Kubilayhan Yalçın’ın kaleme almakta olduğu yazı dizisi “James Bond Romanlarında Türkiye ve Türkler”in tüm bölümlerine BURADAN ulaşabilirsiniz.
James Bond Romanlarında Türkiye ve Türkler-I:
Yıldırım Harekâtı ve Rusya’dan Sevgilerle
Karl Marx ve Friedrich Engels’in yazdığı Komünist Manifesto’nun İngilizce çevirisi şöyle başlar: “A spectre is haunting Europe – the spectre of communism.” “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti.” SPECTRE, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü 80’li yıllara kadar, hemen her roman ve filminde, Komünist Rusya’ya karşı Batı Kapitalizminin çıkarlarını savunan James Bond’un azılı düşmanı Ernst Stavro Blofeld’in kurduğu uluslararası suç örgütünün de adı. Fikrimce bu isim benzerliğinin kökeni Komünist Manifesto’da aranmalıdır.
Bond romanlarında (veya filmlerinde) Türkiye ve Türkler, sürprizlerle dolu, ilginç ve zaman zaman da tatsız bir konudur. Sürprizlerle dolu derken: Mesela yukarıda bahsettiğimiz SPECTRE örgütünün temelleri aslında Türkiye’de atılmıştır. SPECTRE örgütü, Bond kanonunun 1961 tarihli dokuzuncu romanı Thunderball’da (Yıldırım Harekâtı) ilk kez okurun karşısına çıkar. Blofeld, 28 Mayıs 1908’te Polonya’nın Gydnia kentinde dünyaya gelir. İlginçtir; 28 Mayıs 1908 aslında Bond karakterinin yaratıcısı Ian Fleming’in de doğum tarihidir. Bu noktada Carl Gustav Jung’un Gölge arketipi aklımıza geliyor. Jung’a göre edebiyat eserlerinde karşımıza çıkan kötücül karakterler, yazarın “karanlık tarafının, gölge benliğinin” bir yansımasıdır. Jung’a göre Gölge, egonun karanlık yüzüdür. Kişiliğimizin hayvan benzeri yanıdır ve kökenini evrim tarihinden alır. Gölgenin sembolleri; yılan, ejderha, canavarlar ve şeytanlardır (ya da Blofeld gibi zamane şeytanları).
Gölge çoğu zaman bir mağaranın ya da su dolu bir havuzun, kolektif bilincin girişinde bizi bekler. Rüyalarınızda şeytanla mücadele ettiğinizi gördüğünüzde bilin ki mücadele ettiğiniz aslında kendinizsiniz. Fleming’in, Bond’un baş düşmanı Blofeld’e kendi doğum tarihini vermesinde Jung’un ne derece rolü var bilemiyoruz. Ama Fleming’in, Jung’un ünlü simyacı Paracelsus hakkındaki bir konferans metnini, bizzat Jung’un izniyle İngilizceye çevirdiğini biliyoruz.
Devam edelim: “Tarihteki bütün doğru kararların, savaşta veya barışta, gerçeği başkalarından önce öğrenmekle verildiğine” inanan Blofeld, siyaset, bilim, mühendislik ve elektronik radyo tekniği üstüne çalışmasına rağmen Ulaştırma Bakanlığı Posta Telgraf Bölümü’nde “mütevazı” bir işe girer. Postanede elinden geçen telgraf ve radyogramlardan edindiği bilgilerle tahvil alıp satan Blofeld zamanla diplomatik telgrafları da rakip devletlere satmaya başlar ve kısa sürede bir Dolar zengini haline gelir. İkinci Dünya Savaşı’nın kokusunu alan Blofeld ivedilikle pılıyı pırtıyı toplar ve daha emin bir yere göç eder: Türkiye’ye. Bundan sonrasını, Tay Yayınları’ndan çıkan, Yaprak Burcu’nun çevirdiği Yıldırım Harekâtı’ndan (Thunderball) aktarıyorum:
“Oradan da orijinal Polonya pasaportunu kullanıp uçakla Türkiye’ye gitmişti. İsviçre’deki parasını İstanbul’daki Osmanlı Bankası merkez şubesine transfer etmiş ve Alman ordularının Polonya’yı işgalini beklemeye başlamıştı. Bu gerçekleşince Blofeld Türk hükümetine başvurup siyasi iltica istemiş ve ondan sonra mazbut bir hayat sürmeye başlamıştı.”
80’li yıllarda Tay Yayınları, Bond romanlarının kısaltılmış edisyonlarını cep boyutlarında yayımlamıştı. Örneğin Tay’dan çıkan Yıldırım Harekâtı 175 sayfa, Başak Yayınları’ndan çıkan, Adnan Semih Yazıcıoğlu’nun çevirdiği 1965 tarihli baskısı ise genel kitap boyutlarında ve 224 sayfadır. Tay Yayınları’nın hem kâğıt ekonomisi yaptığı hem de geniş bir okur kitlesine ulaşmak için metni sadeleştirdiği bu satış pazarlama stratejisinin, “sansür” olarak nitelendirilebilecek tarafları da vardır tabii. Mesela yukarıda alıntıladığımız paragraf Yazıcıoğlu’nun çevirisinde şöyle: “…Blofeld siyasi mülteci olarak kabulü için Türk hükümetine müracaatta bulunmuş ve gerçekten siyasi mülteci sayılması için de gereken resmi şahsiyetleri yağlamıştı. Ondan sonra mazbut bir hayat yaşamaya başlamıştı.”
Anlaşılan Blofeld Ankara’da bazı resmi şahıslara rüşvet vermiş. İleride Bond tercümeleri ve “sansür” konusuna tekrar değineceğiz. Şimdi Blofeld’in bu “mazbut hayat”ına bir göz atalım. Yaprak Burcu çevirisinden aktarıyorum:
“Ankara Radyosu çok geçmeden onun muhaberat bilgisinden yararlanmayı severek kabul etmiş ve Blofeld orada RAHİR adını verdiği ikinci bir casusluk şebekesi kurmuştu.”
İleriki sayfalarda savaş biter ve Blofeld bu sefer de bir “karşı istihbarat, terör, intikam ve haraç” örgütü olan SPECTRE’ı kurar. Örgütün yönetim kurulunda Gestapo’dan sağ kalan Nazi artıkları ya da Ruslar’ın devlete ihanet edenleri yok etmek için kurduğu SMERSH’in eski elemanlarıyla birlikte, sıkı durun, üç tane de Türk vardır: “…Mareşal Tito’nun Gizli Polis’inden ayrılmış üç yaman Yugoslav ve üç Türk. Bu sonuncular Blofeld’in Türkiye’de kurduğu casusluk örgütü RAHİR’in eski üyeleriydi. Aynı adamlar RAHİR’in yerine kurdukları KRYSTAL adlı çeteyle Beyrut’u üs alarak Ortadoğu’nun en önemli eroin imalini ve dağıtım şebekesini yönetmişlerdi.”
Detaylar çarpıcı: Osmanlı Bankası merkez şubesi, Ankara Radyosu, Türkiye üzerinden Beyrut merkezli uyuşturucu kaçakçılığı… Yeri gelmişken: Tay Yayınları’nın bu “ekonomik” Bond çevirilerinde Fleming’in son derece çarpıcı tasvir, mecaz ve ironilerinin de kesilip biçildiğini, kısaca metnin “sanatsal” açıdan kısmen hadım edildiğini belirtelim. Bond romanlarına meraklıysanız biraz sahaf tozu yutup, 60’larda Başak Yayınları ve Ağaoğlu Yayınları’ndan çıkan Bond romanlarını edinmenizi tavsiye ederim. Soğuk Savaş döneminde Sovyetlerle sınır komşusu olan NATO üyesi Türkiye’nin İngiliz Gizli Servisi açısından “stratejik” ve “istihbari” değeri tartışılmaz. Bu jeopolitik öneminden dolayı Türkiye’nin, tıpkı Bond kızları ya da Q servisinin 007 için hazırladığı teknolojik oyuncaklar misali bir James Bond klişesi olduğunu söyleyebiliriz. “Türkiye ve Türkler” konusu, çeşitli düzey ve biçimlerde ilk Bond romanı Casino Royal’den (1953) itibaren Bond kanonu boyunca sıklıkla karşımıza çıkar: “Şimdiye kadar bu civarda Bulgarlara pek tesadüf edilmezdi. Zira onları daha ziyade Türklere ve Yugoslavlara karşı kullanırlar. Bulgar casusları aptal olmakla birlikte itaatkârdırlar. Ruslar onları daha ziyade basit cinayetler için kullanırlar veya karışık suikastlarda suçu onların üstüne yıkarlar.”
Ayrıca Bond’un her hafta, düzenli bir şekilde İstanbul’dan gelen raporları incelediğini biliyoruz. Dilimize Son Koz (Başak Yayınları) ve Ay Harekâtı (Tay Yayınları) olarak çevrilen Moonraker’dan aktarıyorum: “Hafta sonları da umumiyetle karargâh dışı çalışmalarla çok dolu geçerdi. Boş apartman dairelerine kilitlerini çeşitli aletlerle açarak girerdi. Uygunsuz vaziyette kimselerin fotoğraflarını sezdirmeden çekerdi. Kaza süsü verilecek cinsten otomobille suikastlar tertiplerdi… [Hafta başında] Washington’dan, İstanbul’dan ve Tokyo’dan haftalık kurye çantaları gelir ve onlardan çıkan evrakları tasnif ederdi. Bu çantalardan her zaman için kendisine göre bir iş çıkabilirdi.”
Gelelim Bond romanlarının beşincisi ve belki de en ünlüsüne: “Rusya’dan Sevgilerle”. İlk kez 1957’de yayımlanan ve ABD başkanlarından John F. Kennedy’nin on favori kitabından biri olduğu söylenen kitap zamanında büyük bir reklam kampanyasıyla dünyaya tanıtılmıştı. Öyle ki dönemin İngiltere Başbakanı Sir Anthony Eden, yazarın Jamaica’daki Goldeneye adlı malikânesine giderek Fleming’i bizzat ziyaret etmişti. Rusya’dan Sevgilerle’nin önemli bir bölümü İstanbul ve o meşhur Şark Ekspresi’nde (Orient Express) geçer. Bond, Beyoğlu’nda Kristal Palas Oteli’nde konaklar, Galata Köprüsü’nden Sirkeci Garı’na, Yerebatan Sarnıcı’ndan Mısır Çarşısı’na (Fleming İngilizce metinde Misir Carsarsi diye yazmış) Sultanahmet Meydanı’na, Avrupa Yakası’nı didik didik eder, “Yoghourt”, “Doner Kebab” yer ve sert bir “Kavaklidere” şarabı içer… İstanbul’la daha doğrusu Beyoğlu ve Taksim’le ilgili öyle tespitler yapar ki, James Bond’un bir “Gezici” olduğunu bile düşünebilirsiniz. Tay Yayınları’nın 1983 tarihli baskısından aktarıyorum:
“Burası bir zamanlar Binbir Gece Masalları’na sahne olacak kadar büyülü bir kent olmalıydı. Modern Türkiye’nin bu büyüleyici kenti, Beyoğlu tepelerinden kendine bomboş, parlayarak bakan Hilton gibi çelik ve beton yığını uğruna bir kenara atılmış gibiydi.” Hilton gibi bir çelik ve beton yığını uğruna kenara atılmış İstanbul… İlginçtir, Nuşin Ağaoğlu çevirisinde (1963) yukarıdaki ilk cümlede geçen, “Binbir Gece Masalları” ifadesi çıkartılmış, aynı bölüm “Türklerin, son derece güzel bir tiyatro dekoruna benzeyen eski İstanbul’u…” şeklinde çevrilmiş. Fleming orijinal metinde “Arabian Nights” (İngilizler Binbir Gece Masalları’na Arabian Nights diyor) benzetmesini kullanıyor: “It should have been the Arabian Nights…”. İleride de göreceğimiz gibi çevirmen Nuşin Ağaoğlu, Fleming’in “Türkler” hakkında neredeyse biyolojik ırkçılığa varan ifadelerini değiştirmemiş ya da sansürlememiş (Tay Yayınları bu tarz ifadeleri ya tamamen sansürlüyor ya da “yumuşatıyor”) fakat her nedense yazarın “Binbir Gece Masalları” benzetmesinden rahatsız olup cümleyi “güzel bir tiyatro dekoruyla” değiştirmiş.
Açıkçası Bond’un Türkiye’den pek hoşlandığı söylenemez. Yeşilköy Havalimanı’na adım attığı gibi ilk izlenimleri şunlardır; 1963 çevirisinden aktarıyorum: “Demek ki modern Türkler şu gördüğü esmer, çirkin, mütevazı duruşlu memurlardı. (…) Dağlardan henüz inmiş kızgın, parlak, vahşi gözlerdi bunlar.” Bond, İngiliz Gizli Servisi’nin Türkiye İstasyon Şefi, “Trabzonlu” Darko Kerim’i düşünürken şöyle bir mukayese yapar: “Darko Kerim’in fevkalade samimi ve sıcak bir el sıkışı vardı. Bir Avrupalı’nın el sıkışıydı bu. İnsana sonradan ellerini bir tarafta silmek ihtiyacını hissettiren Şarkvari, hilekâr bir el sıkışı değil.”
Bond, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ama İngiliz Gizli Servisi için casusluk yapan, hatta romanın bir yerinde Bond’un da patronu, Gizli Servis Şefi M’yi kastederek “Oğullarıma Allah’tan sonra M’nin geldiğini öğretiyorum” diyen Kerim’i “hilekâr” değil “samimi” buluyor. Hâlbuki Kerim Bey Türk Ceza Kanunu’na göre müebbetle yargılanması gereken bir İngiliz ajanıdır. Bond’un şahsında emperyalizm, kendisiyle işbirliği yapan yerel güçleri yere göğe sığdıramıyor: “Bond’un aklına Darko Kerim geldi. T için ne iyi bir başkan seçmişlerdi. Bu eciş bücüş insanlarla dolu memlekette, sadece boyu posu etrafta otorite sağlaması için yeter de artardı.”
1975 İstanbul doğumlu. İstanbul Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim Bölümü ve Gazi Üniversitesi Müzik Eğitim Fakültesi mezunu.
Yirmi yılı aşkın süredir klasik gitarla iştigal eden Yalçın’ın çocuk gitar eğitimi konulu bir yüksek lisans tezi var. Alirio Diaz, Costas Cotsiolis Tillman Hopstock gibi gitaristlerin atölye çalışmalarına katılan Yalçın, piyanist Anjelika Akbar’ın Su ve Bir Yudum Su albümleri için gitar düzenlemeleri yaptı. Kubilayhan Yalçın’ın fantastik ve bilim kurgu öykülerinden oluşan 2453 Alınyazıcı ve Ruhkurtaran adlı iki kitabı var.
Ankara ve Antalya’da yaşayan Yalçın, üçüncü kitabı Milenyum Manastırı’nı yayımlamaya hazırlanıyor.