O. Henry ödüllü, Pulitzer finalisti ve uluslararası çoksatan yazar Daniel Mason’ın Kış Askeri romanı Seda Çıngay Mellor çevirisiyle Holden Kitap‘tan çıktı.
Viyana, 1914. I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Lucius, yirmi iki yaşında bir tıp öğrencisidir. Cerrahlık yeteneklerini geliştirmek için savaş doktoru sıfatıyla gönüllü olarak askere yazılır. Yüksek donanımlı bir hastanede görev yapmaktır hayali. Ancak Karpat Dağları’nın uzak bir vadisindeki görev yeri tifüs salgınından harap olmuş, kiliseden devşirilmiş derme çatma bir hastanedir. Kendisinden önceki doktorlar kaçmış ve orada bir tek rahibe hemşire Margarete kalmıştır.
Hayatı boyunca eline neşter almamış Lucius cepheden getirilen yaralıların uvuzlarını kesip biçerken yardımcısı genç rahibeye âşık olur. Sonra bir gün kışın ortasında baygın bir asker getirilir hastaneye. Görünürde bir yarası olmayan askerin asıl sorunu aklıyladır.
Viyana’nın yaldızlı balo salonlarından Doğu Cephesi’nin donmuş ormanlarına; ameliyathanelerden Kazak süvarileriyle gürleyen savaş alanlarına kadar Kış Askeri; savaşın, tıbbın, ailenin, tarihin büyük gelgitlerinde aşkı bulmanın, hataların ve telafi fırsatlarının hikâyesidir.
“Kış Askeri insana beklenmedik edebi zevkler tattırıyor. Daniel Mason fonda Avrupa’nın dağılışını titizlikle yapılmış araştırmalar ve muhteşem bir canlandırmayla anlatırken bir yandan da birkaç kayıp ruhu bulup onları kolay ulaşılamayacak bir yere doğru götürüyor.” – The New York Times
“Kış Askeri’nin güzelliği ifade edilemeyecek ıstıraplarla dolu sahnelerde bile silinmiyor.” – The Washington Post
“Çok gerçek, çok zengin ve çok ayrıntılı, öyle ki kitabı okurken oturduğum oda ortadan kayboldu, geçmişin artık kaybolmuş dünyasında gittim. Heyecanlı, sürükleyici, duygu dolu.” – Andrew Sean Greer
“Mason, Kış Askeri’nde dönemin tıbbi bilgilerini ve uygulamalarını şok edici ayrıntılarla sayıp döküyor. Roman sık adımlarla hızla ilerliyor, vardığı kapanış da unutulmaz bir şekilde etkileyici. İnsanın aklına bir sürü başka büyük roman geliyor: Doktor Jivago, İngiliz Hasta, Çanlar Kimin İçin Çalıyor gibi.” – San Francisco Chronicle
“Sizi çatışmaların kaosuna ve o kaosun ortasında başlayan bir aşkın beklenmedik sonuçlarına savuran harika bir savaş romanı.” – Lynn Neary, NPR (2018’in en iyi kitapları)
“Bu kitap fazla mı ilginç acaba? Fazla mı güzel kurgulanmış? İnsanlığı, derinliği, esrarlı gerçekleri ve ölüm kalım meseleleri çok mu fazla? Çok mu mükemmel? Bu kitabı tavsiye ettiğim herkes bu sorulara evet cevabını veriyor. Karşınıza çıkmış en tatminkâr kitaplardan biri olup olmadığına buyurun kendiniz karar verin.” – Louise Erdrich
“ Kış Askeri Eşsiz bir okuma deneyimi. Yazar Daniel Mason, savaşın getirdiği duygusal ve fiziksel yıkımı doktor titizliğiyle anlatmayı başarıyor. Roman ilk sayfadan itibaren gergin bir tel gibi, okuru da kargaşanın içine çekiyor.” – Bookpage
“Mason’ın kurgusunun en dikkat çeken tarafı ortaya serdiği şeylerin niteliği ve insanların mizaçlarını, huylarını, yapılarını açıkça gösterebilme becerisi. Kitabın merkezindeki Margarete, muhteşem bir şekilde gerçek bir karakter. Roman bir doktorun iyileştirme yeteneğinin sınırlarını çizerken, bir yandan da ıstırap çekenlerin yanında olmanın, o yükü üstlenmenin ne anlama geldiğini ifade ediyor.” New York Times Magazine
“Yetenekli bir yazarın kasvetli bir ortamı capcanlı kişiliklerle dolu bir hikâyeye dönüştürebileceğini gösteren muhteşem bir örnek. Mason’ın kalemi su gibi, berrak bir su gibi akıyor ve bizi kaderleri birbirine bağlı sevgililerin, kendi sonsuz kışlarında sıkışıp kalmış askerlerin hikâyesiyle derinden etkiliyor.” – Seattle Times
“Mason’ın dünyayı değiştiren olayların rüzgârına kapılmış insanları anlattığı güçlü hikâyede Lucius’un kaybolan aşkını arayışı aynı zamanda tanık olduğu dehşetlerden kurtuluş yolculuğuna dönüşüyor.” – Sunday Times
“Okuduğum en güzel tarihi kurgulardan biri: Ayrıntılar, özgünlük ve açıklık gerçekten hayranlık uyandırıcı. Çizilen her sahne insanın ağzını açık bırakacak kadar canlı. Okurken, İngiliz Hasta’yı ve Doktor Jivago’yu yâdettim.” – Chris Bohjalian
“Nefes kesici ve bir sürü şey çağrıştıran bir kitap. Kış Askeri, okuru ilk sayfadan itibaren başka bir dünyaya çeken büyüleyici bir hikâye dokuyor. Savaşın insanlara nelere mal olduğunu bu kadar incelikli ve anlayışlı bir şekilde anlatan pek az hikâye bulunur. Okuyun. Muhteşem bir yetenek gösterisi.” – Bookbrowse
“ Kış Askeri, savaşın efsanevi gücüyle sürüklenen ve kefaret ararken umutsuzca akıntıya karşı savaşan bir adamı bütün canlılığıyla anlatıyor.” – Booklist
“Etkileyici bir tarihi roman. Mason’ın eski moda romanı ı. Dünya Savaşı’nı sürükleyici ve samimi bir biçimde anlatıyor. Yazar Lucius’la olağanüstü bir baş karakter yaratmayı başarmış.” – Publishers Weekly
Kış Askeri · Tadımlık
Küçük istasyon binasından çıkınca karlı tarlalardan geçen yolu takip ettiler, yol sonunda çam ağaçlarıyla kaplı bir vadiye saptı. Rüzgâr estikçe takırdayan dallarda sütümsü buz katmanları ışıldıyordu. Lucius’un gözpınarlarındaki ve kirpiklerindeki yaşlar dondu, yüzünü saran şal kırağıyla ağırlaştı. Dizginleri sağlam eliyle sıkı sıkı kavrayarak kırık bileğini korumaya çalışıyordu ama dar yol madeni bir şeymiş gibi sertti, atlar zaman zaman kayıyordu. Sonunda acısı dayanılmaz bir hale gelince durması için hüsara seslendi.
Çantasını karıştırıp kokain ve morfin ampullerini buldu. Donmuşlardı, ısıtmak için ağzına attı. Kokaini doğrudan kırığa zerk etti, sonra durakladı, morfini de zerk etmeye hazırdı ama durdu. Hayır. En iyisi idareli davranmaktı, ne kadar yolları olduğunu bilmiyordu.
Arazi yükseldi, vadi dik ama genişti. Çok geçmeden ağaçlıklı bir geçide vardılar. Yol aşağı indi, başka bir vadiye geçti ve yeniden alçalmaya başladı. Bir köyün girişinden geçtiler, girişteki iptidai tabelaya bir kurukafa çizilmiş, üstünde Almanca, Lehçe, Rumence, Rutence ve Macarca olarak (Lucius bu son üçünün de aynı şeyleri söylediğini varsaydı) FLECKFIEBER!!! (tifüs) ve DİKKAT ASKER! BURAYA GİRME! ÖLÜM BEKLER! sözcükleri vardı.
Hüsar istavroz çıkardı, köyden uzak olmalarına karşın iyice açıktan dolaştı. Sanki dişli, pençeli bir şey aniden ortaya çıkıp onları kovalayacaktı.
Lucius’un kolu yeniden zonklamaya başlamıştı. Hüsara yeniden durması için seslendi, eski iğnenin kapağını açtı, morfin ampulünü kırıp koluna zerk etti.
Orman seyreldi. Artık savaşla yaralanmış olan boş tarlalardan geçtiler. Bomba çukurları, terk edilmiş istihkâmlar, siperler. Bir ağaçtan bir şey sallanıyordu: Neredeyse tamamen buz tutmuş bir ceset. Tarlanın uzak ucunda kayalara benzeyen koyu renk bir yığın vardı ama yaklaşınca Lucius bunların donmuş atlar olduğunu gördü. Belki elli tane vardı, yarı yarıya karla örtülmüşlerdi. Kafalarında çiğ, koyu kırmızı çiçekler açmıştı. Lucius ormanın gölgelerinde başkalarını gördüğünü düşündü. Hüsar yavaşladı.
Açıktaki eyerlerden birinde yırtık bir üniforma parçası uçuşuyor, k.u.k. harfleri hâlâ seçiliyordu.
Kaiserlich und königlich. İmparatorluk ve Kraliyet. Kendi ordusu. Lucius birden korktu.
“Kazaklar mı?”
Ormanın derinliklerinde gölgeler oynaşıyordu. Lucius atlılar gördü, pek çok çocukluk rüyasının yaratıklarını gördü. Sonra ağaçlardan başka bir şey göremedi.
Hüsar maskesinin ardından küçümseyen bir tavırla, “Kazaklar atları öldürmez,” dedi. “Ricat eden Avusturya bu.”
Lucius önce anlamadı. Ama cehaletini göstermeye utandı, teslim olma hikâyelerini, düşman eline geçmesin diye vurulan hayvanları ancak yollarına devam ettikleri sırada hatırladı.
Karşılaştıkları ilk yolcuların yanından geçtikleri sırada alacakaranlık yaklaşıyordu, bir keçinin çektiği arabayı karlı yolda ilerleten bir mülteci ailesi. İkisi arabada, ikisi yaya dört çocuk vardı, yüzleri mumya gibi sarılıp sarmalanmış, ceketleri dikişlerinden patlayacak gibi olana kadar samanla doldurulmuştu.
Hüsar Macarca olarak durmalarını emretti. Arabayı işaret ederek konuştu. Kadın itiraz etti. Lucius sözcükleri anlayamıyordu ama kadının ne söylediği belliydi: Burada bir şey yok, eski paçavralar, hepsi bu. Hüsar atından inip biraz katı hareketlerle arabaya doğru yürüdü, yoklamaya başladı. Kadın peşinden gitti. “Nincs semmink!” diye bağırıyordu, iki elini de dua eder gibi kaldırmıştı. “Nincs semmink! Nincs semmink!” Ama hüsar kadının sakladığı şeyi bulmuştu bile. Teker teker çekip çıkardı: Titreyen, gözleri kocaman, nefesleri buharlar çıkaran, uzun arka bacaklarıyla havaya tekmeler savuran tavşanlar.
Çocukların sarmalanmış yüzlerinden çığlıklar yükseldi. Hüsar Lucius’a bir tavşan sundu, buharları tüten yaratığı kurban töreninin öncesindeki bir rahip gibi uzattığı elinde tutuyordu. Lucius başını iki yana salladı ama hüsar tavşanı yine de ona attı, Lucius da sağlam eliyle hayvanı yakalayıp göğsüne bastırdı. Sonra tereddüt etti. Tavşanı aileye iade etmek istiyordu ama hüsarın deri maskesinin ince yarıklarından kendisini seyrettiğini hissedebiliyordu.
Tavşanı paltosunun içine kaydırırken hayvan tekme attı, kıvranarak dışarı çıktı. Lucius onu bacaklarından yakalayıp bu sefer gömleğinin içine tıktı, çıplak tenine dayadı; hayvan orada dehşetten ya da sıcaklık değişiminin yarattığı fizyolojik bir değişimden ötürü sıcak bir sıvı koyuverdi, sıvı Lucius’un karnından ve bacaklarından aşağı aktı. Hayvanın kalbinin teninin üstünde gümbürdediğini hissediyordu. Hüsarın tavşanları niye orada öldürmediğini anlamamıştı ama çocuklar oradayken bu tercih neredeyse merhametli görünecekti.
Yollarına devam ederken gözlerini aileden kaçırdı.
Yola döndüler. Bir saat daha geçtikten sonra hüsar durdu, ağır ağır, daha önce durduğunda olduğundan daha da katı hareketlerle atından indi. Su dökmek istiyormuş gibi pantolonunu kurcaladı, Lucius ona mahremiyet vermek için arkasını döndü. Ama adam birkaç dakika kıpırdamayınca baktı. Bir tuhaflık var gibiydi. Bir dakika daha geçti, Lucius adamın küfrettiğini, sonra sancısı varmış gibi inlediğini duydu, hüsar ondan sonra vazgeçip yeniden atına bindi.
Akşam yaklaşırken boş bir köye girdiler, terk edilmiş bir eve sığınmak için durdular. Duvarlar çıplak, mutfak boş, dolaplar açıktı, yerler kırık tabaklarla kaplıydı. Açık bir çekmecede, Polonyalı Aziz Stanislaus’un bir ikonası orada saklanıyormuş da sonra keşfedilmiş gibi yatıyordu.
Polonya, diye düşündü Lucius. Galiçya. Bir yerlerde, ormanda, sınırı geçmiş olmalıydılar. Nedendir bilinmez, bir masada güzel, seramik bir müzik kutusu vardı, tanıdık olmayan bir ezgi çaldı. Yatak kesilip açılmış, içindeki samanlar boşaltılmıştı.
Atları içeride, yemek odasında tuttular. Yatak için saman toplayıp dolapların son kalan kapaklarını da koparan hüsar ateş yaktı, tavşanları öldürüp yüzdü, atında taşıdığı bir tencerede haşladı. Maskesi olmadan yüzü çökük ve kapalı görünüyordu, Lucius onun ancak birkaç lokma yediğini fark etti. “Hasta mısın?” diye sordu sonunda. Adam homurdandı ama cevap vermedi. Yemeği bitirince tek bir battaniyenin altına kıvrılıp yattılar. Lucius uyanık kaldı. Uyuşturucunun etkisi geçmeye başlamıştı, bileği zonkluyordu. Yola devam etme hırsından ötürü pişmandı şimdi. Lemnowice ne kadar uzaktaydı? Bir gün daha yetecek kadar kokaini vardı. Uyuşuk parmaklarını durmadan oynatıyordu, sinir sıkışmasından endişeliydi yine. Ama oda buz gibiydi, öbür elinin parmaklarını da zar zor hissediyordu zaten.
Hüsar kıpırdanıp ayağa kalkarak su dökmek için odanın köşesine gittiğinde Lucius hâlâ uyanıktı. Adam önceki gibi uzun bir süre, belki beş dakika öyle kaldı, sonra kendine vurmaya başladı, uyluklarını, karnının alt tarafını ya da penisini dövüyordu, Lucius göremiyordu, tek gördüğü adamın bunu gitgide artan bir şiddetle yaptığıydı.