Siz de kitabın adını gördüğünüzde “kulüp” kelimesine takıldıysanız ve içinizden “bir başka kulüp daha” dediyseniz bu önyargıyı hemen bırakmanızı öneririm. Karşımızda, ağızlara sakız olan türde bir kulüp yok. Tükeniş Kulübü’nün içinde ilk anlamıyla bir kulüp de yok.
Bir yanıyla tek tek hayatlarımızın, bir yanıyla yokuş aşağı giden, belki de hep yokuş aşağı gitmiş olan türümüzün ve medeniyetimizin tükenişine dair bir metafor… Üzerinde yaşanan tüm ayrılıklara, farklılıklara rağmen herkesin öyle veya böyle üyesi olduğu bir kulüp bu. Henüz arka kapak yazısında söyleniyor söylenmek istenen: “Dünya aslında bu işte. Kocaman bir tükeniş mekanı, öldükten sonra üye olunan bir tükeniş kulübü.”
Kanadalı yazar Jeffrey Moore’un yayımlanan üçüncü, Türkçeye kazandırılan ikinci romanı. Yine April Yayıncılık etiketiyle geçtiğimiz yıl “Sinestezya” adıyla yayımlanan ve Canadian Authors Association Award’da En İyi Roman Ödülü sahibi “The Memory Artists” Türkçeyle buluşsa da 2000 yılında Commonwealth Ödülü alan “Prisoner in a Red-Rose Chain” romanı henüz çevrilmedi.
Jeffrey Moore; Toronto, Sorbonne ve Ottawa üniversitelerinde aldığı eğitimde Quebec edebiyatı ve özellikle Anglo-Quebec edebiyatına yönelmiş. Dil ve üslubundaki İngiliz-Amerikan tadını ve dengesini de buna borçlu kuşkusuz. Şu sıralar Montreal Üniversitesi Çeviribilim bölümünde akademisyenlik, ayrıca çevirmenlik ve yaratıcı yazarlık eğitmenliği yapmaya devam eden Moore’un kalemini zenginleştiren unsurlardan birisi de farklı sanat etkinliklerinde dünyanın farklı ülkelerini gezmesi.
Tükeniş Kulübü’ne gelelim.
Karman çorman geçmişinden kurtulmak -biraz da kaçmak- için kendini atacak sakin bir yer ararken pek de uzun düşünmeye zaman bulamadan Quebec yakınlarında bir kasabaya yerleşmeye çalışırken, terk edilmiş bir kilisenin yakınlarına atılan bir çuvalın içinde ağır şiddet görmüş, besbelli ölüme terk edilmiş on dört yaşında bir kız bulan Nile Nigtingale baş kahramanlarımızdan biri. Zaten sıradan bir hayat yaşamaktan çok uzak olduğu için bu çuvalı da öylece bırakıp gidemez Nile; “bahtsız bedevilik” her yerde kaderidir. Kızı alır ve zorlu doğa koşullarıyla dolu bir mahrumiyet ortamında kurtarmak için harekete geçer. Bu süreç, güya yeni bir sayfa açmak için geldiği kasabadan dünyanın farklı noktalarına uzanan bir dizi karanlık olaya tanıklık etmesine neden olacaktır.
Romanın anlatıcısı çoğunlukla ana kahramanlardan Nile Nightingale, onun kadar çok değilse de on dört yaşındaki Celeste’in anlatıcı olduğu kısa bölümleri görmek mümkün. Nile’ın iç monologları, Jeffrey Moore’un kısa, sade ama vurucu diliyle okuru bir sonraki sayfaya, kitabın sonuna doğru hızla götürüyor. Bu monologlar, Nile ile Celeste’in diyaloglarıyla daha da güçleniyor. Sıkı bir matematikçi ve gerçek bir entellektüel olan müteveffa büyükannesince evde eğitimle büyütülen Celeste’in yaşına göre sahip olduğu yüksek bilgi birikimi ve olgunluk, abartıya kaçmadan, zorlama yapmadan anlatılıyor. Moore, burada da amatör kurmacanın tuzaklarına düşmüyor.
Kurmaca demişken, romana dair yapabileceğim tek olumsuz eleştiri, gergin ve merak uyandırarak yapılan başlangıca rağmen olayların asıl gelişimine varana dek okurun uzun sayılacak bir süre bekletilmesi. Bu sürede Nile’ın geçmişine dair küçük ipuçları alıyor, kahramanımızın -dolayısıyla yazarın- romanın altmetninde anlatmak istediği, insanın karanlık doğasına dair gerçek dünyadan notlar okuyoruz. Bu açıdan tam anlamıyla bir başarısızlık olarak sayamayacağımız bu geçiş kısmının arkasından vadedilen hacimde bir şok gelmiyor. Yine de bu ifadem, okurun düş kırıklığına uğrayacağı anlamına gelmesin. Yukarıda da bahsettiğim, İngiliz-Amerikan çeşnisinin bir örneği sadece: Roman, Amerikanvari bir gerilim ve düğümle başlayıp İngilizvari bir sakinlikle anlatımı sürüyor, hatta finale doğru inceden bir İskandinav polisiyesi tadı da hissediliyor.
Jeffrey Moore, okuru rahatsız eden bir roman yazmış ama bunun için kalemini zorlamamış. Çünkü Moore’un anlattığı şeyler zaten dünyamızın, Tükeniş Kulübü’müzün gerçekleridir ve asıl rahatsız edici olan, medeniyetimizin tüm bunları görmezden gelmesidir.
Celeste için bir aktivist demek yanlış olmaz. Nile ise insanın tüm vahşiliğine, hatta geçmişinde kendisine isnat edilen suçlara rağmen insanlık denen illüzyona muhalif ama yaşı gereği elbette Celeste’ten daha realist. Romandaki bu aktivist/muhalif tarafa rağmen yapay bir mesaj verme, kurgu yazayım derken manifestoya kaçma gibi hatalar yok. Roman, bize kendi kahramanları ve olayları çerçevesinde insanların kendi türünden olan olmayan her şeye yaptığı zulme, doğa katliamlarına, avcılıktan zoofiliye dek bu zamana dek bildiğiniz bilmediğiniz dehşet dolu işkenceleri teşhir ediyor.
Ve yine uyaralım; tüm bunları göze parmak zorlamasıyla, üst telden bir dille, bağıra çağıra anlatmıyor. Tam tersine, Nile’ın monologlarından Celeste’le diyaloglarına kadar tüm roman oldukça mizahi, eğlenceli bir dille yazılmış. Yazar, nerede ne kadar ciddileşmesi, nerede gülüp eğlenmesi gerektiğini biliyor.
Tam burada, çevirmen Algan Sezgintüredi’nin özgün çeviri yaklaşımını da kutlamak gerek. İmzasını taşıyan diğer çevirilerde de olduğu gibi göze/kulağa batan bir Türkçeleştirmenin yapaylığından kaçınılarak, anlamı bire bir çeviriye kurban etmeden orijinal metnin dil oyunlarının en net karşılıklarıyla Türkçeye aktarıldığı usta işi bir çeviri var karşımızda.
Romanın derinlerine biraz daha dalalım.
“İnsanlık” diye tutturduğumuz türkünün henüz sadece bir teori olduğunu ve henüz gerçekleşmediğini alttan alta sezdiren Moore, bugünkü medeniyetin satır aralarını iyi okuyan ve kendi satırlarının arasına başarıyla yediren bir yazar.
Av ve avcılık, sadece olayların geçtiği kasabanın çirkin geleneği değil, romana fon yapan iki güçlü unsur aynı zamanda. İnsan/hayvan/bitki fark etmeksizin, ihtiyaç amaçlı olmaksızın istediği her şeyi avlayabileceğini, tüm canlıların kendisi için potansiyel birer av olabileceğini düşünen insan kötücüllüğünü, başka eserlerde gördüğümüz biçimlerinden daha karanlık, daha belirgin ve maalesef daha gerçek buluyoruz. Anlatılan kötülüklerin birer kurgu olmadıkları, en azından gerçeğe çok yakın olduklarını anlamak zor değil.
Bir sürüye daldığında ihtiyacı kadarını avlayan ve insanın “vahşi” diye nitelendirdiği canlılara karşılık avcılığın halen bir spor ve eğlence, avlanmanın erkeklik ve güç gösterisi olarak görüldüğü medeniyetimizin, bunun ötesine geçtiğini öğreniyoruz romanda.
Romanın en büyük başarısı da “tükeniş” imgesinin roman boyunca farklı açılımlara uğraması. Konuyu nereden alırsanız, anlatılanların neresinde durursanız tükenişin farklı boyutlarını görüyorsunuz. Doğrudan kelimelere dökmeden, gizliden gizliye yapıyor bunu yazar.
“Tükeniş” başta sadece, insanın, anlam veremediği dünya karşısındaki mağduriyetini anlatıyor gibi gelebilir. Oysa başka bir yerden baktığınızda bu bir sonuçtur: İnsanın sınırsız tüketiminin bir sonucu. Tüketimden tükenişe… Kibirle, dehşetle, güç yanılgısıyla kontrolsüzce saldırdığı maddi manevi her şeyin ardından gelen bir çaresizlik hali.
İnsanın bugün geldiği noktada sadece öldürüp yemekle veya süs haline getirmekle yetinmeyip, salt para ve tatmin için uzatmalı işkencelerle hayvanların farklı biyolojik unsurlarından azami ölçüde faydalanan, üstelik bunu bir iki müstakil örnekle sınırlandırmayıp içinde yerel çetelerden devletlere kadar farklı unsurların yer aldığı küresel bir zulüm haline getiren sözde medeniyetimizi sorgulayacağınız, tüm bu korkunçluğa rağmen leziz bir kurguya da tanık olacağınız bir eser bu.
Biliyorum; bir önceki paragrafta bir arada geçen “leziz” ve “işkence” kelimeleri çelişiyor gibi görünüyor; ama edebiyat dediğimiz, kurmaca dediğimiz şey de gücünü, çelişkinin doğru ve güçlü anlatımından alıyor zaten.
BİRKAÇ NOT:
Kitabın tanıtım bülteni BURADA.
Dünyanın sadece bize ait olmadığını hatırlatan eserler için, hayvanları incelikle anlatan yerli yazarlarımızdan Sezgin Kaymaz’ın kitaplarını öneririm. Ayrıca okuma önerisi: Sezgin Kaymaz: Çocuklar, Hayvanlar ve Edebiyat İçin Bir Samimiyet Kalesi
Hayvanların dünyadaki yerini, bugünkü medeniyetin algıladığının ötesinde hayvanların varoluşsal konumunu anlamak isteyenler için: Anima- lizm: İnsan, Hayvan ve Bitkilerde Ruh Üzerine, Can Batukan, Altıkırkbeş | KİTAP İNCELEMESİ İÇİN TIKLAYIN
Sosyalleştiğini sanan insan ve onun toplumunda “av ve avcılık” imgesinin fon yaptığı müthiş bir film önerisi: “Jagten / Hunt / Onur Savaşı” ve film üzerine birkaç söz: “Kurbanlar, Hepimiz Değil miyiz?”
Konunun önemli yönüne değinen güçlü bir eser olarak: “Vejetaryenliğin Yararları”, Sadık Hidâyet
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)