theme-sticky-logo-alt
img-alt
img-alt

Kayıp Ruhlar Kulübü | Kerem Yükseloğlu

4 Ocak 2016
1006 Okunma
Sıra bana geldiğinde, “Katilime geçiş hakkı tanımıştım…
Tanıdım yani. İstemeden” dedim ve anlatmaya başladım. Tabii sıra ona gelene
kadar anlatmam gereken başka şeyler de var.





Rutin bir toplantıydı. Cumartesi
geceleri, sabahın ilk ışıklarına kadar bir evde toplanır ve aklımıza gelen her
şeyi anlatırdık. Müzik dinler, şarkı söyler ve doya doya sigara içip oyunlar
oynardık.  Bu birlikteliği sürekli hale
getiren bir dernek ya da kulübe sahip olmamamıza rağmen, başımızı sokacak bir
çatı bulmakta güçlük çekmiyorduk.  Ahu,
Yekta, Tülay, Can, Cemal, Gül ve ben; her buluşma sonrası, vaktimizin geri
kalanının da bu şekilde geçmesi için dua ederdik.  İnsan ömrünün kısıtlı oluşu ve zamanın
içindeyken daha bir hızlı akışı gün geçtikçe tedirginlik dozajını arttırıyordu.
Zamanı kontrol edebilmenin tek yolu, içinde bulunmaktı. Bir saat kulesinin
içine girmeden kadranlarını kontrol etmek mümkün değildi. Tabii o kuleye
girdikten sonra da saati görmenin bir yolu yoktu. Kısacası zamanı kontrol
etmenin tek yolu, zamanın içinde olup –zamana dahil olamamaktı. Futbol
maçlarındaki güvenlik görevlileri gibiydi aynı. Tribünde olup maça sırtını
dönmek, gol olduğunda iki kolu da havaya kaldıramamak gibi…

Ahu sigarasının külünü yere silkti, bir
kısmı ayaklarıma geldi. Titizlik konusuna pek takılmazdı. Hayatı olduğu gibi
yaşardı. “Çöpü de burada altını da, ayrım yapmak hayata ihanettir” deyip
dururdu her fırsatta. Tasavvufa yeni bir boyut getirmişti. Yekta ve Tülay
evlilik yolunda ilerliyordu. Emin
adımlarla
kelimesinin hakkını veriyorlardı. Hoş, kimse attığı adımdan bir
kaplumbağa kadar emin olamaz o ayrı. Fakat evlilik gibi riski yüksek bir konuda
emin olmak da zor işti. Olunabilecek en yüksek seviyedeydiler kısacası. Can ve
Gül de uzun süredir beraberdi. Onların birlikteliğiyse eğlenceli, bir o kadar
da korkunçtu. En tepede durmuş bir dönme dolabın kabinini sallamaktı en
sevdikleri şey. Metaforik anlamda anca böyle özetlenebilirdi. Sırtlarında
paraşüt olmamasına rağmen, düşmekten korkmuyorlardı. Biliyorlardı ki: Her ne
kadar sallarlarsa sallasınlar –söz konusu düşme olunca- biri, diğerine muhakkak
el uzatırdı. Cemal’se gözde bekardı. Lükslerinden taviz vermediği sürece de
öyle kalacaktı. Kendi yorumuydu bu aslında:
“Ben böyle rahatım, bu kalabalıkta
kalkıp da kimseye yer veremem. Daha yol uzun,” diye tekrar ederdi bu konu her
açıldığına.

Bana gelince, beni boş verin, ben bir hayalet
olma yolunda azami hızda ilerliyordum. Gerçi… Neyse…

Hepimizin sigara yaktığı anlardan
birinde, rastgele açtığımız bir radyoda Bohemian
Rhapsody
çalmaya başladı. “Beyoğlu Rapsodisi’ni okuyan var mı? Bir proje
için lazım da… Ya da İstanbul Hatırası…” diye sordum, kısa süreli sessizliğin
ardından kimse cevap vermedi. Şarkı çok güzeldi, üsteleyip bölmek istemedim.
Fakat Can benim gibi hassas davranmayıp, “Geçen gün banyoda çok enteresan bir
şey denedim,” dedi ve kısa süreliği sessizliğin ardından attığımız kahkahanın
yaydığı ses dalgaları şehrin her yanına dağıldı. “Bıyıklarımı Dali gibi yukarı kaldırabildim. Tipim çok garip oldu,” yanında oturduğum
için dediklerini duyabiliyordum. Fakat diğer üyeler gülme eylemine devam ettiği
için dediklerinden pek bir şey anlamadı, “Aman,” dedi, “Dünyevi şeyler işte,”
bu söylediği, banyoda denediklerinden daha enteresandı oysaki. Atılan
kahkahalar şarkıyı piç etti, benim fedakarlığımın da ruhsal tatmin dışında bir
anlamı kalmadı. Daha sonra, varmış gibi yaptığımız mikrofonu Yekta aldı eline:

“Ben size daha enteresan bir şey
anlatayım,” dedi ve Ahu araya girip, “Dur sen sakın anlatma” diyerek gülmeye
başladı. Neyse ki bu kahkaha tufanı kısa sürdü ve anlatmaya başladı
çocuk, “Evimin tavanında sinekler uçuyordu. Camı açtım, ilaç sıktım bana mısın demedi. Odanın kapasını
kapadım, ilacı bolca kullanmaya başladım ama yok… Ne yaptıysam etki etmedi.
Acaba üst katta bir şeyler var da benim mi haberim yok dedim en son. Yukarı
çıkınca kapının içeriden kilitli olduğunu gördüm… Bir dümen vardı ortada belli,
kurcalamak istemedim hemen polisi aradım. Neyse polis geldi, kapıyı açtı, üçü
sağda, üçü solda altı tane gözle karşılaşmış… Tabii binlerce… Yani…” Uzun uzun
sustu Yekta. Bitmek üzere olan sigarasının ateşiyle yenisini yaktı, “İşte bizim
üst katta kalan arkadaş intihar etmiş. Etrafında da bir sürü ölüm böceği,”

Ahu, “Ölüm böceği ne ya?” diye sordu.
Gül ve Tülay, “İşte bu örümc-“ deyince Can, çok sert bir şekilde sözlerini
kesti:
“Söyleme! Gerek yok.”
Teni, kireçle kaplı duvarlardan daha
beyaz bir renge bürünmüştü Can, “Ölüm böceği işte Ahu! Amma uzattın,” diye
çıkıştı Yekta tıpkı Can gibi sert bir tavırla:

“Senin de cesedinin üstünde gezseler
sen de aynı ismi takardın. Kalorifer böceği gibi… Eskiden kalorifer mi vardı? O
böceklerin varoluşu kaloriferlerden daha eski. Kaloriferler hayatımıza girince
o ismi taktık bu kalorifer dairelerinde ürüyorlar diye herhalde, ne bileyim.
Önceden kim bilir ne deniyordu. Ben de artık ölüm böceği diyorum!”

Ahu önce kaşlarını çatıp, “Tamam be
anladık, Allah Allah…” dedi ve gülmeye başladı, “Ee anlat hadi…” Yekta derin
bir nefes alıp devam etti:
“İşte o ölüm böcekleri kapı açılınca
oradan kaçıp her yere ağ ördü… Bu sinekler de o ağda can verdi. Kısacası
kendi katilleri için kapıyı açtırdılar. O duvarda uçmasalar kim bilir ne zaman
açarlardı o kapıyı. He sonra profesyonel biri binayı komple ilaçlayıp tek bir
canlı bırakmamış o ayrı, ama onlar ilaç yüzünden ölmedi…”

Kanım donmuştu. Anlattığı hikaye
yüzünden uyuyamayacaktım. Gerçi… Neyse… Sıra bana geldiğinde anlatmaya
başladım:

“Yekta’nın yine bu hikayeyi anlattığı
bir gecenin sonunda, hepinizle tek tek vedalaşıp evimin yolunu tuttum. Günümüze
oranla bir hayli eski sayılan arabamla, azami hızda ilerliyordum. Işıklara
geldim, geç olan saat sebebiyle sarı ışık yanıp sönüyordu. Yol hakkı benimdi.
Solumdan gelen araca nedense geçiş hakkı tanıdım. Büyük, küçük fark etmeksizin
cömertçe bir eylemde bulunmaktan haz alıyordum. Yol verdiğim son ses arabesk
müzik dinleyen mavi kamyonetin yolcu penceresinden bir el çıktı ve bana
teşekkür etti. Kesik bir korna ile rica ettim ve aynı hızda yoluma devam ettim.
Arabayı park edip apartmana girdiğimde asansörün en üst katta olduğunu gördüm,
beklemeye başladım. O sırada ışıklar söndü ve karanlıkta parlayan bir çift
gözle karşılaştım bodrum kata inen merdivenlerin tırabzanında. Tıpkı Yekta’nın
hikayesindeki ölüm böcekleri gibi.”

Ahu’nun ilk kez bir hikayeyi böylesine
dikkatle dinlediğini fark ettim, “Sonra ne oldu?” dedi, devam etmemi istedi:

“İrkildim, ‘İy- İyi akşamlar…’ dedim.
Gözler bana doğru koştu, sensörlü ışıklar yandı ve karnımın ortasında bir ağrı
hissettim. Başımı indirince muntazam bir şekilde yerleştirilmiş bıçağı fark
ettim ve ışıklar söndü. Az önceki parlak göz, bahçede yanan sokak lambasının
vurduğu ters ışık sebebiyle, karartıya dönüşüp apartmandan çıktı. Sokak
lambalarının altında bekleyen ve son ses arabesk müzik çalan mavi bir kamyonete
bindi. Bu sefer de kendimi, Yekta’nın hikayesindeki sinekler gibi hissetmiştim.
Sokak lambalarının altında, geçiş izni tanıdığım kamyoneti görünce…”

Bu gece anlattığım, “Kendi katiline
geçiş izni tanıyan arkadaşımın hikayesi”
sayesinde kulübe tam anlamıyla üye
olabildim. Kendi Kayıp Ruhlar Kulübü’ne.
92 İstanbul doğumlu. Varsa yoksa sinema… Tim Burton’ın Türkiye şubesi hayali varoluşunda yer alıyor desek yeridir. Bunun yanında düzenli ilişkisinde kuma görevi gören Edgar Allan Poe sevgisi, öykülerinde de kendini göstermektedir. Kendi yazıp, eşe dosta okuttuğu öyküleri 2013 yılında Kalem Kahve Klavye ile kamuya açıldı. Yıldız Tilbe’nin unutamadığı aşklarını şarkılarına yansıttığı gibi; zaman, ölüm ve varoluşla ilgili sorunlarına film ve öykülerinde yer vermektedir. Kısaca özetlemek gerekirse, Flört sever, Fenerbahçe’li güzel bir adamdır. Bunları da alırsak ortada Kerem namına hiçbir şey kalmaz.Not: “Ozan Kotra’ya çok benziyorsun,” duyduğu en iyi iltifat.
Yorum 0

    Cevapla

    15 49.0138 8.38624 arrow 0 bullet 0 4000 1 0 horizontal https://kalemkahveklavye.com 300 4000 1