Çok bekledim dudağıma sürülecek bir kaşık balı. Çok bekledim sessiz sakin oturulacak tanıdık bir tahta masayı… Ahkam keseceğim yeni bir şey yok; yeni anladığım hiçbir şey yok. Anladığım hiçbir şey…
Çok bekleyince, önce büyüyor sancı. Sızı yayılıyor, avuçta kımıldayan cıva gibi; bazen bölünse de birleşiyor bir yerde. Evet, beklemenin bir acısı var ve hızla büyüyor önce; sonra azalıyor biraz daha bekleyince. Bekledikçe sıkışan nefes, sonra açılıyor kendince…
Bekleyince kurutmuyor hiçbir susuzluk, boş mide açlık vermiyor. Bekleyince, yüzmekten de yuvaya ulaşmaktan da vazgeçiyor, oturuyor yosunlara bir balık… Çok bekleyince gelmek bilmeyen sabah gelmeyi öğreniyor; uyandıysan bir türlü gelmeyen gece nasıl da aceleye biniyor…
Bekleyince şimdiki zaman ekine sığıyor tüm zamanlar; yeni bir “an” oluşuyor…
Çok bekletme dediğim günler çok bekledi. Neyi beklediğimi; hangi sevgiyi, dostu ya da hedefi istediğimi unuttum. Geçti bitti. Bekletme demiyorum ve beklemiyorum. Devasa ya da minimal… Bütün beklentileri yerin yedinci katına gömüp sekiz kat mermer çıktım üstüne. Beklemiyorum. Balık olmaktan vazgeçtim; yosun oldum, bir kayaya tutundum. Kaya var mı yok mu; onu da bilmiyorum.
Gelme artık. Her neysen, kimsen; tanıdıksan da yabancıysan da, sürprizsen de kabussan da gelme… Kalabalık bir sosyal hayatın içinde, iğne girmez asosyal varoluşlar yarattım kendime…
Gelme.
Sakın gelme…