Konumuz, Suat Derviş ve onun para öyküleri. Aslında Fukara Ölüsü kitabı üzerinden bir yolculuğa çıkacağımızı düşünürsek, daha çok, para! Hepimiz için aynı şeyi ifade ettiğini sandığımız bambaşka bir çıkış noktası. Derviş’e bir kitap haline gelecek kadar öykü yazdıran bir düşünce…
Suat Derviş, yirmi yıl öncesine kadar unutulmuş bir yazarken bugün biliyoruz ki edebiyatımızın özel isimleri arasında. Bunda İthaki Yayınları’nın emeği çok büyük. Bugün genel olarak romancı kimliğini ön plana çıkaran Suat Derviş külliyatının yirmi cildi tamamlandı. Şimdi sıra hikâyeci Suat Derviş’e bakmakta. Fukara Ölüsü ile Derviş’in öyküleri ilk kez kitaplaştı. Pek çok gazete ve dergideki öyküleri daha önce hiç derlenmemiş. Neyse ki bundan böyle Derviş’in hikâyeci yönünü de tanıyacağız. Fukara Ölüsü bir milat; “Suat Derviş’in bir hikâye yazarı olarak edebiyatımızda hak ettiği yeri almaya başlamasının miladı.” (Hikâyeci Olarak Suat Derviş, sayfa 13)
Dikkat! Bu inceleme yazısı kitabı okumayanlar için sürpriz bozabilecek parçalar içerir.
“Evvela hayatından bezmekte olduğunu düşündü, sonra elini uzattı, ince bir sigara aldı. O her zaman böyle yapardı. Her bir kederinin, her bir başarısızlığının karşısında ilk duyduğu şey sonsuz bir çaresizlik ve cesaretsizlik olurdu. En evvela hayatından bezmekte olduğunu düşünürdü. Ve sonra, sonra tıpkı bugün yaptığı gibi, eli alışkın bir hareketle uzanır ve sigara paketinden bir sigara alarak içmeye başlardı.” (Peride ve Hayatta Muvaffakiyet, sayfa 44)
Şimdi bir Türk filminin içindeyiz. Yeşilçam’ın sahici sokaklarında geziniyoruz. Evlerin ışıkları bir bir yanarken içimizdeki karanlık bu kez Suat Derviş’in para konulu öykülerinden yükselip yıldızlara yol alıyor. “Peride ve Hayatta Muvaffakiyet” adlı öyküde Peride, fakirliğin yaşamına getirdiği çaresizlikten her şeyin para olmadığını kabullenerek çıkıyor. Yoksul insanların şımarma lüksünün olmadığı bir dünyada yaşayan Peride, büsbütün parayı seven biriyken doğruyu nihayet buluyor. Derviş, öyküsünde insan yaşamının parayla olan döngüsünü, kırgınlıklarını, öfkesini, döneminin yansıması sözcüklerle bu kez Peride’nin yaşamı üzerinden anlatırken şu kanıya varıyor yolun sonu: Para ne kadar yaşamı sürdürmek için gerekli olsa da insan, hayatının bir yerinde onun bir amaç değil araç olduğunu anlıyor. Ya da bilemiyorum, bu belki de daha yoksul kesim için mecburi istikamet. Belki de tatlı ve huzurlu bir kabullenişle insan, para konusundaki yorgunluğunu işte böyle dindiriyor. Derviş, öyküsünde Peride’nin tatlı kabullenişini bir çırpıda şöyle anlatıyor:
“Peride sigarasını söndürerek yerinden kalktı ve ilerledi. Piyanonun kapağını açtı. Ve birdenbire çalmaya başladı. Hayatın yeniden bir cennet olduğuna karar vermişti.” (Sayfa 47)
Bu öyküler, Suat Derviş’in ilk yazdıklarından. Serdar Soydan’ın kitaba giriş olarak yazdığı “Hikâyeci Olarak Suat Derviş” başlıklı yazısında da söz ettiği gibi, kitapta yer alan yirmi yedi öykü 1930-1941 yılları arasında dokuz farklı gazetede yayımlanmış; böylesine usta bir kalemin ilk adımlarından lezzetler taşıyor. Paranın kimi zaman varlığı öykünün derdi oluyor kimi zaman da yokluğu. Çünkü bu hem dönemin hem yazarın sorunu; hem varlık hem yoklukla sınanan o insanlardan biri de yazarın ta kendisi.
Söz etmek gerekir ki, 1930 öncesinde Derviş’in kaleminde “para” hiç geçmez. Özellikle Almanya’dan döndükten sonra yazdığı öykülerde hissedilen geçim sıkıntısının görülmesi, bize işaret verir. Yirmi yedi öyküye bir bütün olarak baktığımızda Derviş’i “toplumsal gerçekçi yazar” olarak anmak yerinde olacaktır. Derviş, ’30 sonrası değişimini bir röportajında şöyle dile getirir:
“Bazıları hatta on altı yaşına geldikleri hâlde bebek oynamaya devam ederler. Ben bebeklerimi tavan arasına attıktan sonra kendime kitaplarımda bebekler yarattım, hayatla, hakikatle ve muhitle alakası olmayan bebekler… Ve onlara kâh Zehra, kâh Fatma, kâh Zeliha isimlerini koydum. Onları ben yaratmıştım. Hayat değil… Ve onlarla senelerce istediğim gibi oynadım, hayatlarını kendi derunî fantezime göre idare ettim. Bir Allah gibi istediğimi yaşattım. İstediğimi sevdirdim, istediğimi öldürdüm. Kendi içimin hayalinde onlar birer gölge idiler. Ben rüya gördüm. Hayatı tanımıyordum. Hayattan anlatacak şeyler bilmiyordum. Rüyalarımı anlattım. Fakat şimdi ne on altı yaşında ne de yirmi yaşındayım. Yani bebeklerimi kafamın ve kalbimin tavan arasına lüzumsuz eşyalar içine terk ettim. Artık rüya görmüyorum. Uyandım. Etrafımı görüyorum. Etrafımda olan şeyleri hissediyorum. Beni bebekler değil, insanlar alakadar ediyor. Beni hayal değil, hayat alakadar ediyor. Çünkü, hayat ve hakikat en güzel rüyadan, en parlak hayalden çok daha zengin, çok daha cazip. (Son Posta, 4 Temmuz 1933)”
Bu öykülere bir başka açıdan bakınca da bazen bir öyküde aslında daha yazılacak ne çok şey vardı, diye hissediyorsunuz. Ya da bu kurgunun hakkı belki de romandı, diyorsunuz. Bir solukta sona gelip Peride’yi o kabullenişe ulaştırdığında işte o lezzetlerden birindesiniz ve yazarın günümüze uzanan yolculuğunu bilince, damakta bıraktığı tat çok hoş. Hepsi birer ilk adım…
*
“Doğduğum şehrin ışıkları birer birer yanıyor. En zengin konakların abajurlarından sıcak renkli nurlar dökülüyor ve fakir kulübelerde ufak petrol lambalarının kederli ışıkları var.” (Doğduğum Şehir, sayfa 15)
Fakirlik hep kederi mi karşılar? Türk filmlerinde bize yansıtılan asıl duygunun keder olduğunu şimdi daha iyi kavrıyorum sanırım. Azla yetinmek mutluluktur, zenginlik hep yalnızlık ve sahtelik getirir. Oysa damı akan evlerde bir parça ekmeği bölüşmenin hazzı gibisi var mıdır? Gerçekten yaşamın dengesi tüm bunlar üzerine mi kurulu?
Peki ya ölümün?
“Kocam ölür ölmez zaten hepsi acıyla oynattı. Kardeşler kibarların acısı da bizimkine benzemiyor ki… Envaı türlü külfetleri var. Evvela içlerinden biri Azrail’e ruh teslim etti mi ilk işleri gazetelere ilan yollamak. Sanki bütün dünya onların içinden kim öldü, kim kaldı merak ediyor. Hem kibarlar bunu bir daha unvan yapmak için bir fırsat zannediyorlar…” (Zengin Ölüsü, sayfa 145)
Derviş’in öykülerini okurken bir kez daha anlıyoruz ki ölümün de birden fazla yüzü var. Nasıl yaşadıysan, tıpkı hayatın seni çağırdığı gibi, ölüm de seni caddenin o yönünden çağırıyor. “Kibarlar” ölürken dahi unvanlarını korurken fukaranın ölümü, filmlerin acıklı sonunda daha çok şey ifade ediyor. Ölüm gibi keskin bir konuya değinmişken şunu da söyleyebiliriz; öykülerde yoksul ve varlıklı karakterler ayrı ayrı betimlense de anlatım ilerledikçe varlıklının “karaktersizliği” okurun gözüne doğal bir biçimde sokuluyor ve birden kendinizi zengin karaktere kızarken yakalıyorsunuz. Tıpkı filmlerdeki Hulusi Kentmen karakterleri dışında hiçbir zengine kanımızın kaynayamayışı gibi…
“Fukara dirisinde de kepaze oluyor, ölüsünde de. Vakıa derler ki, insanlar bir doğarken, bir de ölürken birdir. Fakat ne ölümde ne de doğumda birlik, beraberlik var.” (Fukara Ölüsü, sayfa 125)
Zenginin ölüsünden sonra fukaranın ölüsünden alıntı yapmamak olur mu? En vurucu cümleyi seçtim, evet. Yaşadığımız düzenin dünyasına bakınca insan bu tespite katılmaktan alamıyor kendini: “Ne ölümde ne de doğumda birlik, beraberlik var.”
Sözünü etmek istediğim bir diğer öykünün adı 72,5 Lira. Bir alıntı vermeyeceğim, ondan bahsedeceğim size. Ben bu öyküye “72,5 Lira’nın Sevinci” diyorum; kalbe raptiye sızısı olarak yerleşen bir sevinç. Üç kuruş paraya çalışan işçiler ortak bir piyango çekilişine katılıyorlar ve 72,5 lira kazanıyorlar. Derviş’in kelimeleriyle resmettiği o sevinç ilk raptiye etkisi işte. Onlar için çok şey ifade eden bu para üzerine hayallere dalan işçilerin soluğu nihayetinde bir açığı kapatmaya varıyor; hayallerde bile. Sonra iş çıkışı bir kutlama için toplanmak isteyen işçiler, yeni gömlekleriyle meyhanenin yolunu tutuyorlar, ardından da pavyonların olduğu Beyoğlu’na çıkılıyor. Öykünün sonunda bir işçinin karısının kucağındaki gözyaşları ise son raptiye sızısı oluyor…
Dünya ne kadar zamandır varsa ya da şöyle demeliyim, para ne kadar zamandır varsa, bu dertler işte ta o zamanlardan başlayarak bir kar topu gibi yuvarlana yuvarlana geldi kapımızın önüne kadar. Bizi şimdiki olduğumuz insanlara dönüştürdü. Hepimiz bir başka derdin peşine düştük. Günümüzde de olduğu gibi yazarların ortak “kaygısı”, işte buradan başlayarak şekillendi. Suat Derviş’in de yolun başında yaşadığı gibi “yazdıklarını bastıramamak” kaygısı bugünün de handikabı. Fukara Ölüsü, hayallerle değil hayatla ve onun gerçekleriyle ilgilenen Suat Derviş’in yaşarken bir “kitap” olarak göremediği ilk öykü kitabı. Şimdi bir yerlerden izliyor, eminim. Yazdığım cümlelerin kelimelerinde elleri geziniyor belki. Buna inanmak benim için ziyadesiyle romantik bir detay. Ona hayatla tanıştığı yerden ve saygıyla sımsıkı sarılıyorum. Konu para olunca yazmak hem çok zor hem çok uzun bir mevzu bu…
Canım Suat Derviş, şimdi nasıl bir sana seslenişe döndü bu yazı bilemiyorum ama,
sevgimle…
Bunca zaman çok sayıda biyografi yazmış olsam da iş kendimden bahsetmeye gelince, yanakları al al olan küçük bir kız çocuğuyum. İçimdeki kırmızı balonu her gün gezintiye çıkarıp bulutlara gönderiyor, sonra bana geri dönmesini bekliyorum; aslında hepimiz gibi. Ben sadece o dönene dek yazıyorum… Daha ayakları yere basan cümleler kurmam gerekirse: Merhaba, ben Damla Karakuş. 1 Eylül 1990 doğumluyum. Mühendislik diplomamdan uçak yaptığımdan beri sadece yazıyor ve bazen de resim yapıyorum. Hayatta en çok hayvanları, ağaçları, çiçekleri ve bulutları seviyorum.