Akdoğan’ın yeni romanı. Hakkında çok şey yazılabilir; alt metni geniş ve farklı
anlatım teknikleriyle arttıkça artan bir temposu var. Fazladan sözcüklerden
arındırılmış ve dramaturjik manada okuru besleyen; zihnini çalıştırırken
kalbine de hitap edebilen nadir eserlerden. Ancak şöyle bir bölüm vardı ki,
kitap hakkında yazılabilecek tüm makale ya da alıntısı yapılabilecek
cümlelerden kıymetli olduğunu düşünüyorum:
bölüm, paragraflara ayrılmaksızın uzun uzun, tüm detaylarıyla anlatılıyor. “Çıplak eli polisin sağ
yanağında çınlarken, yabancının gözünde zaman öylesine yavaşladı ve
karşısındaki kum torbası dışında her şey öyle bir bulanıklaştı ki, hemen
ardından burnuna vurduğu yumruğu havada asılı kaldı bir süre. Yabancı, o
kısacık an’ın içinde bütün bir geçmişinin yıkıntısını gördü. –Yaşamı
boyunca maruz kaldığı her türlü baskı ve şiddetin yansıması belirdi yüzünde.” Tam daha fazlasını; daha çok kan ve yumruk
görüp iyice heyecanlanmak istediğimiz noktada ise Akdoğan başka bir şey yapıyor:
Bir süre sonra polis öznesi, yerini ‘genç adam’a bırakıyor. Çünkü
şiddettin çıkmaz döngüsü karşısında herkes çaresizdir ve gücü olanın her türlü
güçsüze uyguladığı şiddet, sonuç olarak gene faydasız olacaktır.
bölümün finalini ise isim vermeden, ancak okurların tahmin edebileceği
sezisiyle, dayak yemekten artık bayılmak üzere olan polisi aynı Ali İsmail
Korkmaz’ın yaptığı gibi dizlerinin üzerine çöktürüp, kollarıyla başına siper
yaptırarak ve “Vurma, öldüm!”
dedirterek yapıyor. Yani alçakça bir saldırıya uğrayıp dövülerek öldürülen Ali
İsmail’in sözleri dönüp dolaşıp, kalabalık bir grup tarafından köşeye kıstırılaran
ve yediği dayaktan ötürü artık bayılmak –hatta ölmek– üzere olan genç bir
polisin son yardım çığlığı oluyor. Akdoğan, söylemek istediklerini sade ve kısa
bir olay örgüsüyle işte böyle aktarıyor okura. Buradan şöyle bir mana çıkartmak
mümkün: İdeolojisi, dini, cinsi her ne olursa olsun, zulme uğrayan herkes
kardeştir. “Yabancı nefes nefese kalmıştı. Terliyordu
ve sıktığı titrek yumruklarında kendi kanı da vardı. Önce önünde yatan genç
adamın kan içinde bıraktığı suratıyla yüzleşti. Sonra dayanamayıp eserinin
üstüne kapandı ve ağlamaya başladı. –Ağlamak, yaşamı için yaptığı ikinci
şeydi.– Belli belirsiz bir şeyler sayıklıyor ve hıçkırarak ağlıyordu. “Ne oldu
sana?” diyordu, “Nasıl bu kadar kötü olabildin? Kim üzdü seni de kurudu böyle
kalbin?” (Bölümün son paragrafında, başkarakterin polise bu denli sinirli
olmasının, o gün o polisi babasına benzetmiş olmasıyla da alakalı olduğunu
öğreniyoruz. Ancak bu psikanalizin incelemesi gereken bir konu.)
Yayınları standında olacak.
Kitabın arka kapağından:
Mezar taşları gibi yükselen binaların arasında hapsedilmiş ve geçmişinin gölgesinde kaybolmuş yabancı, bir gün eroin bağımlısı bir kızla tanışır ve birbirlerinin
özgürlüklerini sorgularken soluğu direnişte alırlar. Yabancı, evini –sıcak ve rahat hapishanesini– direnişçilere açar, ancak ilerleyen günlerde bir polisi yaralayarak şiddetin
çıkmaz döngüsünde esir düşer. Geriye hesaplaşması gereken sevdikleri kalır. Ve tırnaklarıyla teker teker
kazmaya başlar mezarlarını. Hala hayatta, ancak
can çekişmekte olan ağabeyini de gördükten sonra…*
Aytuğ Akdoğan’ın ağırlıklı olarak bilinç akışıyla
kaleme aldığı ve noktalama işaretlerini gönlünce değiştirip kendi şiirsel diliyle birleştirdiği bu psikolojik romanında, her bir parça, olaylar geliştikçe bütündeki yerini bularak anlamlarını kuvvetlendiriyor.
Dünyanın her köşesinde ve her zaman diliminde
okunabilecek nitelikteki roman, sonunda tüm ötekiler için hafızalara kazınacak yeni bir
manifesto haline geliyor!