Klişeye bulaşma riskini de alarak, şiir içimde hep vardı- gibi bir cümleyle bu içsel döküme başlama hevesindeyim. İlk okuduğumda çarpıldığım şairler Orhan Veli, Bob Dylan, Poe ve Baudelaire’di. Bu son ikisi bende o zaman anlayamayacağım bir çatlağa sebep oldular.
Poe ve Baudelaire’in içimde yarattığı zaman ve uzayda yırtılma deneyimi Hermes’in Zümrüt Tableti’nden, simya surelerine, Hayyam’ın gök cisimlerinden Alman Romantizmine, şairlerin prensi Rimbaud’ya, Lautreamont’a, Cravan’a, Artaud’ya ve oradan Brian Eno’ya uzanan bir tinsel kırılmayı da içinde büyütmüştür.
Şimdi bu satırları tam kırk altı yaşında, ilk şiir kitabımın yayınlanmasının bende yarattığı hislerin otomatizmiyle yazıyorum. On altı yaşımda ilk eleştiri metnimi yazdığımda, 20’li yaşlarda ilk bilimkurgu öykülerime soyunduğumda ya da bitpazarında King Crimson kaseti kovaladığımda dahi tüm bu uğraşlarımın şiirle bir şekilde alakalı olduğunu düşünüyordum, tam o görünmez ve sihirli bağı açıklayamazsam da.
Şiir; benim için aynı zamanda ilk gençliğinde tinimi ele geçiren heyecanların hepsiydi: Underground filmler ve auter sineması, progressive ve deneysel müzik, bilimkurgu ve post-punk, fanzinler ve ilkin ansiklopedi sayfalarında görüp çarpıldığım büyük ressamlar, break dance ve grafiti, konsol oyunları ve liberter ütopyacıların bende yarattığı arzuların bütünün oluşturduğu dev galaksi.
Yıllar boyunca şiire verdiğim bu anlamı nasıl kâğıda dökebilirim karmaşası ve korkusuyla kendi kendime mahcup ve kırılgan dizeler yazıp durdum. Bana şiir yazıyorum deme cüreti, asıl 2000’li yıllarda, yani 30’lu yaşların hemen başında geldi. Üst üste Charles Fourier’in ütopyalarını ve Breton’un Çılgın Aşk’ını okurken ve Alsancak Adası kaldırımları ve Kordon ıslak rüzgârlarla sıkça başımı döndürürken.
Sonrası kâğıt ve kalemle iç içe giren sarhoşluk akşamları, kelebek adımları, aşkın kara safrası, manik ataklar ve travmatik düş(üş)ler ve kirli çıkını doldurmaya başlamış şiirler (kadim dostlarım o dönemi iyi bilirler- ki onlar hala yeri geldiğinde bana bay perşembe derler). Sonra o dizeler kâğıtlardan duvarlara taştı, sokak sokak şiir oldu; önce Karantina’dan Alsancak Adasına ve sonra Körler Ülkesinden Taksim Meydanına; sınır dışlarına.
Edebiyat dergilerine düzenli şiir gönderen bir kalem olmadım hiç ama fanzinler her istediğinde kırmamaya çalıştım. 2000’lerin başlarında Alsancak Hayalbaz’ı düşümüzde bir Cabaret Voltaire olarak canlandırıp sürrealist kâğıt oyunları oynarken, sahne dediğimiz karanlık ve tozlu alana da ayağım alıştı; yavaş yavaş.
Tarihin ortasında bir boşlukta, yeni bir orta çağa düşmüş çocuklardık. Bildik bütün yollar neredeyse tıkalıydı ama biz yeniye dair bir deneyimi yoklamanın sarhoşluğu içindeydik hala. Zaman içinde şiir yazmadan da şiir yazıldığını deneyimlerimizle öğrendik (ki bu yolda yalnız da değildim, coğrafyalar uzak olsa da: Zafer Aracagök, Şenol Erdoğan, Şevket Akıncı, Levent Şentürk, Extramücadele…). Önce dizelerim farklı formları yoklamaya başladı; ardından kolajlara, enstalasyonlara, performanslara dönüştü.
Benim adına yer yer sanat, üretimimin merkezine şiir oturdu zamanla. İlk gençliğinde beni büyüleyen şeylerin hepsi zaman içinde bir puzzle’ın parçaları gibi yan yana gelmeye başladı. Bu şiirsel yapı tamamen tamamlanmadı, şiire kat edecek menzil çok, yıllarca taşınacak daha çok düzgün odun var- Tabduk Emre’nin dediği gibi.
Zaman içinde düşünmüşümdür, bir şair olmak değil bir şiire dönüşmek hevesi iddialı olmanın ötesinde şımarık bir dilek miydi? Bu dilek gerçekleşebilir bir şey miydi? Şimdi; sesli düşünürken tüm bunları, True Dedective dizisinin efsanevi ilk sezonunun kahramanı Rust Cohle’un ortağına anlattığı bir sır aklıma geliyor. Rust, ilk gençliğimde ressam olmak istemiştim deyince, ortağı “peki neden devam etmedin” der. Rust “hayat sadece bir şeyde uzmanlaşacak kadar uzun değil” diye yanıt verir.
Yaşamın birçok uçurumundan yuvarlanıp ayağa kalkmaya çalışmış, üstüne binen kimlikleri sökmek için yıllarını yakmış ve yaşamının son 15 yılını ilk gençlik arzularına dönmeye adamış ve bunun adına sanat (aslında şiir) vermiş biri olarak düşünüyorum. Sanırım benim deneyimimi özetleyen cümle Rust Cohle’un ki değil,daha çok “efendimiz acemilik” diyen Ankara’lı şair; Turgut Uyar’ın kiydi. Ve hiç utanmadan, deneyime adadığım yaşamımla, tam 46 yaşında ilk şiir kitabım Kirli Çıkın’ı sizlere takdim ediyorum.
Yaşıyorum hala ve duyumsadığım şeyleri yapmakta ısrar ediyorum; sanırım gerisini hayat gösterecek. Ama yaptığım her şeyde hep başköşedesin sevgili şiir.
Eylül 2018-Dünya Gezegeni
*
Ps:
Rafet Arslan “Kirli Çıkın”ın da içinde bulunduğu UPAS Yayın‘ın ilk kitaplarına upas.evvel.org adresinden ulaşabilirsiniz.
Paylaşım için teşekkürler.
Çizgi romanlar, referans kitapları ve Netflix belgeselleri hakkındaki yorumlarımı keşfetmenizi öneririm.
https://forestofnoreturn.blogspot.com