On yıl sonra onu yine görebilmek bile fazlasıyla inanılmazdı. Üstelik karşımdaydı, aynı masadaydık hatta; bir şeyler anlatıyordum, o da dinliyordu. Gülümsüyordu ara ara. Az konuşurum, daha doğrusu fazla konuşamam ben; ama o sıkılmasın diye buluyordum şimdi cümle oluşturabilecek kelimeler. Çağırırken korkmuştum, ya gelmeseydi. Geldi, şimdi çay içiyor. Aldığı her yudumda Rize biraz daha vilayete benziyor.
Sigaraya başlamış, benim gibi değil ama, arada bir içiyor. Paketin bitmek üzere olduğundan bile habersiz. Ki ikinci sigarasını yakınca bitiyor. Az sonra canı bir tane daha isteyecek; ona sigara uzatabilecek olmanın heyecanıyla doluyorum. Vakit geliyor, kendim yakınca ona da veriyorum; bilmem ki bunu içebilir miyim, diyor. Bir dene, lütfen denesin; hadi bari, diyor. Yakıyorum kibritle sigarasını. İçine çekerken, yüzünde o çiçeksi gülücükler. 216’nın dumanı arasında, gerçekten öyle mi inanamıyorum, güzel günlerin gölgesi oluşuyor. Samsun, Mustafa Kemal’in çıkışından sonra ilk kez böyle teşrif ediliyor.
Dört yıl boyunca giyebileyim diye upuzun diktirilen, aynaya baktıkça ağlamama sebep ceketim, içine Orhan Veli sıkıştırdığım telli harita metot defterim, bugün bile henüz hiçbiri gerçek olmayan hayallerim, okulun kütüphanesinden aldığım eski-miş kitaplar, asker işi ucuz cep radyomla; yaşıtlarımdan kısa, zayıf, tuhaf, kafası karmakarışık bir çocuktum ben lisede. İlk yıl herhangi biriydi o da benim için. Yaz tatilinde Tarık Akan’la Müjde Ar’ın bir filmini seyrederken âşık oldum ona birdenbire. Okulun açılması için gün saymaya başladım. Okul açıldı, büyüdüm; kapandığında küçücük kalacaktım. Her şey bir sene sürdü sadece; çok uzun, çok kısa, çok güzel, çok kötü bir sene.
Gece uyumak zor, sabah kalkmaksa kolaydı artık. Arkamdaki sırada oturuyordu o. Saçma bahaneler bulup dönmeme gerek yoktu onu görmek için, ordaydı çünkü, yeter de artardı. Öğretmenler ona soru sorsun isterdim sesini duyayım diye, kızardım başkalarına sorduklarında. Teneffüslere çıkmazdım, sınıfta, sıramda beklerdim; o kapıdan girerken göreyim, diye. Öğle tatilinde ağırdan alırdım, o kalksın yürüsün, ben arkasından bakayım için. Böyle çocukça, böyle büyülü, böyle zavallı duygulardı elimdekiler.
Bugünlerde, otuzlu yaşları tüketmeye başlamışken fark ediyorum; ne yüksek dağlar varmış kentimizin etrafında. Lisede ise görmezdim hiçbirini, onun saçları yeterdi baharın geldiğini anlamam için. Gülerse güneşliydi zaten hep gökyüzü. Ayda birkaç gün, kadınlık halleri başını, midesini ağrıtırdı, acı duyardı; ben bunu bugün anlayabiliyorum tabii ki, o zaman bilmezdim, güldürmeye çalışırdım onu, anlamsız çabamı takdir ederdi herhalde, yüzünden öyle anlardım, sevinirdim.
O yıl bitti, sınıfta kalmaktan son sınavla kurtuldum. Araya yıllarca sürdüğünü sandığım üç ay girdi. Yeni dönem başladığında o yoktu, başka okula gitmişti. Her gün ağlayarak gidiyordum artık o lanetli sınıfa. Dersler uzuyor, bitmiyordu sanki hiç. Cengiz Kurtoğlu’yla da o zaman tanıştım. Sonraki sene, üniversite sınavına hazırlanma evresi gelmişti. Gittiği dershaneye kaydolabilmek için aileme gerekçeler uyduruyor, en iyinin orasına olduğuna ikna etmeye çalışıyordum onları. Başardım.
Farklı bölümlerdeydik, derslerimiz farklı saatlerdeydi; yine de karşılaşmamızı sağlayacak koşullar oluyordu bazen. Bir gece, nasılsa aynı anda çıktık dershaneden; onunla yürüyebilmek için bir bahane yarattım, sonradan tek başıma defalarca yürüyüp o akşamı düşüneceğim yol hiç bitmesin diye yarım adımlar atıyor; trafik yoğunlaşsın, caddeleri yavaşça geçelim diye dualar ediyordum. Yol bitti. Yıl da bitti. Araya binlerce kilometre girdi. İki ayda bir kontör alabildiğim cep telefonumdan mesajlardı sadece artık bağımız. Bir de internet kafelerde, gözüm sürekli saatte, çünkü bir saati bir dakika geçerse iki saat parası alıyorlardı, onun çok sevdiği türküler.
On yıl sonra tekrar görüşebilecek olmak, ne büyük hediyeydi. Dişlerimi bile fırçaladım. Söylediği yere yarım saat önceden gittim. Geldi. Uzun uzun seyrettim yüzünü. Yaşıyordum çok şükür. Demek boşuna değildi o eylemler, bildiri dağıtmalar, sabaha kadar anlamadan felsefe okumalar. Bunun içindi işte o boğaz yırtan sloganlar… Yurda ayda bir iki kez gizlice sokulan teneke kutulu biralar, yok yere mi içilmişti; sebebi bu mutlu güne kavuşabilmenin hüzünlü heyecanıydı. Biliyordum, hissediyordum; kuruntu değil hakikatmiş her şey. Ne mutluydu bana.
O kariyer sahibi bir yüksek mimar olmuştu, başarılıydı. Ben işsiz öğretmendim. O çok güzeldi, ben ona hayrandım. O akıllıydı, ben şaşkındım. Şimdi zamandan sıyrılmış, yüzüne bakıyorum; Cumhuriyet’in ilk yılları gibi güzel o yüzüne. Akşam İlhan Berk’e düşüp şarap içeceğim.
Sisli bir akşamdı, karanlığa dönerken şehir, ayrıldık. Sonraki beş yıl, o gün, o tarih geldiğinde kendimce kutlamalar yaptım, neler konuştuğumuzu hatırlamaya çalıştım; bir daha görebilir miyim, görürsem ilk cümlem ne olmalı, diye düşündüm.
Sıcağın rüzgârla birleşip günü eziyete çevirdiği bir ağustos gecesi, birayla yüklü kafam, elimde sigaramla mırıldanarak eve dönerken; eskilerden ara ara da olsa görüştüğüm bir arkadaşıma rastladım. Arabasına aldı beni, devam mı lan komünistliğe, diye başlayıp, oğlum bu kafayla bu hayatta mutlu olamazsın laflarıyla sürdürdüğü monoloğunu, onun geçen ay evlendiği haberiyle noktaladı. Şaşırmadım, rüyamda görmüştüm zaten. Eve gidip uyudum, yapacak başka bir şey yoktu çünkü.
Görsel: Carlos Gallardo
1985, İstanbul doğumlu. Isparta Milli Piyango Anadolu Lisesi’nden 2003’te, KTÜ, Türkçe Öğretmenliği bölümünden 2008’de mezun oldu. AÜ, AÖF, Felsefe ve SDÜ, İF, Radyo Tv ve Sinema bölümlerinde öğrenmeye devam ediyor. 2006’dan bu yana, çeşitli gazete, dergi ve sitelerde makaleler kaleme alıyor. Türkmen, Galatasaraylı, Komünist.