri çok güçlü ve derinlikli kurduğunu düşünüyorum. Hepsi genelde düşünmeye tutunmuş ve konuşma işini kendisiyle hallediyor. Bu iç konuşmalar öyküleri okurken okuyanın kendi iç sesine yakınlaşabiliyor. Sorum şudur: Bu, düşünceyle kurgulanabilen bir durum mu? Yoksa birebir kendini yansıttığın, kendi iç sesini karakterlere taşıdığın, biraz da buradan senin özeline yaklaşabildiğimiz küçük kodlar mı demeliyiz?
Okuyucunun ilk refleksi metinde okuduğu karakteri yazarıyla özdeşleştirmek oluyor sanırım. Benim metinlerim için bu çok doğru olmayacaktır. Çünkü ben özellikle kendimi metinlerimden çok uzakta tutmaya çabalayan biriyim. O nedenle benim özelime yanaşabileceğiniz küçük kodlar aramanız doğru olmayabilir, ancak aramak isteyen varsa da bu da bir oyun gibi eğlenceli olabilir, kim bilir…
O zaman bir de hüzün kodları olan bir soru sorayım: Kitaplarından geriye ne kalsın istersin, yani günün sonunda ne düşünmeli ne hissetmeli insanlar?
En zor sorulardan biri sanırım bu. Okurun özel alanına girip “şunu hissetmelisin” demek en kaçındığım şeylerden biri. Henüz iki kitabı yayımlanmış biri olarak yolum o kadar uzun ki, neler olup bitecek ben de bilmiyorum. Güzel bir dilekte bulunabilirim belki bunun için, ben her yazdığım yeni metni bir öncekinin üstüne bir tuğla daha koyarak inşa edebilmek için çabalıyorum kendimce, dilerim okuyucunun nazarında da aynı hissi verebiliyorumdur, metinlerimden geriye kendi metinlerini aşmaya çalışan bir yazar olarak kalmayı dileyebilirim.
Son ve çoklu bir soru sorayım, henüz çok yeni ama bir sonraki kitap için yine müzik listeli bir çıkış beklemeli miyiz? Ya da öyküler için şimdiden oluşan isimler, karakterler veya temalar var mı?
Diğer sanat dallarından çok beslenen biriyim. Ben planlamasam da metinlerime sızıyor hep. O nedenle kesin net bir cevabım yok bu soruya ama içimden bir ses yine biraz da olsa müziğin kıyısında gezeriz gibime geliyor.
Mevsim uzun bir konuşma oldu yorduk seni, bu yoğunluğunun içinde yine beni kırmadığın ve zaman ayırdığın için kendi adıma ve KalemKahveKlavye adına çok ama çok teşekkür ediyorum. Başarılarının devamını dilerim.
Ben teşekkür ediyorum bu keyifli sohbet için. Yeni metinlerde buluşmak dileğiyle.
[su_button url=”https://kalemkahveklavye.com/2018/03/tekme-tokatli-sehir-rehberi-yazari-mevsim-yenice-roportaj-ozgun-atmaca.html” target=”blank” background=”#d8363d” size=”6″ icon=”icon: shopping-cart”]ŞİMDİ OKU · Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’nin Yazarı Mevsim Yenice’yle Edebiyat ve Müzik Üzerine | Özgür Atmaca[/su_button]
1981 İstanbul Doğumlu.
SAÜ Türk Müziği Lisans,
KOÜ Yüksek Lisans,
AÖF Sosyoloji
R.John Fowles ,W.A.Mozart ve A.Veysel’i çokça sever..
Profesyonel Öğrenci
Eğitimci, Okur-Yazar
Müzik yazıları yazmaya çalışıyor.