Yoran
ve yıpratan, hayatın son bulacağı değil; bunu düşünmekti.
ve yıpratan, hayatın son bulacağı değil; bunu düşünmekti.
Küçük bekleyişler beraberinde büyük
mucizeleri getirirmiş…
Güne
kulak çınlamasıyla başlamıştım. Kurt kapanına yakalanmış bir vampir gibiydim
ayrıca. Hem acı çekiyordum hem de günün ışımasıyla hayata veda edecektim. Daha
da kötüsü: Bir kurda yardım etmiş, tek bacağını kurtarmıştım. Dayanışma
kavramına önem versem de bazı konularda yersiz olduğunu düşünmekteyim. Kulağımı
çınlatan kişiye küfrediyordum, “Orospu çocuğu”,
halbuki bir kulak-burun-boğazcıya dinletsem bu sesi, tonla açıklama
koyar önüme ve bir de klinik masrafı. Ben işin daha duygusal ve masrafsız
tarafındaydım, “Orospu çocuğu,” rahatlatıyordu da insanı; bilinmeyen birinin,
bilinen bir yakınına küfretmek. Günlerdir dinmeyen bir öksürüğüm vardı,
sigarayı sadece sokak lambalarının altında içmeme rağmen ciğerlerim hayli
doluydu.
kulak çınlamasıyla başlamıştım. Kurt kapanına yakalanmış bir vampir gibiydim
ayrıca. Hem acı çekiyordum hem de günün ışımasıyla hayata veda edecektim. Daha
da kötüsü: Bir kurda yardım etmiş, tek bacağını kurtarmıştım. Dayanışma
kavramına önem versem de bazı konularda yersiz olduğunu düşünmekteyim. Kulağımı
çınlatan kişiye küfrediyordum, “Orospu çocuğu”,
halbuki bir kulak-burun-boğazcıya dinletsem bu sesi, tonla açıklama
koyar önüme ve bir de klinik masrafı. Ben işin daha duygusal ve masrafsız
tarafındaydım, “Orospu çocuğu,” rahatlatıyordu da insanı; bilinmeyen birinin,
bilinen bir yakınına küfretmek. Günlerdir dinmeyen bir öksürüğüm vardı,
sigarayı sadece sokak lambalarının altında içmeme rağmen ciğerlerim hayli
doluydu.
Daha
fazla iğrençleşip küfredemezdim. Beni bu hale getiren geçerli sebeplerim vardı
elbet fakat tonla insan, bu denli iğrençliğe maruz kalacak kadar iğrenç şeyler
yapmış olamaz. Dünya, en azından henüz, bu kadar iğrenç bir yer halini alamaz. İçinde
bulunduğum inanç sisteminde günah çıkarmaya yer yoktu, ben de bu nedenle
hatalarımı insanlara anlatıp –vicdanımı soğutuyordum. Rusya’da, Kızıl
Meydan’da, dünyanın en soğuk insanlarına haykırsam bile soğutamayacağım bir
derdim olduğunun farkındaydım. Elekle çölü kumdan arındırmaktı benim uğraşım,
uğraş işte –sorgulamamak gerekiyordu kendi fikrimce. Yola çıkalı yaklaşık sekiz
saat olmuştu fakat kulak çınlamam hala sabahki gibiydi. Ona eşlik eden de bir
kamyonetin cızırtılı radyosu vardı son dört saatte. Çalan şarkılar ve akan yol
çizgileri, çokça şey hatırlatıyordu bana. Yolumuz uzun da, hemen hemen hepsini
anlatıp az da olsa hafifletirdim üzerimdeki yükü. Bu düşünce, yükün
hafifleyecek olması, hayata bağlıyordu beni. Sadece o zaman zarfında ellerimi
hızla giden kamyonetin kapı kolundan uzaklaştırıyordum. Sonra hafifleyen yükün
sebebinin, kaybettiklerim olduğunu anımsayınca da beş parmak tekrar
yaklaşıyordu içi zehir dolu serumdan farksız olan kapı koluna. Ölmeye hazır
değildim henüz, cehennemden korkuyordum. O kapıyı açsam bile beni hayatta
tutacak bir emniyet kemeri bağlıydı vücuduma. Düşünmek. Sadece düşünmek
yetiyordu. İntiharı düşünmek, yaşamayı düşünmekten daha zorluydu. Düşünmeden yaşıyor, düşünerek intihar
etmeye çalışıyorduk. Yoran ve
yıpratan, hayatın son bulacağı değil; bunu düşünmekti. Bunu son dört saatte
değil, uzun zaman zarfında anladım. Pişmiş bir bilgiydi kısacası, güvenilirliği
var.
fazla iğrençleşip küfredemezdim. Beni bu hale getiren geçerli sebeplerim vardı
elbet fakat tonla insan, bu denli iğrençliğe maruz kalacak kadar iğrenç şeyler
yapmış olamaz. Dünya, en azından henüz, bu kadar iğrenç bir yer halini alamaz. İçinde
bulunduğum inanç sisteminde günah çıkarmaya yer yoktu, ben de bu nedenle
hatalarımı insanlara anlatıp –vicdanımı soğutuyordum. Rusya’da, Kızıl
Meydan’da, dünyanın en soğuk insanlarına haykırsam bile soğutamayacağım bir
derdim olduğunun farkındaydım. Elekle çölü kumdan arındırmaktı benim uğraşım,
uğraş işte –sorgulamamak gerekiyordu kendi fikrimce. Yola çıkalı yaklaşık sekiz
saat olmuştu fakat kulak çınlamam hala sabahki gibiydi. Ona eşlik eden de bir
kamyonetin cızırtılı radyosu vardı son dört saatte. Çalan şarkılar ve akan yol
çizgileri, çokça şey hatırlatıyordu bana. Yolumuz uzun da, hemen hemen hepsini
anlatıp az da olsa hafifletirdim üzerimdeki yükü. Bu düşünce, yükün
hafifleyecek olması, hayata bağlıyordu beni. Sadece o zaman zarfında ellerimi
hızla giden kamyonetin kapı kolundan uzaklaştırıyordum. Sonra hafifleyen yükün
sebebinin, kaybettiklerim olduğunu anımsayınca da beş parmak tekrar
yaklaşıyordu içi zehir dolu serumdan farksız olan kapı koluna. Ölmeye hazır
değildim henüz, cehennemden korkuyordum. O kapıyı açsam bile beni hayatta
tutacak bir emniyet kemeri bağlıydı vücuduma. Düşünmek. Sadece düşünmek
yetiyordu. İntiharı düşünmek, yaşamayı düşünmekten daha zorluydu. Düşünmeden yaşıyor, düşünerek intihar
etmeye çalışıyorduk. Yoran ve
yıpratan, hayatın son bulacağı değil; bunu düşünmekti. Bunu son dört saatte
değil, uzun zaman zarfında anladım. Pişmiş bir bilgiydi kısacası, güvenilirliği
var.
Yağmur
şiddetini arttırınca, radyo cızırtıları
da ona eşlik etti. Yeni kesilmiş ağaçları marangozhaneye götüren iri kıyım
temiz yüzlü şoför radyoyu kapattı ve bana döndü.
şiddetini arttırınca, radyo cızırtıları
da ona eşlik etti. Yeni kesilmiş ağaçları marangozhaneye götüren iri kıyım
temiz yüzlü şoför radyoyu kapattı ve bana döndü.
“Ne
diyordun?” diye sordu, hikâyeme devam etmemi istedi. İlk cümlemden sonra ani
bir fren yapıp emniyet kemerimi açmama bile izin vermeden aşağı ittirdi beni.
Üstüm başım çamur içinde, zifiri karanlıkta yol ortasında bıraktı ve basıp
gitti.
diyordun?” diye sordu, hikâyeme devam etmemi istedi. İlk cümlemden sonra ani
bir fren yapıp emniyet kemerimi açmama bile izin vermeden aşağı ittirdi beni.
Üstüm başım çamur içinde, zifiri karanlıkta yol ortasında bıraktı ve basıp
gitti.
“OROSPU
ÇOCUĞU!”
ÇOCUĞU!”
Bu
seferki son derece haklıydı. Her şeyden kötüsü, zindandan farksız olan
atmosferi aydınlatan şeyin yıldızlar değil şimşek oluşuydu. Yağmur
hafiflememiş, tam gaz devam etmekteyken etrafı baz istasyonlarıyla çevrili
müştemilat tarzı kulübede arama kararı aldım. Kapıyı çaldım, tepki veren
olmadı. Tekrar, daha şiddetli bir şekilde çaldım…
seferki son derece haklıydı. Her şeyden kötüsü, zindandan farksız olan
atmosferi aydınlatan şeyin yıldızlar değil şimşek oluşuydu. Yağmur
hafiflememiş, tam gaz devam etmekteyken etrafı baz istasyonlarıyla çevrili
müştemilat tarzı kulübede arama kararı aldım. Kapıyı çaldım, tepki veren
olmadı. Tekrar, daha şiddetli bir şekilde çaldım…
“Hoş
geldin,” dedi kır bakımsız saçlı, çökük yanaklı tepesi açılmış ensesi uzamış
–kirli sakallı üzeri yemek lekesi dolu gömlekli adam. Sanki beni bekliyormuş
gibi bakıyordu. Mecburdum, içeri girdim. Kulübenin içinde sadece bir masa, üç
sandalye ve bir de radyo vardı. Masanın altında duran küçük tüpü oturduktan
sonra fark ettim. Bu adam burada ne arıyordu hiçbir fikrim yoktu, baz
istasyonlarının başına bekçi dikildiğini ne görmüş, ne duymuştum. Sahiden bekçi
dikiliyorsa, böyle bir tipten medet uman şirketin de akli dengesini
sorgulardım. Kısa süre sonra gözlemlerinden yola çıkarak Bay Radyasyon lakabını taktığım adam, eski tip radyosuna bakıp
duruyordu. Radyonun sinyalleri de kamyonettekinden halliceydi. Boğuk sesli bir
kadın uzun hava okuyordu, “Neeeeeeeeeeeemm…”
diye bağırıyordu, anladığım kısmı buydu en azından. Boğuk sesli kadın aynı
kombinasyonu yinelerken, Bay Radyasyon adam, kolundaki saate baktı, “Bir ile iki
arasında bir yerlerde ama pek de anlaşılmıyor” dedi. Takmış olduğum lakabın da
en az yaşadığım vicdan azabı kadar haklı olduğunu o an iyiden iyiye anladım.
geldin,” dedi kır bakımsız saçlı, çökük yanaklı tepesi açılmış ensesi uzamış
–kirli sakallı üzeri yemek lekesi dolu gömlekli adam. Sanki beni bekliyormuş
gibi bakıyordu. Mecburdum, içeri girdim. Kulübenin içinde sadece bir masa, üç
sandalye ve bir de radyo vardı. Masanın altında duran küçük tüpü oturduktan
sonra fark ettim. Bu adam burada ne arıyordu hiçbir fikrim yoktu, baz
istasyonlarının başına bekçi dikildiğini ne görmüş, ne duymuştum. Sahiden bekçi
dikiliyorsa, böyle bir tipten medet uman şirketin de akli dengesini
sorgulardım. Kısa süre sonra gözlemlerinden yola çıkarak Bay Radyasyon lakabını taktığım adam, eski tip radyosuna bakıp
duruyordu. Radyonun sinyalleri de kamyonettekinden halliceydi. Boğuk sesli bir
kadın uzun hava okuyordu, “Neeeeeeeeeeeemm…”
diye bağırıyordu, anladığım kısmı buydu en azından. Boğuk sesli kadın aynı
kombinasyonu yinelerken, Bay Radyasyon adam, kolundaki saate baktı, “Bir ile iki
arasında bir yerlerde ama pek de anlaşılmıyor” dedi. Takmış olduğum lakabın da
en az yaşadığım vicdan azabı kadar haklı olduğunu o an iyiden iyiye anladım.
İçerisi
toz ve örümcek ağı doluydu. Toza alerjisi olan insanlara imrenerek bakmışımdır
hep. Onların sırtında asla geçmişin tozlu raflarından gelen, tozlu anılar
bulunmaz. Üzerimize giydiğimiz dün ya da evvelisi gün konseptli elbiseler
yüzünden bir türlü giremedik içeri bugün ve yarının kapısından. Bense, tozun
içinde yaşayan adam, bir dönme dolaptaymış gibi sürekli aynı noktaya gider
gelirdim. Her seferinde yükselirken umutlanır, tepedeyken düşmekten korkardım.
Buna rağmen yumuşak iniş yapınca başa sardığımı anlardım. Karanlık bir odada,
içi aydınlık bir gaz lambasının içinde gibi hissettim. Çıkıp gitmeyi düşündüm…
Yağmur gözümü korkutuyordu tamam, fakat burası da pek tekin değildi. Bir türlü
kalkamıyordum yerimden. Bazen öyle olur ya, çivilenmiş gibi hissedersiniz
kendinizi bir konu ya da bir zeminin üzerine. O mertebedeydim ben de… Ne iş
yaptığımı, nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi her şeyimi sordu, hiçbirinin
cevabını dinlemedi. Bense sadece, “Burada
ne yapıyorsun?” dedim, “Burayı
seviyorum,” dedi. Ve tabii sonrasında az da olsa hikayemi anlatmaya
başladım. O vicdan bu gece temizlenecekti, yoksa neden böyle bir günde –böyle
bir kulübeye düşürdü Tanrı beni? Tanrı, iyi çocuklarını yıkarken giderden akan
pis su üzerimize yağıyordu. İğrenmiyor ya da kirlendiğimi düşünmüyordu,
birilerinin artığına bulanmak ağırıma gidiyordu sadece.
toz ve örümcek ağı doluydu. Toza alerjisi olan insanlara imrenerek bakmışımdır
hep. Onların sırtında asla geçmişin tozlu raflarından gelen, tozlu anılar
bulunmaz. Üzerimize giydiğimiz dün ya da evvelisi gün konseptli elbiseler
yüzünden bir türlü giremedik içeri bugün ve yarının kapısından. Bense, tozun
içinde yaşayan adam, bir dönme dolaptaymış gibi sürekli aynı noktaya gider
gelirdim. Her seferinde yükselirken umutlanır, tepedeyken düşmekten korkardım.
Buna rağmen yumuşak iniş yapınca başa sardığımı anlardım. Karanlık bir odada,
içi aydınlık bir gaz lambasının içinde gibi hissettim. Çıkıp gitmeyi düşündüm…
Yağmur gözümü korkutuyordu tamam, fakat burası da pek tekin değildi. Bir türlü
kalkamıyordum yerimden. Bazen öyle olur ya, çivilenmiş gibi hissedersiniz
kendinizi bir konu ya da bir zeminin üzerine. O mertebedeydim ben de… Ne iş
yaptığımı, nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi her şeyimi sordu, hiçbirinin
cevabını dinlemedi. Bense sadece, “Burada
ne yapıyorsun?” dedim, “Burayı
seviyorum,” dedi. Ve tabii sonrasında az da olsa hikayemi anlatmaya
başladım. O vicdan bu gece temizlenecekti, yoksa neden böyle bir günde –böyle
bir kulübeye düşürdü Tanrı beni? Tanrı, iyi çocuklarını yıkarken giderden akan
pis su üzerimize yağıyordu. İğrenmiyor ya da kirlendiğimi düşünmüyordu,
birilerinin artığına bulanmak ağırıma gidiyordu sadece.
Küçük
tüpün üzerine bir tava koydu, tavanın içine de dört yumurta kırdı:
tüpün üzerine bir tava koydu, tavanın içine de dört yumurta kırdı:
“Ben
bir tanesini anca yerim ama sen ikisini birden yersin…” dedi. Yumurtanın çıkardığı
sesle tekrar kulübeye döndüm. Kim bilir nerelerdeydim az önce, hangi çöplükte
–hangi çamur deryasında yüzüyordum.
bir tanesini anca yerim ama sen ikisini birden yersin…” dedi. Yumurtanın çıkardığı
sesle tekrar kulübeye döndüm. Kim bilir nerelerdeydim az önce, hangi çöplükte
–hangi çamur deryasında yüzüyordum.
“Heeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeennnnnn” diye
haykırdı radyodaki boğuk sesli kadın. Yumurtalardan biri arttı, tavanın üzerini
sıkıca sarıp küçük tüple beraber masanın altına koydu. Bir insan, burayı nasıl
sevebilirdi ki?
haykırdı radyodaki boğuk sesli kadın. Yumurtalardan biri arttı, tavanın üzerini
sıkıca sarıp küçük tüple beraber masanın altına koydu. Bir insan, burayı nasıl
sevebilirdi ki?
“Şimdi
bu zımbırtılar… İletişimi sağlıyor öyle mi?” başımla onayladım söylediklerini.
“Peki ya… Ben bunların arasındayken… Kendimi efendisi gibi hissediyorum:
İletişimin efendisi!” dedi Bay Radyasyon beynindeki son hücreyi de kullanarak.
Kıkırdadığımı görünce, “Herkesin bir deliliği vardır… Anlat bakalım, neden seni
attı. O kamyonet… Yaş odunları taşıyan kamyonete, bir insan mı ağır geldi?
Kamyonetler metanetli şeylerdir… Seni mi taşıyamadı?” Hikayemin en can alıcı
kısmı gelmek üzereydi. Çok uzun yıllar önce, teknolojiyle pek de alakalı
olmayan bir kasabada yaşıyordum ben. İnsanların en büyük ve tek neşe kaynağı
kasabanın çıkışındaki lunaparktı. Ve ben de o lunaparkın hız treninden
sorumluydum –dönme dolabın tam karşısında. O lunapark sayesinde kalacak yer bulmuştum
kendime. Telefon sadece postanede vardı, kapalı bir kasabaydı… İnsanlar,
lunaparkta buluşuyor orada vakit geçiriyorlardı. Kısacası, her şeyleri o
lunaparktı. Benim de öyle…
bu zımbırtılar… İletişimi sağlıyor öyle mi?” başımla onayladım söylediklerini.
“Peki ya… Ben bunların arasındayken… Kendimi efendisi gibi hissediyorum:
İletişimin efendisi!” dedi Bay Radyasyon beynindeki son hücreyi de kullanarak.
Kıkırdadığımı görünce, “Herkesin bir deliliği vardır… Anlat bakalım, neden seni
attı. O kamyonet… Yaş odunları taşıyan kamyonete, bir insan mı ağır geldi?
Kamyonetler metanetli şeylerdir… Seni mi taşıyamadı?” Hikayemin en can alıcı
kısmı gelmek üzereydi. Çok uzun yıllar önce, teknolojiyle pek de alakalı
olmayan bir kasabada yaşıyordum ben. İnsanların en büyük ve tek neşe kaynağı
kasabanın çıkışındaki lunaparktı. Ve ben de o lunaparkın hız treninden
sorumluydum –dönme dolabın tam karşısında. O lunapark sayesinde kalacak yer bulmuştum
kendime. Telefon sadece postanede vardı, kapalı bir kasabaydı… İnsanlar,
lunaparkta buluşuyor orada vakit geçiriyorlardı. Kısacası, her şeyleri o
lunaparktı. Benim de öyle…
Malum
kısmı anlatmakta güçlük çekiyorum. Çok sayıda insanın ölümüne sebep olmak,
tanrım… Asla anlaşılamayacak bir duyguydu. Bur buhran gibi. İçinde bulunduğum
ruh halini çözümleyecek yetkinliğe erişememiştim henüz. Kimsenin de erişeceğini
sanmıyordum. Ne olduysa, kulak çınlamamın hafiften başladığı zamanlarda
olmuştu. Dünya yerinden oynuyor, görüntüler silikleşiyor ve hayat birkaç
saniyeliğine duruyordu benim için. O kalabalık grup –içinde onun da yer aldığı-
trene akın etmiş ve çığlıklar içinde çalıştırmamı istemişti. Onlarca kişiyi
öldürmek kötüydü evet fakat onun ölmesi kötüden de öteydi. Rezaletti. Çünkü
bazı hayatlar, size binlercesinden değerli gelir. Ve o, her şeyden daha
değerliydi benim için. Trenin hızını en yüksek seviyeye çıkardığımda öne bir
çınlama geldi –görüntüler silikleşti ve zemin ayağımın altında hızla uzaklaştı.
Çok değil, iki saniye sonra çığlık seslerini işittim ve tren… Artık yoktu,
içindeki insanlar da öyle…
kısmı anlatmakta güçlük çekiyorum. Çok sayıda insanın ölümüne sebep olmak,
tanrım… Asla anlaşılamayacak bir duyguydu. Bur buhran gibi. İçinde bulunduğum
ruh halini çözümleyecek yetkinliğe erişememiştim henüz. Kimsenin de erişeceğini
sanmıyordum. Ne olduysa, kulak çınlamamın hafiften başladığı zamanlarda
olmuştu. Dünya yerinden oynuyor, görüntüler silikleşiyor ve hayat birkaç
saniyeliğine duruyordu benim için. O kalabalık grup –içinde onun da yer aldığı-
trene akın etmiş ve çığlıklar içinde çalıştırmamı istemişti. Onlarca kişiyi
öldürmek kötüydü evet fakat onun ölmesi kötüden de öteydi. Rezaletti. Çünkü
bazı hayatlar, size binlercesinden değerli gelir. Ve o, her şeyden daha
değerliydi benim için. Trenin hızını en yüksek seviyeye çıkardığımda öne bir
çınlama geldi –görüntüler silikleşti ve zemin ayağımın altında hızla uzaklaştı.
Çok değil, iki saniye sonra çığlık seslerini işittim ve tren… Artık yoktu,
içindeki insanlar da öyle…
“Ceeeeeeeeeeeeee…” diye
haykırdı radyodaki kadın ve ben de hikayemi Bay Radyasyon’a tüm detaylarıyla
anlattım. Abartılacak tepkiler vermedi, sakindi. “Ölümüne sebep olduğun
insanlar… Kanunları ve geride bıraktığı ailelerini ilgilendirir. Beni
ilgilendiren başka bir şey var can…” güldü. Ve “ım…” diyerek yarım bıraktığı
kelimesini tamamlayarak beni nitelendirdiği sıfatı sahiplendi.
haykırdı radyodaki kadın ve ben de hikayemi Bay Radyasyon’a tüm detaylarıyla
anlattım. Abartılacak tepkiler vermedi, sakindi. “Ölümüne sebep olduğun
insanlar… Kanunları ve geride bıraktığı ailelerini ilgilendirir. Beni
ilgilendiren başka bir şey var can…” güldü. Ve “ım…” diyerek yarım bıraktığı
kelimesini tamamlayarak beni nitelendirdiği sıfatı sahiplendi.
“Sen
benim karımı öldürdün,” dedi. Ve kapı açıldı, içeri O diye bahsettiğim, o kadın girdi. Yirmili yaşlarının ortasında,
bana sevgiyle bakan ve trene binmeden önce yanağımdan öperek –indikten sonra
bir şeyler yapacağımızı söyleyen, beni seven kadın. Nasıl olur da onun karısı
olabilirdi? Evli değildi ve onunla evlenemeyecek kadar da düzgün biriydi. İçeri
girer girmez:
benim karımı öldürdün,” dedi. Ve kapı açıldı, içeri O diye bahsettiğim, o kadın girdi. Yirmili yaşlarının ortasında,
bana sevgiyle bakan ve trene binmeden önce yanağımdan öperek –indikten sonra
bir şeyler yapacağımızı söyleyen, beni seven kadın. Nasıl olur da onun karısı
olabilirdi? Evli değildi ve onunla evlenemeyecek kadar da düzgün biriydi. İçeri
girer girmez:
“Geldi
mi?” diye sordu. Her ikisinde de gelmemi bekliyorlarmış gibi bir ifade vardı.
Oysa ben onu bekliyordum, tren enkazından çıkarıldığı gibi gömülü olduğu yerden
de dönüp gelmesini.
mi?” diye sordu. Her ikisinde de gelmemi bekliyorlarmış gibi bir ifade vardı.
Oysa ben onu bekliyordum, tren enkazından çıkarıldığı gibi gömülü olduğu yerden
de dönüp gelmesini.
“Küçük
bekleyişler beraberinde büyük mucizeleri getirirmiş,” dedi Bay Radyasyon. Yerimden
kalkıp ne olup bittiğini anlamaya çalıştım ve o, sandalyeme oturdu. “Nasıl
olur?” dedim, Bay Radyasyon tekrar hırıltılı hırıltılı gülmeye başladı, “Bazılarımızın
saati, diğerlerininkinden hızlı ilerler… Bazen de yavaş… Benimle bu kadar erken
tanışmanı istemezdim. Yaşayıp tecrübe edinmek en çok kullanılan yöntemdir. Ve
sen buna izin vermedin! Sen bize giden en doğru yolun ölümüne sebep oldun! Ve
saat!” dedikten sonra kolunu uzattı, saate baktım: Bir ile iki arasında bir yerlerde ama pek de anlaşılmıyordu. Radyodaki
boğuk sesli kadının ne dediği iyice anlaşılmaya başlamıştı:
bekleyişler beraberinde büyük mucizeleri getirirmiş,” dedi Bay Radyasyon. Yerimden
kalkıp ne olup bittiğini anlamaya çalıştım ve o, sandalyeme oturdu. “Nasıl
olur?” dedim, Bay Radyasyon tekrar hırıltılı hırıltılı gülmeye başladı, “Bazılarımızın
saati, diğerlerininkinden hızlı ilerler… Bazen de yavaş… Benimle bu kadar erken
tanışmanı istemezdim. Yaşayıp tecrübe edinmek en çok kullanılan yöntemdir. Ve
sen buna izin vermedin! Sen bize giden en doğru yolun ölümüne sebep oldun! Ve
saat!” dedikten sonra kolunu uzattı, saate baktım: Bir ile iki arasında bir yerlerde ama pek de anlaşılmıyordu. Radyodaki
boğuk sesli kadının ne dediği iyice anlaşılmaya başlamıştı:
“Cehennem…”
artık uzun hava okumuyordu. Son derece sakin bir sesle bunu dedi ve yer
altımdan mı uzaklaştı yoksa ben mi yükseldim anlayamadan kendimi savrulur bir
vaziyette buldum.
artık uzun hava okumuyordu. Son derece sakin bir sesle bunu dedi ve yer
altımdan mı uzaklaştı yoksa ben mi yükseldim anlayamadan kendimi savrulur bir
vaziyette buldum.
“Bir…
İki… Üç… Dört… Beş…” bu seferki çok uzun sürmüştü. “Yakın bir zamanda görüşmek
dileğiyle,” dedi Bay Radyasyon ve kuvvetli bir şimşek
çaktı. Kendimi tekrar o kuş uçmaz kervan geçmez yolda, zifiri karanlığın içinde
buldum. Kulübenin ışıkları sönüktü, terk edilmiş gibi. Kilometrelerce ötede
duran kulenin üzerinde bir şimşek çaktı ve tepesinde duran dev saati
aydınlattı: Biri beş geçiyordu. Yağmur
şiddetlendi. Tamamı suyla dolmuş yoldan değil araba, geçse geçse gemi geçer
sadece. Yürüyecektim…
İki… Üç… Dört… Beş…” bu seferki çok uzun sürmüştü. “Yakın bir zamanda görüşmek
dileğiyle,” dedi Bay Radyasyon ve kuvvetli bir şimşek
çaktı. Kendimi tekrar o kuş uçmaz kervan geçmez yolda, zifiri karanlığın içinde
buldum. Kulübenin ışıkları sönüktü, terk edilmiş gibi. Kilometrelerce ötede
duran kulenin üzerinde bir şimşek çaktı ve tepesinde duran dev saati
aydınlattı: Biri beş geçiyordu. Yağmur
şiddetlendi. Tamamı suyla dolmuş yoldan değil araba, geçse geçse gemi geçer
sadece. Yürüyecektim…
Bana
bu geceyi yaşatan, Lunapark’a doğru.
bu geceyi yaşatan, Lunapark’a doğru.
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.
Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.