Gündüz Vassaf, otuz yılı aşkındır farklı türlerde, farklı disiplinlerde yazan, anlatan, Türkiye’nin entelektüel tarihine önemli katkılar yapan bir isim. Pek çoğumuz onu Cehenneme Övgü kitabından tanısak da şimdi karşımıza başka bir eserle çıktı. Yıllar önce bir başka yayınevince yayımlanan Mehmet’in Babası Nâzım, şimdi Kutlukhan Perker çizimleriyle birlikte Karakarga Yayınları’ndan çıktı. Gündüz Vassaf’la sadece kitabı değil Nâzım Hikmet ‘i, oğlu Mehmet’i, yayıncılığı, Türkiye ve dünyanın bugününü ve geleceğini onun bakış açısından ve birikiminden süzülen çarpıcı başlıklar eşliğinde konuştuk. İyi okumalar!
Röp: Koray Sarıdoğan
Gündüz Vassaf Manşet Fotoğrafı: cumhuriyet.com.tr
Gündüz Hocam, hoş geldiniz. Yeni kitabınız Mehmet’in Babası Nâzım‘ı tebrik ederek başlamak isterim. 3. baskı itibariyle hem Karakarga’dan yayımlandı kitap, hem de bu sefer M.K. Perker çizimleri eşlik ediyor. Nasıl karar verildi bu değişikliklere, yayın süreci nasıldı?
Maceralı, hoş olmayan bir geçmişle başladı. Dilem Serbest’in çok sevdiğim çizimleriyle Aylak Adam’dan çıkmıştı. Ancak kitabın daha önce Yapı Kredi Yayınları’yla bir serüveni var. Nâzım Hikmet ’in kitaplarını YKY basıyor. Onun için bu kitabın da YKY için uygun olacağını düşündüm, şairin kitapları tek bir yayınevinde toplu bir halde olsun diye ve kitabın ilk taslağı o yayınevine gitmişti. Ancak YKY tarafından istenmedi, geri çevrildi.
Yazılı olarak YKY’den gerekçeleri istedim, niçin beğenmediniz diye. Belki de düzeltebilirim diye. Çünkü iyi bir kitap olması şart değil, editörler bunun için var, siz de editörsünüz; kitabı zenginleştirmek, yüzünü gözünü açmak için var editörler.
Red gerekçeleri şuydu: Kitabın başlangıcında Nâzım Hikmet ve arkadaşı Vâlâ Nureddin İstanbul’da, Galata Köprüsü’ndeler. Vâlâ Nureddin’in anılarından aldım bunu. Ve bir Fransız subayıyla karşılaşıyorlar. Subayın kolunda bir Müslüman kadın var, subay zaten belli bir kompleksle bu kadınla yürüdüğü için bu iki erkeğe ters bir şekilde bakıyor ve elindeki kırbacı şaklatıyor Nâzım Hikmet ve Vala Nurettin’e doğru. Arka fonda da Galata Köprüsü’nde İngiliz, İtalyan ve Fransız savaş gemileri var. Yapı Kredi Yayınları, “Bu sahne kitabı okuyacak çocukları ürkütür,” dedi. Yayınevi çocukları korkutur diye Cumhuriyet tarihinin okunmasını tehlikeli buluyor.
“Yapı Kredi Yayınları, Kurtuluş Savaşı tarihini çocuklar için tehlikeli buldu”
Hangi yılda oluyor bu hocam?
Bir 7-8 yıl olmuştur. Aklımda kalan ikinci örnek, yine Vâlâ Nureddin’in anılarından… İki arkadaş bu kırbaç olayından sonra Kurtuluş Savaşı’na katılma zamanı geldi diye Ankara’ya gitmişler. Nâzım Hikmet’in bir paşa akrabası sayesinde Atatürk’le tanışıyorlar. Atatürk de “Savaşa şiirlerinizle katılın,” diyor ve ikisinin Bolu’ya öğretmen olmasını sağlıyor. Bolu’da geçen sahnede iki arkadaş öğretmenlik yaparken bir imamla ilgili bir tanıklıkları oluyor. O dönemde biliyorsunuz hocalar, imamlar işgal devletlerinden yanaydı, Kurtuluş Savaşı’na karşıydı. Hoca orada elinde bir değnek, çocukların peşinde koşuyor, “Hadi namaza, hadi namaza!” diye zorluyor. Bu da Yapı Kredi tarafından ters görüldü. Kimden korkuyorlar?
Başka şeyler de vardı ama bir anlamda Kurtuluş Savaşı tarihini, çocukları korkutmamak adına yayınevi tehlikeli buldu.
Şunu da söylemek istiyorum: Zaten çocuk kitabı, yetişkin kitabı ayrımı bana çok ters geliyor. Yani Küçük Prens, Pinokyo, Jonathan Livingstone Martı gibi kitaplar her yaştan okunan kitaplar. Kimin neyi hangi yaşta alabileceği bizim ölçebileceğimiz bir şey değil. Yetişkinin kuracağı bir dikta da değil çocuklar üzerinde. Şu yaşa kadar bu okunur, bu okunmaz diye. Bu özellikle Anglosakson ahlakının psikologlarla bütünleşmesinin bir sonucu. Çağdaş bir sansürle karşı karşıyayız.
“Nâzım Hikmet ’in kendini anlatmasını istedim.”
Peki yeni baskının Karakarga’dan yayımlanması nasıl gelişti?
Kitabın Aylak Adam’dan çıkan ilk baskısı bir günde bitmişti, çok sevinmiştim. İşte dedim en nihayet herkesin seveceği bir kitap yazmışım ve herkes Nâzım Hikmet’i, oğlunu ve eşini başka bir bağlam içinde tanıyacak. Sadece devrimci Nâzım’ı değil de ailesiyle birlikte Nâzım Hikmet ’i tanıyacak. Fakat dağıtımda bir problem oldu galiba, ikinci baskıyı kaç bin bastılarsa ellerinde kaldı. Bir iki yıl geçti, onlar da gayret ediyor ama bilmiyorum ne oldu. Bunun üzerine ben iki-üç bin kopyayı satın aldım ve Toplum Gönüllüleri’ne verdim ama bedava dağıtsınlar diye değil. Çünkü kapitalist piyasada bir şey bedavaysa işe yaramaz algısı var. Onlar da bir şekilde bir ödül olarak mı, tam olarak bilmiyorum, kitabı yine sirkülasyona soktular.
Bu arada Kutlukhan’ı yakından ve uzaktan çok takdir ediyordum. Çizgileri, titizliği, zekâsı beni heyecanlandırıyordu. Nâzım Hikmet’in oğlu Mehmet’in de Kutlukhan’ın çizimlerini beğendiğini de biliyordum. Kutlukhan’la bir gün konuşurken “Sen bunu yapmak ister misin?” diye konuştuk. Bu şekilde birlikte yola çıktık.
Kitapta, Nâzım Hikmet ‘in ve oğlu Mehmet’in hayatını, Nâzım’ın şiirlerine nazire de yaparak şiirsel bir dille anlatıyorsunuz. Pekâlâ düzyazıyla yazılabilecek bir biyografi de olabilirdi. Neden çizimlerin eşlik ettiği, Nâzım’a göndermelerle dolu şiirsel bir çalışmayı tercih ettiğinizi, fikir ve yazım sürecini dinlemek isterim.
Bence bu, Türkçe konuşmanın ve Türkiye’de yazıyor olmanın, yani Nâzım Hikmet ’le aynı dilde yazıyor olmanın -veya yazdığını zannetmenin- bir bahtsızlığı çünkü şiirlerinin yer almasını, onun kendisini anlatmasını istedim kitapta. Ben de kaçınılmaz olarak onun dilinin etkisi altında kaldım -demek bile haddim değil. Ama o şekilde çıkıverdi. Şiirsel bir metin çıkıverdi. Maalesef böyle büyük yazarlar olduğu zaman, çoğumuz etkisi altında kalıyoruz. Büyümemiz zaman alıyor, ben o anlamda pek büyümemişim. Gene de kendimce yaşamına yansıtan bir dil oluşturdum.
“Çocukların yerinde olsam ben de kitaplardan kopup internete girerdim.”
Arka kapakta, kitabın “Her yaştan okura” hitap ettiği sıklıkla vurgulanmış. Bunu nelerin önemli kıldığını anlatabilir misiniz?
Bu tür kitapların Türkiye’deki durumları, ister Fatih Sultan Mehmet olsun, ister Atatürk olsun, ister Sezar olsun, ister Osmanlı veya Cumhuriyet tarihi olsun, edebiyatımızda genç kuşaklara yönelmek bakımından çok yoksun. Onları çocuk diliyle, yani gerçekte olmayan, çocukların konuştuklarını zannettikleri bir dille ulaşmaya çalışıyor ve beş para etmeyen, çocukların okumadığı kitaplar çıkıyor maalesef.
İkinci eksik, bence yetişkinlerin, ebeveynlerin ve çocukların birlikte okuyacağı kitapların eksikliği. Bildiğimiz anlamda çocuk diliyle yazılmış kitaplar var, anne babalar o kitapları çocuklara okurken aslında çocuklarda olmayan bir dili seslendiriyor ve çocuk hiçbir şekilde bu kitaplarla ilgilenmiyor. Ben de olsam o çocuklar gibi kitaplardan kopup internete girerim.
Bu ve benzer kitaplar ailenin birlikte okuyabileceği, bu Hz. Muhammed’in hayatı da olabilir, Atatürk’ün de olabilir, büyük bir eksiklik var. Bu kitap en azından Nâzım Hikmet’le olan eksikliği belki bir nebze, hatta bir nebzeden fazla giderebilir diye düşünüyorum.
“Mehmet Hikmet hayatı boyunca gözlerden uzak yaşamayı istedi.”
Bir diğer vurgu da “oğlu Mehmet’in hikâyesini ilk kez okuyacağımız” yönünde. Sahi, neden onun hikâyesi ihmal edildi ve sizi buna yönlendiren dinamikler, Gündüz Vassaf ‘ın bu konudaki bilgi kaynakları neler oldu?
Kader, şans… Nâzım Hikmet ve dayım Zekeriya Sertel, hem Türkiye’de hem Sovyetler Birliği’nde çok yakındılar. Ve bu nedenle biz de Mehmet’le elli yıldan fazladır tanışıyoruz. O yüzden birinci elden bilgiden çok, birinci elden duygu yansımış oldu.
Mehmet zaten yaşamı boyunca arka planda olmayı hatta hiçbir planda olmamayı seçti. Yaşamını kendi akışında, gözlerden uzak yaşamayı istedi. Resim yaparken bile resmine imza atmayan, son otuz yıldır sergi açmayan biri olmak gibi bir tercihi oldu. Bunu seçmek de onun hakkı tabii.
Okur yazar kesim, hatta aydın, edebiyatçı kesim Nâzım Hikmet’in oğlu olarak Memet Fuat’ı tanıdı. Piraye Hanım’la evliliği var Nâzım Hikmet’in, Piraye Hanım’ın başka birinden Mehmet diye bir çocuğu var ve mektuplaşmalar var bu üçü arasında. Ve bu bilgi çok yaygınlaştı. Memet Fuat da başka bir Mehmet olduğunu, Nâzım Hikmet’in Münevver Hanım’dan doğma Mehmet Hikmet adlı bir oğlu olduğunu hiçbir zaman dile getirmedi. Kendisinin Nâzım Hikmet’in oğlu olarak oluşan algıyı pekiştirdi.
Hatta Hürriyet gazetesinde bir haber hatırlıyorum. Memet Fuat voleybol antrenörü aynı zamanda. Bir fotoğrafı “Şıp Demiş Babasının Burnundan Düşmüş” diye bir manşetle yayınlanmıştı.
Fakat bu konunun dışında Memet Fuat, Nâzım Hikmet’in eserlerine müthiş bir titizlikle sahip çıktı, editörlük yaptı. Nâzım Hikmet’in yayınevi değişince hemen yeni yayınevine geçti ki çocuğu gibi korumak istediği o virgülleri, noktalı virgülleri koruyabilsin diye.
Mehmet’i tanıyanlar da, babasının ve komünizmin düşmanı olarak tanıdı. Nâzım Hikmet o denli putlaştırıldı ki, çocuğunun da babası gibi sıkı bir komünist olması beklendi. Maalesef bu beklenti Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’la da oldu. Papaz oldu diye eleştirildi; ister papaz olur, ister imam olur.
Onun için Mehmet’in, babasının oğlundan çok bir insan olarak tanınmasını istedim. Bu putların kırılması babında. Oğlu, meşhur babasının izinden gitmeye mecbur değildir. Üstelik bu öyle bir evlat ki Sovyetler Birliği’ndeyken babasının, Stalin ve Beria’nın emriyle öldürülmek istendiğini de bilen bir evlat. Böyle bir evlattan kim nasıl komünist olmasını bekleyebilir?
Bu arada eklemek isterim, benim kitabım bu konuda bir ilk belki ama bardakta bir damla. Eylül ayında ilk defa Mehmet’i, yani bir toplumun meşhurlarla nasıl oynadığını, onlarca nasıl algılandığını, bu örnekte Mehmet’in kendisini nasıl koruyabildiğini anlatan bir kitap geliyor. Sibel Oral’ın Artık Tanışalım Seninle adındaki kitabı Doğan Kitap’tan çıkacak. Nâzım Hikmet’in oğlunu tanımak değil, bu tür kimlik damgalarının olduğu, beklentilerin yüksek olduğu bir ülkede bir kişinin özgürlüğünü nasıl koruyabildiğinin kanıtı bir kitap. O bakımdan ilginç, başka tür bir özgürlük kitabı olacak.
Öte yandan Nâzım’ı da “Mehmet’in babası” olarak görüyoruz. Şair Nâzım’la baba Nâzım en çok nerede ayrılıyor veya buluşuyor sizce?
Bu konumda ne şair ne baba Nâzım Hikmet. Burada devreye giren, genç yaşta genç bir kıza âşık olmanın getirdiği fırtına… O yüzden burada baba veya şairden çok aşka âşık birinden, genç yaşta genç bir kıza aşık olmuş birinin kendini ona teslim etmiş bir ruh hali söz konusu.
Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm
“Başkalarına taparak kendilerini de tapılacak hale getirmeye yatkın olanlar var.”
Konuyu Nâzım’la birlikte başka bir yere getirmek isterim: 2000 sonrası yayıncılığın bir yanıyla hem en çok bahsettiği hem de kimi mecraların, fotoğraflarıyla, alıntılarıyla, kısaca imgesiyle kullandığı isimlerden biri Nâzım. Bu açıdan, bu yeni yayıncılık eğilimlerinin Nâzım gibi isimlerin derinlemesine anlaşılmasına katkısı olup olmadığını nasıl yorumlarsınız?
Belki bundan on yıl kadar önce, Radikal gazetesinde bir yazı yazmıştım, başlığı şuydu: Nâzım Hikmet’e Ambargo. Yani “Yetti gayri, bir yıl dinlendirelim Nâzım Hikmet’i” içerikli bir hiciv yazısıydı.
Onun adını geçirmeden, eserlerine doğru azıcık daha derinleşmeye çalışalım. Ona sığınmadan, ondan nemalanmadan özgün edebiyat yapalım. O anlamda Nâzım Hikmet’in çok olumsuz bir rolü var; onun bayrağıyla, diliyle, verdiği mesajlarla kendilerini bütünleştirmek isteyenler var. Gölgesine sığınıp film bile yapanlar var. Geçenlerde Ahmet Ümit bir film yaptı, “Nâzım Hikmet ne çektiyse ben de aynısını çektim,” diye ikisini yan yana koyan bir film. E bu kendisinden bir şey eksiltiyor, Nâzım Hikmet’e bir şey katmıyor, istemeyerek kendisini küçültüyor. Nâzım Hikmet’in yaşadıkları bambaşka, bu gencin yaşadıklarıyla kıyaslanmaz.
Bu şekilde, meşhurlara özenerek maalesef yeni ufukları, hevesleri kırıyoruz. Ama Nâzım Hikmet adıyla yan yana gelmenin piyasası var, kitap sattırıyor, şarkı sattırıyor.
Mesela Zülfü Livaneli, Ankara’da kendi adını taşıyan kültür merkezine bir heykel yaptırdı. Zülfü Livaneli, Nâzım Hikmet’ten de azıcık daha uzun boylu heykelde, elini omzuna atmış, sanki dostlar… Yani tanışmadılar bile, arada kaç yıl var. İhtiyacı da yok böyle bir şey yapmaya. Livaneli meşhur zaten, sevilen bir insan. Fakat çok kullanıyoruz Nâzım’ı. Atatürk’ü de böyle kullandık, Peygamber’i de böyle kullananlar var. Başkalarına taparak kendilerini de tapılacak biri haline getirmeye yatkın yani bazı kişiler.
Gündüz Vassaf: “İnsan bencil, hilkat garibesi bir tür.”
Benzer bir soruyu da bir psikolog olduğunuz için son dönemdeki psikoloji, felsefe, kişisel gelişim gibi kitaplarla ilgili sormak isterim: Bu alandaki ilgi, kitap, kaynak bolluğunu bir derinleşmeye mi yoksa sığlaşmaya mı yorarsınız?
Sokrates’in “Kendini tanı” demesinin üzerinden iki bin küsur yıl geçti. Yani hâlâ bu insan, kendini tanımaya çalışıyorsa vazgeçsin artık. Değme filosoflar beceremedi, bu konuda birbirlerine ters düştü., demek ki kendimizi tanıyamayacağız. Bırak kendini tanımayı, kendini yaşa. Kendine yalan söylemeden yaşa.
Bir şeyi tanıyacaksan gezegeni tanı. Hayvanları tanı, doğayı tanı. Kendi kendisini tanımaya egomanyak bir şekilde bu kadar sevk etmiş, dünyasını, gezegenini, hayvanları tanımaktan bu kadar uzak olan türümüz, bu anlamda bir hilkat garibesi. Bencil. Kendisini beğenen, burnu Kaf Dağı’nda bir tür.
Şimdi felakete giderken hâlâ uyanmış değil. Özellikle Türkiye. İklim krizi deniliyor, devletten bir şey duydunuz mu şu yapılacak gibi. Saraylar yapıp dünyaya örnek olacağım gücümü göstereceğim diyor, azıcık dünyalı ol, dünyaya sahip çık. Toprağı, denizi, havayı önce insan diye öldürme.
70’lerin sonundan bu yana bilfiil yazıyorsunuz, kitaplarınız farklı yayınevlerinden çıktı. Eğitiminiz ve kariyeriniz itibariyle yurt dışını da bilen, takip eden birisiniz. Sizi yakalamışken, bu konulara kafa yoran bir mecra olarak Türkiye yayıncılığını, kendi yazı yolculuğunuz çerçevesinde nasıl gördüğünüzü de sormak isterim. Geçmişten bugüne artıları ve eksileriyle neler değişti?
Benim gençliğimde daha çok ideolojiye yönelik bir edebiyat vardı, dergiler de o eğilimdeydi. Şimdi dergilerde takip edebildiğim kadarıyla müthiş bir zenginlik, özgürlük var, heyecan var, çeşitlilik var. Fakat anladığım, sezdiğim kadarıyla bu, yayınevlerinin bastığı kitaplara yansımıyor. Yayınevleri şu kitap şu kadar satar gibi daha ziyade işin kolayına kaçıyor.
Yani geçmişi, geçmiş ünlü, iyi tanınan, çok satan yazarları tekrarlamakla edebiyatı öldürürsünüz. Edebiyat yarındır, yarını yapmaktır. Nâzım Hikmet’i Nâzım yapan da buydu, yarını yaptı, dilini değiştirdi. Picasso’yu Picasso, Shakespeare’i Shakespeare, Cervantes’i Cervantes yapan da buydu.
Yayınevleri bu riski almak istemiyor. Genç yazarlarla, adı duyulmamış yazarlarla bu riski almak istemiyor ama burada okurun da kabahati var. Okur da düşüyor tabii bol reklamlara. Falanca marka ayakkabıya, telefona nasıl alıştırıldıysa aynı şekilde falanca marka yazara da alıştırıldı.
“Bireyin öne fırlaması, miyadını doldurdu.”
Sizin bu anlamda bir gün bir rüzgâr döner ve Türkiye yayıncılığı dünyadaki iyi örneklerin normlarını yakalar gibi bir öngörünüz, ümidiniz var mı?
Ümit değil gerçek: Türkiye değil, dünyada rüzgâr dönüyor. Hatta bir sözleşme, bir iddiaya girelim isterseniz, bir rakı sofrasına diyelim.
Olur.
Dur iddiayı söyleyeyim ilk.
Rakı deyince ben hemen kabul ettim, sonuçta o rakı içilecek. (Gülüşmeler.)
Bence on yıl içinde bu gazetelerin, dergilerin çok satar listeleri diye bir şeyi kalmayacak. Bitiyor. Çünkü daha özgür haberleşmeyle, insanların, bizim kendimizi ifade edebilmemizle internet üzerinden farklı diller, ilgi alanları -yeni bileşimler diyeyim- farklı türler, disiplinlerle bir ifade gelişiyor. Ama milyonlara hitap etsin diye değil, orada elli kişiye, burada bin kişiye hitap eden, çeşit çeşit lezzetler, düşünceler ortaya çıkmaya başladı.
Mesela Nobel’in de ben artık, özellikle edebiyatta çok süreceğini sanmıyorum. Aynısını olimpiyatlar için de düşünüyorum; eskiden dünya sallanırdı kim hangi dereceyi aldı falan. Sadece pandemiyle ilgili değil bu, eskisi kadar ilgi kalmadı bu konulara. Hele genç kuşakta ilgi yok. Düzenin bu bilinci bitiyor, dünya zenginleşiyor, çeşitleniyor ve ayrışıyor. Kültür sanayiinin dayatmasından uzak bir şekilde. Bireyin öne fırlaması miyadını doldurdu.
Cehenneme Övgü tüm kitaplarınız içinde en çok konuşulanlardan biri. Totalitarizm meselesi çerçevesinde kaleme aldığınız kitap 1992’de yazılmasına rağmen bahsettiğiniz şeyler bugün geçerliliğini artırarak koruyor. Bununla ilgili neler düşünüyorsunuz? Hiçbir şey değişmedi mi yoksa her şey çok kötü yönde mi değişti?
Bence işte milenyum kuşağı, bu yeni kuşaklar, deminki Nobel ve Olimpiyat örneğinde olduğu gibi, düzeni devleti kapitalizmi, onların oyununu oynamayarak gayrimeşrulaştırıyor. İdeoloji anlamında değil de “Senin oyununu oynamam,” diyor. Bunu Gezi’de gördük, Gezi benzeri İspanya’da, Paris’te, İngiltere’de gördük.
Yani devlet, düzen bana gölge etmesin başka ihsan istemem diyen bir kuşak yetişiyor. Onun için kitap o anlamda bence eski bir kitap. Siz okunuyor diyorsunuz ama.
Öyle gerçekten. Yüzünüze karşı söylemek için değil, okunan, konuşulan bir kitap.
Bir lezzeti var belki. Okuyana tokat atmasının, sarsmasının bir lezzeti vardır. Bu kitap onu yapıyor, ben kendime orada bin tane tokat atıyorum özgür olmadığımı bildiğim için. Geceyle ilgili, çocuk sahibi olmakla, yatma düzenimizle ilgili… Bunlar geçerli tabii. Sorgulamak çünkü esas. Sade düzeni değil düzeni var eden kendimizi de sorgulamak.
“ Gündüz Vassaf: Kıyamete doğru gittiğimiz ortada.”
İnsan türü, devlet kavramı, varoluş gibi konuları bu kadar incelikli yerlerinden yakalayıp anlatan biri olarak medeniyetimizin bugün durduğu yeri nasıl gördüğünüzü merak ediyorum. Bir altın çağ öncesi yıkım mı, ellerimizle yarattığımız kıyamet mi yoksa her çağda yaşanan dönüşümlerin bir başka türü mü?
Günümüzün en temel sorusu bu. Kıyamete doğru gittiğimiz ortada. Hem doğa hem düzen anlamında. Bir aşı, bir salgın için dünya devletleri yan yana gelemedi, burada gördük. Böyle bir durumda bile bu kadar ilkel davranması, ulus devletin çoktan çöktüğünün artık bariz bir kanıtı. Gelir dağılımındaki adaletsizlik. Orada insanlar açlıktan ölüyor, öte yanda adam binmiş özel roketine üç dakikalığına bilmem kaç yüz kilometre gökyüzüne çıkıyor. Yani bu şarlatanlık değil mi? Ama gazetelerde büyük haber.
Bunlar hep çöküşün belirtileri. Mesela kimlik ayrışmaları, kimlik arayışları da öyle. ABD’de şu anda farklı cinsel kimlikler 79’a çıktı. Kendimizi tanıya tanıya 79’a böldük, 199 da olabilir yarın.
Hep dalga geçilirdi, Ortaçağ’da Katolikler iğnenin ucunda kaç tane melek dans eder falan diye, edebiyatımıza da girmişti. Biz de öyleyiz. İleride bize bakanlar bu insanın kendine düşkünlüğünü, kendine kimlik bulma çabasını bir ruh sarsıntısı olarak görecek. Biz de o ruh sarsıntısının içindeyiz. Fakat bu nereye götürecek bizi?
Bu sistem çöküyor ve bunun belirtisi yeni teknolojilerle gelen, yapay zekâ, beş boyutlu yazıcı, kuantum bilgisayarlarıyla, insanın siborglaşması gibi şeyler. Eski meslekler artık kalmayacak, büyük bir işsizliğe doğru gidiyoruz. Şimdi burada düzen gücünü ve parasını ne kadar korumak isteyecek ve şimdiden yapmaya başladığı Ortaçağ kaleleri gibi güvenli kalelerinden yönetmeye devam mı edecek, o önemli.
Veyahut bazı siyasi partilerin gündeme getirdiği gibi, işte ABD’de mi Fransa’da mı bir demokrat parti başkan adayı dile getirmişti: Herkese insan gibi yaşayacağı kadar asgari bir gelir, onunla tatile de gidebilecek, eğitim sağlık hizmetlerini de alabilecek, insan gibi, isterse hiç çalışmadan yaşayabileceği bir düzen mi kurulacak? Öyle bir olanak tanınırsa sanatta ve zanaatta şimdiden başlayan o fışkırmayı göreceğiz. Böyle bir yeniden doğuşa da gebeyiz.
Ama ulus devlet, uluslar, zenginler, şiddetle kendisini koruyacak mı yoksa elinde birikmiş yıldızların yüz misli kadarlık serveti paylaşmaya hazır mı? Yoksa, dinlerin de işbirliği yaptığı kapitalizm kendi enkazı altında kalacak. Bakalım.
EkşiSözlük’te aslında övgü amaçlı bir yorum yapılmış size: “Bu ülkeye ve insanına verebileceği hiçbir şey yoktur,” diye. Bunca yıllık üretimlerinizin, çabalarınızın ardından bu tür bir ümitsizlik yaşıyor musunuz? Bunu özellikle son 20 yıldır bir şeyler için çabalayan, üreten ve sık sık “Bütün bunlar ne için?” noktasına düşen ben ve benim gibi olan akranlarım adına merak ediyorum.
Bütün bunlar bence sevgi için, Koray. O sevgi varken ümitsizliğe kapılmak mümkün değil. Biz birbirimizi kötülüğümüzle değil, sanatımızla, birbirimize dokunarak, anlayarak, dinleyerek takdir ediyoruz. İdeoloji satmakla değil eskiden olduğu gibi. O putları, liderleri yıktık. Dayanışmacı bir topluluk yaratıyoruz artık.
Demin bahsettim mesela, Gezi gibi hareketler oldu ama bir tane lider çıkmadı. ‘68 dönemine bakın, Türkiye’de ve dünyada yüz tane lider var, saymakla bitmez. Şimdi milyonlar yürüyor bir tane lider olmadan, bu dayanışmacı bir topluluk demek.
Mesela aile yıkılıyor, evlilik kurumu gidiyor fakat 68’deki cinsel özgürlük, kadının özellikle doğum kontrol hapıyla bedenine sahip çıkması ve hamile kalma korkusunun kalkmasıyla serbest seks dediğimiz bir şey vardı. Dişlerimizi fırçalar gibi sevişiyorduk. Şimdi çok daha sorumlu bir birliktelik var. Tanışarak, konuşarak, birbirimizi tanıyarak. Sen bana ne verebilirsin gibi pazarlıkların da olmadığı bir birliktelik bu. Yol arayan, yeni bir su arayan bir kuşak var ama arayışı sevgiyle arıyor. Savaşla sloganla değil. Bu, türümüzün tarihinde müthiş bir değişiklik bence. Olumlu bir değişiklik. Onun için kendime iyimser gerçekçi diyorum ve bunların hepsi gerçek.
Gündüz Hocam, bizden bu kadar. Ağzınıza sağlık. Eklemek istedikleriniz varsa buyurun.
Çok teşekkür ederim Koray.
Biz çok teşekkür ederiz hocam.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)