theme-sticky-logo-alt
img-alt
img-alt
img-alt

Prensesim, Şehrinizi Kurtarmak İçin Şehrinizi Yakmalıyız

20 Ağustos 2013
1124 Okunma
Hükümdarımız Saranzaya’nın keyfi yerinde. Avrupa’yı Osmanlı’dan önce ele geçirmek istiyor. Dünyayı insanların değil farelerin yönetmesi gerektiğine inanıyor. Bunun daha adil bir yönetim şekli olacağının farkında. (Yazan: Emel Keleşoğlu)

1666
Bu yolculuğu
istememiştim. İyiden iyiye zayıflamış, bu meşum savaşın karanlık askerlerinden
biri olmaktan yorulmuş, ailemi kaybetmiş ve vicdanımı hatırlamadığım bir
yerlerde bırakmıştım. Son yolculuğum olurdu belki, bilmiyorum. Belki ben de bir
yerlerde savaş zaiyatı olarak ölür kalırdım, cesedimi kireçleyip kuyulara
atarlardı. Ah ne isterdim ölebilmeyi. Savaş yeminimi yok sayıp kaçmayı ne
isterdim, ne isterdim hükümdarımın karşısına geçip ‘Bana bak, ben artık bu
savaşın içinde değilim, ben artık anti-militarist bir fareyim!’ demeyi. Diyemiyordum işte. Sizin hiç Moğol bir hükümdarınız olmadı değil mi? Olsaydı anlardınız neden
diyemediğimi. Hem unutmayın, ancak askerden dönmüş biri anti-militaristtir.
Hükümdarımız Saranzaya,
emrinde çalışan tüm farelerin
yüreklerine sarsılmaz korkular ekmiş, hayvanlık dışı işkenceleriyle nam salmış
merhamet yoksunu Moğol bir faredir. Dedesinin, Cengizhan’ın faresi olduğu söylenir. Beni Londra için
görevlendirdiğinde henüz çok gençtim. Bu zamana kadar kaç kişiye veba
bulaştırdım anımsayamıyorum. Zaman zaman ülkeme dönüp ailemi ziyaret etmeme
izin verir. Bunun beni veba bulaştırmak konusunda daha da motive ettiğini
düşünür.
Yine zorlu bir yolculuktayım.
Londra’ya girdiğimde gördüğüm manzara her zamanki gibi içler acısı. Sokaklarda
çığlıklarla koşan insanlar,
birbirlerinin yüzlerine bakmaktan bile korkuyorlar. Şehir adeta bir ölü kent…
Neredeyse veba girmemiş bir hane
dahi yok. Doktorlar, hemşireler, rahibeler, rahipler, öğretmenler, kadınlar,
çocuklar herkes vebanın tadını biliyor. Hükümdarımız Saranzaya’nın keyfi
yerinde. Avrupa’yı Osmanlı’dan önce ele geçirmek istiyor. Dünyayı insanların değil farelerin yönetmesi gerektiğine inanıyor. Bunun daha adil bir
yönetim şekli olacağının farkında. Ne yalan söyleyeyim, askeri yetenekleri
konusunda ona saygı duyuyorum. Dünyanın en büyük savaşının insanlarla fareler
arasında olduğu konusunda onunla hemfikirim. Davama inanıyor ve gerçek bir
asker olarak tüm görevlerimi yerine getiriyorum.
Bu seferki görevim kraliyet
ailesi. Açıkçası Londra’nın son kapılarından birini de almak üzereyiz ve ordu
içinde belki de verilebilecek en değerli görevi aldığım için de gururluyum. Ben
vatansever bir fareyim. Ne kadar
insan öldürebilirsem, fare ırkının
geleceği için belki de sarsılmaz temeller atabileceğim. Hem, kim gerçek bir
kahraman olmak istemez ki ? Kim bilir, belki bir gün heykellerim dikilir şehrin
kanalizasyon hatlarına.
Kraliyet sarayına girmem
pek zor olmadı. Malum, kuyruğumun geçebildiği her yerden geçebiliyorum.
Bahçedeki kanalizasyondan kilere çıkabilirsem, oradan sarayın içine rahatlıkla
geçerim. Sarayın krokisi üzerinde uzun uzun çalıştığım için avucumun içi gibi
biliyorum geçitleri. Önce hizmetlilere bulaştırmakla başlamam gerekiyor.
Yiyeceklerine ufacık bir tükürük atmam yeterli bunun için. Sonra Kral ve Kraliçe’nin
odasına giderim, oradan da Prenses.
Böylece hükümdarın listesindeki son kale de fethedilmiş olur. Dediğim gibi
yapıyorum elbette. Hizmetlileri başarıyla geçtikten sonra Kral ve Kraliçe ‘nin
devasa odasına girdim. Oda Moğolistan’ın
bir şehrinin kanalizasyonu kadardı neredeyse. Bembeyaz çarşaflar, hafif aralık
pencerenin, gerdan kırar gibi dalgalandırdığı beyaz tüller, tüm yatağın
üzerinde yine beyaz tülden inşa edilmiş bir katedral gibi ihtişamla duran cibinlik,
altın varak işlemeli yatak başı topları, altın suyuna batırılmış kapı kolları.
Tanrım, bu insanların nesi var böyle
? Bu kadar korkunç bir yerde nasıl yaşayabiliyorlar ? Kim yer üstünde yaşamayı
tercih eder ki ? Üstelik bu kadar temiz ve aydınlık bir odada nasıl uyuyabilir
insan? Bu korkunç parfüm kokusu da ne böyle? Bok kokusu olmadan yaşayabilen canlılar
dünyayı yönetmemeli bence. Hükümdar haklı, insan çok garip bir yaratık…
Sessizce yanlarına
yaklaştım. Dişlerimle cibinliği biraz parçalayıp aralarına süzüldüm. Gece
uykusunda korkup anne ve babasının arasına sessizce yatan bir çocuk gibi girdim
aralarına. Tek bir kez tenlerine dokunmam yeterdi. Zaten o kadar temiz ve
hijyeniklerdi ki ilk onların öleceğine emindim. Tenleri yumuşacıktı ve lavanta
dedikleri o korkunç bitkiden kokuyorlardı. Yataktan indiğimde bir şehrin Kral
ve Kraliçesinin maksimum birkaç gün içinde boynunda, kasıklarında ve koltuk
altlarında kan ve irin akıtacak olan korkunç şişlikler olacağını biliyordum.
Güzel Kraliçe ‘nin kasıkları düştü aklıma. Bir an, “Acaba traşlı olup
olmadığına baksam mı?” diye düşündüm ama vakit yoktu. Prenses’in odasına gitmeliydim. Bu, son görevimdi. Bir an önce Moğolistan’a dönüp tezkere almak
niyetindeydim. Belki bir iş kurardım bilmiyorum. Neyse, bunları düşünecek zaman
değil.
Prenses’in odası Kral ve Kraliçe’nin odasına yakın sayılırdı. Birkaç ahşap kapı geçtikten
sonra Prenses’in kapısına vardım.
Kapının alt boşluğu benim girebileceğim kadardı. Nöbetçiler her zaman göz
hizasından gelecek tehlikeye karşı uyanıktır. Asla yere bakmazlar. Bu, biz farelerin en büyük askeri avantajıdır.
Odaya sessizce süzüldüm. Girdiğimde birkaç hıçkırık ve ahşap bir sandalyenin
gıcırtı sesinden başka bir ses yoktu. İşte bu can sıkıcıydı. Prenses uyumuyor, camın önünde oturmuş,
ağlıyordu. Üzerinde kolları ve göğüs kısmı dantel işlemeli beyaz bir gecelik
vardı. Ayakları çıplak bir şekilde tahta döşeminin üzerinde titriyordu ve sapsarı
uzun saçları beline doğru süzülmüştü. Beli o kadar inceydi ki sandalyenin iki
tahtasının arasına bile sığabilirdi sanki. Ağladıkça yere sabit sandalyesi bir
sallanan sandalye gibi nezaketle sallanıyordu. İlk kez veba bulaştırmak için
geldiğim bir odada birine neyin var demek istiyordum. Böyle incecik bir bel
neden bu kadar ağlardı ki!
Bir an heyecanlanır gibi
olup, benim de ayaklarımın ses çıkardığını unutarak ona doğru hızlı hızlı
birkaç adım attım. Tahta döşemeler bir saray borazancısı gibi geldiğimi ilan
etti sarı saçlı ağlayan Prenses’e. Prenses başını göz hizasında arkaya
çevirdi ama kimseyi göremedi. Tekrar cama doğru dönecek oldu ki, sanırım bir de
yere bakmayı akıl edip tekrar kafasını bu kez aşağı doğru bakarak çevirdi. İşte
o an Londra saatiyle zaman durdu. Hatta Moğolistan’da
da durdu. Bilmiyorum, belki düşmanımız Çin’de de durmuştur. Pakistan’da, Rusya’da,
Almanya’da da durmuştur. Gözlerinden yanaklarına bir Moğolistan patikası şeklinde uzanan gözyaşlarıyla bu güzel Prenses, tüm dünyaya insan ırkının
haksız rekabetinin en acı verici donesi olarak gönderilmişti sanki.
Gözlerindeki, prenseslere layık o asil
hüzün, bir insan olsaydım da bana fareymişim
gibi hissettirirdi. O kadar beyazdı ki, siyah tüylerimden utanıyordum. O kadar
yumuşacık bakıyordu ki, sivri dişlerimi kırmak istiyordum. Saçları o kadar
gürdü ki, incecik kuyruğumu burada gözümü kırpmadan kesebilirdim. Sanırım bu
tahta döşeme üzerinde bir esrime haliyle kıvranarak can verebilirdim. Fakat
bütün bu hissettiklerimden daha tuhaf bir şey vardı ortada. Bu tüyden bile daha
narin, sanki cümle kursa boynu kırılacak kadar ince, kıvrılarak akan bir Moğol nehri kadar saf güzel Prenses benden korkmuyordu. Gözlerimin
içine uzun uzun sakince baktı. O kadar sakindi ki tam orada, o döşemenin
altında askeriyeyi bırakıp sivil hayata geçebilirdim. Ne ona doğru bir adım
atabiliyor, ne de onu bırakıp odadan dışarı çıkabiliyordum. Güzel prensesim sessizce ağlamaya devam
ediyordu. Bana doğru döndü ve şimdiye kadar duyduğum tüm yantralardan,
şarkılardan, ilahilerden daha güzel bir melodiyle konuştu :
– Sonunda geldiniz mi bayım ?
Ona cevap vermek istedim.
“Evet” demek, askerlik görevimde veba bulaştıracağım son insan olduğunu
söylemek, bunun için hatırı sayılır bir ödüllendirme alıp, ailemle bundan
sonraki hayatımda hiç peynir sıkıntısı çekmeden yaşayacak olmamdan bahsetmek
istedim. Fakat o an kuracağım her cümle bu tadına doyum olmaz şarkıyı kesmekten
başka bir işe yaramayacaktı. Bana biraz daha soru sormasını istiyordum.
              – Sizi
bekliyordum. Aylardır bu odada kilitliyim. Şehre çıkmam yasak. Ama beni
bulacağınızı biliyordum bayım. Kaderime razıyım. Halkımla aynı kaderi paylaşmak
bir prenses olarak yaradılış ödevim
değil mi sizce de?
Tanrım, güzel prensesimin asil kanı, ülkesi için
dişlerime sunuluyordu. Öpmeye dahi kıyamayacağım o bembeyaz boynunda irin dolu
kan bezeleri oluşmasını kabul ediyor, dünyanın neresinde olursa olsun herhangi
bir er kişinin gördüğü an penisinin patlayarak infilak edeceği kasıklarının,
enfeksiyondan bir kanalizasyon borusuna dönüşmesine izin veriyordu. Bu,
hükümdarımın dahi alnını karışlayacak kadar mert Prenses, benim gibi sefil bir fareyi
çaresiz bir aşkla dize getiriyordu. Bu güzel kadına hayatımın sonuna kadar bu
tahta döşeme üzerinde soneler yazabilirdim. Orduyu satmak ancak ortada bu kadar
güzel bir kadın varsa hoş görülebilirdi. Onu seviyordum. Onu son 45 saniyedir
delicesine seviyordum. Onun sevdiği her şeyi  seviyordum. Şehrini, sarayını, üzerindeki
dantel geceliğini… Onun bembeyaz ve traşlı olduğuna emin olduğum kasıklarını
seviyordum. Onun kasıklarında kanlı ve irinli yumrular olmasındansa ben, kendi
ülkeme saldırı için gizli tabyalar kurabilirdim. Boğazımdaki vebalı balgamı
temizledim ve zar zor cümle kurdum.
–          –Prensesim, güzelliğiniz bu çirkin kulunuza bahşedilmiş bir cennettir. Ben bir
vatanı sizin ahşap döşemede melekler gibi duran o küçücük ayaklarınıza feda
ederim. Ben artık sizin askeriniz, sizin kulunuzum. Ömrümün sonuna kadar bırakın
beni bu döşemede kalayım, yalnızca size bakayım.
Prenses bu haddini bilmez sözlerimden etkilenmişe benziyordu. Masasının üzerinde
duran mumu eline alıp bana uzattı. Sanırım çirkinliğime emin olmak istiyordu.
Yüzümü aydınlattıktan sonra daha dikkatli baktı. Gördüğüme yanılıyor olamazdım.
Gülümsüyor gibiydi. Evet evet, bu, basbayağı gülümseyen bir çift güzel gözdü.
Karşısında, içinde bir ordu taşıyan her erkeği güzelliğiyle dize getirmiş bir
kadın gibi gülümsüyordu. Onun elinden tutup, buradan götürüp, hayatımızın
sonuna kadar bir kanalizasyonda yaşamayı ne çok isterdim. Yalnızca benim
kanalizasyonumun prensesi olmasını,
her gece sabaha kadar saçlarını okşamayı, tenine dokunmayı, bembeyaz kasıklarının
kokusunu içime çekmeyi… Tanrım, bunun için hükümdarımı bile katledebilirdim.
Gülümsemesi bana cesaret vermişti.
–          –Prensesim söyleyin bana, sizin için ne yapayım? Söyleyin, tüm dünyanın farelerini ayaklarınıza kapandırayım,
dünyanın tüm kanalizasyonlarını sizin için cennete çevireyim.
Prenses bu kez gülümsemekten öteye geçti evet. Neredeyse kıkırdadı. Hoşuna
gitmişti. Kim bilir, belki de cüretim onu etkilemişti. Öyle ya, bir prensesin karşısındakine bir fare de olsa, eğer cüretliyse aşık
olması işten bile değildi.
–          -Bayım,
şehrimi kurtarmak için bana yardım edin. Ben şehrim için ölmeyi göze aldım, siz
de aşkınız için vatanınızı ayaklarıma serin.
Elbette yapacaktım. Onu seviyordum.
Onu son üç dakikadır seviyordum.
      -Kuşkusuz,
güzel prensesim. Size yardım
edeceğim. Bunun karşılığında sizden tek bir şey istiyorum.
Ne istediğimi bile
sormamıştı.
–          -Kabul
ediyorum bayım.
–          -Şehrinizin
kurtulmasının tek bir yolu var Ganj nehrim. Şehrinizin kurtulmasının tek bir
yolu var sükut elçim, görkemli tapınağım, şehrinizin kurtulmasının tek bir yolu
var.
–          -Nedir cesur
askerim, söyleyin bana.
–          -Vebanın
karşısında duramayacağı tek bir şey vardır. Ateş. Şehrinizi yakacağız.
Güzel prensesimin gözleri, bu akıl almaz
önerimi duyunca dehşetle devrildi ve tekrar hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Çaresizliği, fare yüreğimde
onarılmaz yaralar açıyordu.
–          -Ne olur
ağlamayın prensesim. Büyük bir
yangın, şehrinize vebanın verdiği zarardan daha az zarar verecektir. Siz
şehrinizi yakarak gelecek nesilleri kurtaracaksınız. Şehriniz yıllar içinde
tekrar inşa edilecek ve siz cennetinizde bembeyaz salınan bu geceliğinizle
otururken, Avrupa’yı kurtardığınızı bileceksiniz. Bazen kurtarmak için yok
etmek gerekir, inanın bana bunun başka bir yolu yok.
Prensesim kafasını yerden kararlılıkla kaldırdı. İkna olmuştu. Onu ikna edebilmek
beni tahrik etmişti. Her zaman bir kadını ikna etmenin tahrik edici olduğunu
düşünmüştüm. Doğruymuş.
Bu geceyi takip eden
gecelerde şehrin yanması için güzel prensesime
ulaklık yaptım. Sayısız notlar taşıdım. Prenses’in
bu fermanını şehrin dört bir yanına dağıttım. İnsanlar önce inanmak istemediler
ama kraliyet mührünü gören her vatandaş buna istese de istemese de ikna olmak
zorundaydı. Perşembe günü gece saat 12 de her yer hayatta kalan insanlar tarafından ateşe verilecekti.
Kendini feda edenlere öbür dünyada cenneti vaat etti güzel zebanim. Kendini
feda etmeyenleri de kendini feda edenler feda edecekti. Böylece kara veba bir
gecede Avrupa’dan temizlenecekti.
Perşembe günü saat 12’ye
geldiğinde asırlar boyu anlatılacak Büyük Londra Yangını başlamıştı bile.
İnsanlar, çığlıklar eşliğinde Prenses’e
dua ediyor, ateşten kaçamayanlar şehit olmak için kendilerini gözlerini
kırpmadan ateşe atıyorlardı. Yangın günlerce sürdü. Sarayı da prensesim kendi elleriyle ateşe vermişti.
Bahçede birlikte uzun uzun onun 18 yılını geçirdiği o büyük alev topuna baktık.
Prensesimin mağrurluğu beni ona
meftun yapmıştı. Tek bir damla gözyaşı bile akmadan izliyordu yanan şehrini.
Kararlı bir şekilde bana döndü
–          -Evet bayım,
şimdi benden istediğinizi söyleyin
–          -Benimle Moğolistan’da bir kanalizasyonda yaşar
mısınız prensesim? Kulunuza bu
dünyada ölene kadar cenneti bahşeder misiniz?
Saray, iyiden iyiye kül
olmuş ve ateşin sıcaklığı ikimizin de yüzüne vurmaya başlamıştı. Eğer kabul
ederse onu kilere çıkmak için kullandığım gizli kanalizasyon yolundan
kaçıracaktım ve bunun için maksimum birkaç dakikam vardı. Prensesim gülümseyerek bana baktı.
–          -Size ne
isterseniz yaparım demiştim bayım. O halde acele etsek iyi olur
Bu bir rüya olmalıydı.
Bir prensesi almak için bir şehir
yakmıştım. Gerekirse dünyayı yakardım. Onun ufacık ellerinde olmak için ülkem Moğolistan’ı bile gözümü kırpmadan
yakardım. Prensesim eğildi.
Avuçlarını açtı ve yavaşça onu incitmeden ellerine çıktım. Elleri sıcaktan
terlemişti. Sevişmekten terlemesini umardım. Ama olsun, onun bembeyaz ufacık
ellerinde bir ülke bırakabilirdim. Prensesim
kanalizasyona doğru bir iki adım attı. Buradan kurtulup, bok kokulu cennetimize
gitmemize birkaç saniye kalmıştı. Kanalizasyona girmek üzereyken son bir kez
durdu ve sarayının yerindeki büyük alev topuna baktı. Tek bir an dahi tereddüt
etmeden beni var gücüyle o alev topunun içine fırlattı. Havada hızla alev
topuna doğru giderken düşündüğüm tek bir şey vardı:
-Kasıkları kurtuldu.
Kasıkları kurtuldu. Neyse ki kasıkları kurtuldu.

 

Yorum 0

    Cevapla

    15 49.0138 8.38624 arrow 0 bullet 0 4000 1 0 horizontal https://kalemkahveklavye.com 300 4000 1