Ekim sayımızın dosya konusu: “İktidarın Şiddeti, Bedenin Direnişi”. Nilgün Tutal, Rahmi Öğdül, Korkmaz Alemdar, Gülsüm Depeli ve Tezcan Durna’dan iktidar, şiddet, beden arasındaki bağlantılara, şiddetin medyadaki temsiline odaklanan yazılar okuyacaksınız. Açlık grevlerinin ölüm oruçlarına
döndüğü bir çağda beden gerçekten de bir direniş aracı veya mekânı olabilir mi? Konunun ahlaki/vicdani yönünü de unutmadan okurlarımızı düşünmeye davet ediyoruz.
“Organsız bedenler olup, sis gibi yayılalım ot gibi taşalım” başlıklı yazısında Nilgün Tutal 2017 Venedik Bienali 57. Uluslararası Sanat Sergisi’nde Türkiye’yi temsil eden Cevdet Erek’in “Çın” isimli eserini hapishane, bedenin kısıtlanması ve bedenin direnme erkine hâlâ sahip olup olmadığı sorusuyla ele alıyor. Bakış ve sözün tekrarının bir değişim imkânı yaratıp yaratmadığını anlamaya çalışıyor. Semih Özakça ile Nuriye Gülmen’in ölüm orucuna dönüşen açlık grevinin iktidarın gözünde ne anlama geldiğini düşünmeye çalışıyor. Hapishane gibi baskıcı mekânlardan karşı-mekânlar yaratarak, çıplak hayattan/bedenden ütopik beden arayışına girerek, organik ve despotik savaş makinesinden organsız bedene dönüşerek kurtulmanın ihtimalleri üstünde duruyor.
Tutal’ın bedenin karşı-mekân potansiyeline sahip olduğu önermesi, Rahmi Öğdül’ün “Daha Fazla Numara Yapmayın, Yaşam Kıvrımlarda Saklı!” başlıklı yazısında geliştirilerek yeni boyutlarla ele alınıyor. Öğdül edebî, felsefi ve biyolojik metaforlarla bedeni tıpkı evren gibi açılan ve kapanan bir kıvrım olarak görmek gerektiğini vurguluyor. Despotun bedenin açılmasından değil kapanmasından yana olduğunu işaret ederken, rahibin de despotun da dışarıya kapalı, güneşi, rüzgârı, denizi ve ufku göremeyen kederli bedenlere gereksinim duyduğunu söylüyor. Öğdül, iktidarın bu arzusuna yenik düşmemek için hepimizi “kıvrılan kıvrımların arasında kudretli bir şekilde” devinmeye davet ederek, yeryüzünün kıvrımlı neşesinin despotu takmayacağını bilmemizi istiyor.
“Acınası Durumlar” başlıklı yazısında Korkmaz Alemdar, Aydınlanma Çağı’nın gerisinde kaldığını sandığımız ölüm gösterisinin günümüzde niye hâlâ sürdüğünü soruyor. Yazara göre, Türkiye’de ölüm cezası yeniden kabul edilecek olsa, 2016 yılı darbe girişimi sanıklarının idamını televizyondan naklen izlemek isteyeceklerin sayısı sandığımızdan daha çok. Yazı, Avrupa’daki kapitalizmin gelişim koşulları gereğince bedene uygulanan şiddetten bedenin ehlileştirilmesine geçen iktidar modelinin Türkiye’nin tarihsel ve politik koşullarına ne kadar uygun olup olmadığını ele alıyor.
Gülsüm Depeli “Direnişin Bedeni: Çağırsak Gidenleri” başlıklı yazısında, politik bir eylem ve direniş tarzı olarak idamları, açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını tarihsel bir yelpaze içinde ele alırken, bu eylemlere genellikle yadsıma ya da yüceltme refleksleriyle anlam verildiğini tespit ediyor. Depeli yazısında politik özne mit ve inanç zırhından kurtarıldığında, öznenin seçtiği eylemi, politik kararlılığını ve iradesini de sorgulamanın yolunun açılabileceğini belirtirken, konuyu Türkiye’deki ve dünyadaki bedenin yıkımıyla girişilen politik eylem biçimleri, savaşları, idamlar, açlık grevleri gibi beden ve şiddet ilişkisi bağlamındaki örnekleriyle birlikte ele alıyor.
Şiddetin bir yüzünün iktidar, diğer yüzünün de medyada temsili olduğunu unutmamak gerekir. Tezcan Durna “Medyadaki Şiddet ile Siyasi İktidarın Şiddeti Arasındaki Paslaşmalar” başlıklı yazısında, şiddet ve medya ilişkisine basit bir etkilenme ve doğrusal bir reaksiyon düzleminde bakmanın ötesine nasıl geçilebileceğini tartışıyor. Medyada temsil edilen şiddet ile toplumda politik ve ekonomik nedenlerle ortaya çıkan şiddet arasındaki güçlü bağa işaret ederken, toplumsal şiddetin yol açtığı yıkımların önüne geçebilmek için şiddetsiz bir politika yapma tarzının yaşama geçirilmesinin mümkün olup olmadığını göstermeye çalışıyor.