Mecburiyet, devlete hayır diyememenin, karşı gelememenin ve gücün baskısını hissetmenin yol açtığı psikolojik bir savaşın romanı olarak değerlendirilebilir. Genel bir bakış açısıyla romanda; savaş karşıtı ressam Ferdinand’ın, bir yandan savaştan kaçarken öte yandan da içinde yaşadığı savaşta kaybettiklerinin işlendiği söylenebilir.
Huzurlu bir dünya isteyen Ferdinand ve eşi, savaşın gerekli olmadığını düşünmektedir.. Öte yandan Paula, eşinin psikolojik olarak savaşa hazır olmadığını ona sıklıkla hatırlatmaktadır. Ferdinand ve hayattaki en büyük destekçisi Paula, ülkelerindeki savaştan kaçmak için İsviçre’ye sığınırlar. Bir gün konsolosluktan gelen –yüreği ağızlarında bekledikleri- askere çağrı kâğıdının gelmesiyle hayatları alt üst olur. Ferdinand’ın savaşa katılmakla katılmamak arasındaki gelgitleri romanın örgüsünü oluşturmaktadır. Ferdinand’ın sanatçı kimliği, savaşın korkunç yüzünü fikren ve ruhen reddetmekte, manzara resimleri çizerken yaşadığı dinginliği yaşayabileceği bir dünya istemektedir.
“İnsanlığın ötesinde bir vatanım yok benim, insanları öldürmek gibi bir isteğim, hırsım yok… (s 11)”
Eşi Paula da Ferdinand’ı mecburiyetler e karşı direnmesi konusunda desteklemekte ve bu direnişi göstermediği takdirde onu yalnız bırakacağını açık ve net dile getirmektedir.
“…Fakat bir yalan uğruna, kendin bile inanmadığın bir şey için, sadece güçsüz ve korkak olduğun için, arada kaynayıp kurtulurum umuduyla gideceksen, seni hor görürüm, evet seni hor görürüm. İnsanlık adına gideceksen, inandığın bir şey uğruna gideceksen seni tutmam…”
Ferdinand’ın eşine rağmen gösterdiği tavrı izlerken, vicdanımızın sesi karşısında çoğumuzun yaşadığı teslimiyet duygusunu sorguluyoruz. İşte bu örgünün çözümlenmesi noktasında roman, vatanı korumak, devletin verdiği görevleri yerine getirmek gibi sorgulanmayan, hatta sorgulanmaya cesaret edilemeyen gerçekleri insana sorgulatıyor.
“Sen onlar için bir rakamdan, sayılardan ibaretsin, bir alet, anlamsızca ve vicdansızca ölüme gönderilen bir askersin yalnızca, oysa benim için kanlı canlı bir insansın, bu nedenle onlara katılmana izin vermeyeceğim. (s.30)”
Devlete teslim olup savaşa katılmak ile özgürlüğü seçmek arasında sıkışıp kalan duygular üzerine örülmüş bir kurgu görüyoruz kitapta. Zweig yaşamında da psikolojik açıdan zor dönemlerden geçmiş bir yazar. Sonuçta yaşadığı psikolojik çıkmazlar onu intihara sürüklemiş. Yazarların eserlerinde de kendinden esintiler bulabileceğimiz gerçeği ile romanı incelediğimde Zweig’ın hayatında da düzene, sisteme, toplumun sorumluluklarına karşı gelmenin yarattığı sıkışmışlığın, onu intihara sürükleyen sebeplerden biri olabileceğini düşündürdü kitap bana.
Kitabı okuduğum süre içinde, hayatımız boyunca karşılaştığımız mecburiyetleri, vicdanımızın ve aklımızın çatışmalarını düşündüm. Büyük bir bölümünü toplumsal, sosyal ve insani yükümlülükleri yerine getirmekle, saf isteklerimiz arasında prangaladığımız ömrümüzü gözden geçirme fırsatı buldum. Fiziksel savaşın sınırlarından sıyrılıp, içimizdeki savaşa dönmeme sebep oldu. Bir diğer deyişle zihnimde yeni alt metinler oluştuğunu söyleyebilirim. Daima yalın anlatımıyla rahat bir okuma sağlayan Zweig, Mecburiyet’de de okuyucusunu yormuyor. Özgürlüğe bağımlı, iyilik peşinde koşan karakteri de bu kitapta da okuyucusunu saf olanla yüzleştirme gücünü elinde tutuyor.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan kitap sadece elli sayfa. Bir romanın uzunluğu onun değerini belirlemez. Zweig’ın bu eserini de alabileceğimiz bir kategori olan novella’lar da öyküden uzun, romandan kısa, okurunun ruhunda bir yerlere dokunan, onu düşünmeye sevk eden yapıtlar olarak değerlendirilebilir. Zweig’ın çok okunan yazarlardan biri olma nedenlerinden biri de belki de kısa ve etkileyici yapıtlarıyla okuyucuya ulaşma becerisidir.
Bir roman okuyayım, uzun olmasın, edebi değeri olsun, yalın olsun, bende bir iz bıraksın diyorsanız, ya da Stefan Zweig’ın psikolojik çözümlemelerini okumaktan keyif alıyorsanız Mecburiyet’i okumadan geçmeyin derim.