Bu içerik, KalemKahveKlavye’nin “Edebiyatta Alternatif Türlerin Yükselişi” dosyası kapsamında hazırlanmıştır. Dosyanın tamamına BURADAN ulaşabilirsiniz.
Türk Edebiyatı çağlar boyunca fantastik unsurları ana akım çerçevesinde ele almış ve tarihin her safhasında hayal âlemine ait öğelerle bezeli eserler ortaya koymuştur. Bu eserler her zaman devirlerinin en önde gelen eserleri olmuş ve toplum tarafından büyük rağbet görmüştür. Hatta onlarcası, yüzlerce yıl öteye taşınarak toplumun kendilerine verdiği değer gözler önüne serilmiştir. Bu eserler ve hayal âleminin gelişimi değerlendirilirken belli tasnifler gerekmektedir. Bu sebeple fantastik dokunun birden ortadan kalktığı ve hayal âleminin sadece eleştirilmek üzere ele alındığı Tanzimat Devri öncesi Türk Edebiyatı’nı üç ana evreye ayıracak ve bu evreleri gerekli başlıklar altında teker teker ele alacağız.
Tanzimat Devri öncesi Türk Fantastik Edebiyatı üç ana devirden oluşmaktadır. Bunlar kronolojik olarak:
- Destan Devri (Mitolojik Devir)
- Menâkıbnâmeler Devri
- Klasik Edebiyat (Divan Edebiyatı) Devri’dir.
1) Destan Devri (Mitolojik Devir)
İnsanlığın hayal âlemini besleyen iki temel unsur vardır. Bu unsurlar inanç ve korkudur. Bunun sebebi de inancın bir şeyi anlamaya çalışmak, korkunun ise anlayamadığı şeye karşı duyulan endişe olmasıdır. Bu kavrayış yahut endişe evresi kişiyi, korktuğu ya da inandığı şeyin ne olduğunu hayal etmeye iter. Bu durum da ana hatlarıyla mitolojiyi yaratmasını sağlar. Mitoloji, bir nevi inancın ilkel benliğidir. Devir gözetmeksizin toplum üzerinde bir iz gösterir ve hayal âlemini beslemeye devam eder. Bu iz günlük yaşamda ve de bizim konumuz olan edebî eserlerde çokça karşımıza çıkar. Bu edebî eserler toplumdan topluma değişen sözlü ya da yazılı ürünlerle varlığını sürdürmeye devam ederken aynı zamanda da hayal âleminin bir yansıması niteliğindedir.
Türk Edebiyatı’nda ise bu hayal âlemi her iki şekilde de karşımıza çıkmakta ve ilk edebî eserlerimizin ana akımını oluşturmaktadırlar. Biz de burada bu temel eserler üzerinden hem eserlerdeki fantastik dokuyu hem de diğer fantastik eserlerle olan benzerliklerini örneklerle inceleyeceğiz.
Ele alacağımız ilk metin Manas Destanı’dır. Günümüzde Kırgız hükümeti tarafından korunan ve yazımı hâlâ devam eden bu destan aynı zamanda dünyanın en uzun destanı olma özelliğini de taşır. Destan, Manas adlı bir kahramanın İslamiyet’i yayma çabasını anlatmaktadır.
“…
Kırgız Han’ı Manas-Han, zehirlenip ölmüştü,
Han babası Yakup-Han, Manas’ını gömmüştü.
Bir kız melek göndermiş, Tanrı, Altın-Ay adlı,
“-Bir gör, bak, öğren.”, demiş, “Nasılmış ölen atlı?”
Altın-Ay yere inmiş, bakmış atı ağlıyor,
Av köpeğiyse sinmiş, yere bakıp havlıyor.
Manas’ın av doğanı tünemiş tuğ başına,
Aramış Manas-Han’ı, bakmamış hiç aşına.
Tanrı demiş: “-Böyle at, böyle köpek, doğanı,
Öldüremem doğrusu, Manas gibi olanı!”
…” (1)
Bu pasajda da anlatıldığı gibi Manas öldüğü hâlde Tanrı eliyle geri gönderilmiştir. Bunda dikkat edilmesi gereken nokta: Bir görevi olan kahramanın İslamiyet’i yaymak olan görevini tamamlaması için tekrar diriltilmesidir. Bu figür modern fantastikte de karşımıza çıkmaktadır. Manas Destanı’ndan yüzlerce yıl sonra J.R.R Tolkien aynı figürü tekrar yaratmış ve görevini tamamlamayan Gri Gandalf, Eru Ilúvatar’ın eliyle karanlığı Orta Dünya’dan kovmak için Ak Gandalf Olarak geri gönderilmiş yani tekrar diriltilmiştir. (2)
Ele alabileceğimiz bir başka metin Yaratılış Destanı’dır. Bu destanda ateş Tanrı Ülgen Han tarafından insanlığa verilmiştir. (3) Buradaki temel benzerlik tıpkı Prometheus’un Tanrılara ait olan ateşi insanlığa getirmiş olmasıdır. (4) İnsan bir üst gücün ve onun yardımının olağanüstü durumunu bu şekilde yorumlamış ve edebî eserlerine konu edinmiştir.
Diğer bir metin de edebiyatımızın en önemli metinlerinden birisi olan Dede Korkut Hikâyeleri’dir. Bu hikâyeler içerisinde birçok fantastik figür barındırmakla beraber genel anlatıcı konumundaki Korkut Ata tanımlanırken “… erenlerden makul bir erdi, keramet sahibiydi.” ifadesi kullanılır. (5) Bu olağanüstülüğün en başta vurgulanması fantastiğin edebiyatımızda aslında ne kadar bariz bir şekilde işlendiğini gösterir bize. Hikâyelerin devamında ise karşımıza birçok fantastik figür ve tem çıkar. Bu figürler fantastik açısından ele alındığında en başta Tepegöz’ü incelemek gerekmektedir. Tepegöz hikâyede sihirselliği ve gücüyle tam bir villian gibi işlenir. (6) “Kurtarıcı temi”nin işlenmesi ise yine pek çok eserde karşımıza çıkan “Ak Koca” yahut “Hızır” figürü ile sağlanır. Bir nevi makineden tanrı olan bu temin Boğaç Han’ı ormanda bulup yaralarına sihirli bir dokunuş yapması yine tüm olağanüstülüğüyle ve aynı zamanda da normal bir durummuş gibi hikâye edilir. (7) Bir başka hikâye olan Deli Dumrul’da ise durum çok daha üst boyuttadır. İnsan-Tanrı ilişkisi birçok şekilde karşımıza çıkar. Tanrının hiddetlenmesi ya da Deli Dumrul’un sözlerinin Tanrının hoşuna gitmesi tüm o destansı dil ile bir dinî metin değil de yine tüm olağanüstülüğüyle bir edebî eser olarak karşımıza çıkar. (8)
Destan Devri’nin bu üç önemli eserinde görüldüğü gibi fantastik edebiyatın ürünleri bir inanç metni değil edebiyat diliyle ve zamanının üstünde bir edebî üslupla ana akımın büyülü bir parçasını oluşturmaktadır.
2)Menâkıbnâmeler Devri
Edebiyatımızda Menâkıbnâmeler Devri olarak adlandırdığım bu zaman dilimi aslında mitolojik devrin bir nevi İslami motiflerle süslenmiş hâlidir. Bu devir ile Mitolojik Devir arasındaki tek ve en önemli fark tek Tanrı kavramıdır. Bunun sebebi de yüzlerce yıl inanılan hayal âlemini süsleyen politeist kavramların birden bırakılamamış olmasıdır. Tanrı birdir ancak bir olan tanrı tüm o eski tanrılar gibi insanlara olağanüstü güçler verir. Bu kavramların günümüzde bile varlığını sürdürebiliyor olmaları Menâkıbnâmeler Devri için yaptığımız bu yorumu mantıklı kılar. Hayal âlemimiz birçok kavramla beraber olağanüstü güçlere sahip din adamı figürünü de bu devrin edebiyatına taşımıştır. Dinî terminolojiye ek olarak da savaşçı kimlikleriyle öne çıkan şahsiyetleri de bu vasıflarla beraber ele almışlardır. Bu şahsiyetlerin etrafında meydana gelen olayları kaleme aldıkları ürünler de zamanlarının en ünlü ve sevilen edebiyat ürünleri olarak ana akım içerisinde yerlerini almışlardır. Biz de burada bu metinlerden bazılarını ele alacak ve bunları hayal âlemi çerçevesinde değerlendireceğiz.
Ele alacağımız ilk metinler Hacı Bektaş Veli menkıbeleridir. Bu menkıbelerde ele alınan memoratların her biri adeta kendi başına birer fantastik hikâye niteliğindedir. Yukarıda da bahsettiğim gibi Mitolojik Devrin birçok özelliği bu metinlerde karşımıza çıkar.
“Hacı Bektâş-i Velî’nin Rum diyarına gelip halkı kendisine muhip yapmasını istemeyen Rum erenleri onun Anadolu’ya gelişine engel olmak isterler. Kanat kanata girip arş altında “sidre”ye dek yolunu keserler. Hacı Bektâş-ı Velî Rum sınırına vardığında yolun bağlanmış olduğunu görür, Bismillah ve billah diyerek sıçrar ve ulu arşın tavanına yetişir, melekler “safa geldin ey peygamberin evladı Hacı Bektâş-ı Velî” diyerek onu karşılarlar. Hünkâr oradan bir güvercin şekline girerek doğruca Sulucakarahöyük’e iner. Yolunu bağlayamadıklarını anlayan Rum erenlerinden Beyazıt Sultan’ın halifelerinden Hacı Doğrul doğan şekline girip onu avlamak ister. Olanca heybetiyle süzülüp üstüne inerken Hacı Bektâş-ı Velî insan şekline girerek doğanı yakalar. Bunun üzerine aman dileyen Hacı Doğrul’a Hacı Bektâş:”ey doğrul er erin üstüne böyle gelmez, siz bize zalim kılığında geldiniz, biz size mazlum kılığında; eğer güvercinden daha mazlum bir mahluk bulsaydık onun şeklinde gelirdik. Şimdi var dön geldiğin meclise hepsine selam söyle, gördüğünü anlat onları buraya çağır” telkinini verir. Hacı doğrul rum erenlerinin yanına varır onları davet ettiğini söyler. Fakat elli yedi bin Rum ereni ne diye onun ayağına gidecekmiş diyerek Hünkârın makamını takdir etmez, bunun üzerine Rum erenlerinin Hacı Bektâş’ın oturduğu yerden bir üfürmesiyle çerağları söner, parmağıyla bir işaretiyle altlarından seccadeleri kaybolur, sonunda Hünkâr’ın yanına gitmeye karar verirler, huzuruna varıp el öperler, görürler ki seccadeleri kendi topluluklarında nasıl serilmişse aynı tertibe göre Hünkâr’ın huzurunda serilmiş. Hepsi özür dileyip kendi seccadesine oturur, onunla sohbete başlarlar.” (9)
Örneğin bu metinde şamanist inancın etkileri hemen göze çarpar. Metinde Hacı Bektaş Veli tıpkı bir şaman gibi bir hayvanın donuna bürünmüş ve büründüğü şekil içerisinde seyahat etmektedir. Bu esnada da don değiştirmiş olan başka bir şahsın saldırısına uğrar. Bu açık bir şekilde iyi-kötü daha doğrusu fantastik edebiyatın temel ilkelerinden biri olan denk güçlerin mücadelesine dönüşür. Tam burada da metnin bir dinî metinden ziyade bir edebî metin olduğunu söylemek yanlış olmaz.
“Kutbu’l-ârifîn Şeyh Geyiklü Baba Hôy’dan gelmişdür. Bir ulu geyige binüb gelmişdür, geyikler kendüye musahhar imiş, gelüb İnegöl’de mekân dutmış. Merhûm Sultân Orhân pâdişâh Hazretleri’nün Burusâ fethinde, merhûm Orhân pâdişâh ol kal’ayı feth iderken kutbu’l-‘ârifîn Şeyh Geyiklü Baba dahı ol cânibde üç yüz altmış kapulı bir kilisâ varmış. ‘Kızıl kilisâ’ dimekle meşhûr imiş, ol kilisâ’ı kendileri feth itmişler. Ceng iderken bir kestâne ağacı varmış, cengi ider idermiş, ol kestâneye vardukda ol kestâne yarılub Baba’yı saklar imiş,kâfirler arar bulamaz imiş. Sabâh gine çıkub ceng iderdi, erenlerle, bu nev’ ile alınmışdur. O zamânda Hazret-i Orhân pâdişâha şöyle de haber virmişler ki; ‘Hôy’dan bir er gelib, ulu geyige binüb Kızıl-kilisâ’yı aldı!’ ve bu cevâbı virmişler, virdüklerinde merhûm Orhân pâdişâh: Baba mey-hôrdur’ diyü iki yük ‘arakî ve iki yük şarâb gönderüb, Baba dahı yanındaki Baba Sultân ile…” (10)
Bu metinde ise Geyikli Baba’ya ait olağanüstü hallerden bahsedilir. Geyikli Baba’nın bugünkü Uludağ’da bulunun Kızıl Kilise’yi dervişleriyle beraber nasıl fethettiğini anlatan eserde ise eskilerin tabiriyle tây-i mekân günümüz terminolojisiyle moleküler transportasyon yani ışınlanma denen olayı bizzat gerçekleştirdiği anlatılır.
Menâkıbnamelerdeki fantastik boyutu adeta Marvel çizgi romanlarına çeviren metinler ise Gazâvatnamelerdir. Gazâvatnameler onlarca villian, süper insan ve psişik güçleri bünyesinde barındıran ve Anadolu’nun en ücra köylerinde bile okunan, okutturulup dinlenen metinlerdir. Bu villianların en bariz örneği Kirdeci Ali’nin Kesikbaş Destanı adlı manzum eserinde gördüğümüz devdir.
“…36. Bakdı gördi kuyının dibi ırak
Kendüye eydür: kemendi elinden bırak
- İner isen dev ile hoş cenk ola
İnmez isen kamu erlik terk ola
- İsm-i Azam duasın okur idi
Kemend ucın Ali elinden kor idi
- Sekizinci gün ayağı erdi yere
Oturdı bir saat aklını dere
- Geldi başına açdı gözin
Secdeye vardı ‘Ali açdı gözin
- Bakdı gördi karşusında bir dev var
Kendüye eydür şu devire neki var
- Turdı gördi bir taş kapu
Secde vardı Hakka kıldı tapu
- Kapusını açdı gördi bir saray
sarayda bir hatun var yüzi ay
44 Gül yüzini sarayı nur eylemiş
kesik baş helali ol imiş
- Gözi yaşı secdesin sel eylemiş
Tenri aşkı kendüye yar eylemiş
- Namazın kılur ol ahret hatunı
Ah idicek arşa çıkar tütüni
- Bakdı gördi ‘Ali anı Sur ile
Gördi bir dev yatur boyu minare
- Kümbete benzerdi anın başı
Sınır taşına benzerdi dişi
- Her barmagı sanasın adam gövdesi
Bin yaşına girmiş idi ol asi
- Ali urdı elini Zülfîkar’e
Kim uyurken kıla devi iki pare
- Döndi kendüye eydür: Ya ‘Ali
Tenri’nin aslanısın ya veli
- Uyurken dev öldürmek erlik değil
(Turdı gördi bir taş kapu var)
- Nara urdı bir kezin uyanmadı
Nara onı canına boyanmadı
- ‘Aşk ile dahi bir nara urur
Onın n’ara işidüben uyanır
- Duru geldi dev dört yanına bakar
Kakımakdan dişlerin berk sıkar
- Dev eydür: sen mi geldin ya ‘Ali
Şimdi’ cihanı kılam senden hali
- Ben varayım der idüm ahir sana
Seni kim verdi seni bunda bana
- ‘Ali eydür: Tenri verdi beni
Pare pare eyleyem şimdi seni
- Ol dev eydür: Şimdi ben seni yerem
Dünyada hod müslimanları koram
- Ne seni koram ne Peygamberini
Ne Mekke kavmini ne Medine’ni
- Turdı geldi sol dem divana varur
Beş yüz batman gürzin eline alur
- Gürzin Ali’ye bir kez hamle kılur
Ali dahi eline kalkan alur
- Bir kez hamle kıldı ‘Ali’nin kalkanına
Hergiz hata kılmadı kalkanına
….” (11)
Şeklindeki bu pasajda da gördüğümüz gibi bir Hz. Ali Gazavatnâmesi olan bu metin safi kötülük güden bir dev ile Hz. Ali’nin mücadelesini ele almaktadır. Uzunca tasvir edilen dev metnin devamında Hz. Ali tarafından öldürülüp eser fantastik bir macera hikâyesi havasında sonlandırılır. Bu eser bize her ne kadar Hz. Ali’nin de bir süper kahraman figürünün yerini tuttuğunu gösterse de Hz. Ali’nin bir süper insan olarak karşımıza çıktığı eser yine Kesikbaş Destanı kadar ünlü olan Hayber Kalesi’nin fethini anlatan gazavatnâmedir.
“Onun narasından serseme dönen kale halkı, üzerine mancınıklarla taş yağdırmaya başlarlar. Bir ara kırk kişi büyük bir taşı onun hizasına getirerek üzerine bırakırlar. Hazreti Ali Zülfikârı başının üstüne tutar kılıca değen taş peynir gibi ikiye bölünerek Ali’ye zarar vermeden sağına ve soluna düşer. Bundan gazaba gelen Hazret-i Ali yanında bulunan kale kapısını sallamaya başlar. İçerdekiler deprem oluyor sanırlar, bu sefer elli kişi koca bir taşı getirerek üzerine atarlarsa da yine Zülfikârla onu da ikiye böler bu sefer kalenin kapısına yapışıp üçüncü sallayışta yerinden çıkarıp karşıya fırlatır. Kopardığı kapıyı hendek üzerine köprü yaparak arkadaşlarının geçmesini sağlayan Hazret-i Ali kaleye girer. Kale tamamıyla teslim alınmıştır.” (12)
Metinde de görüldüğü gibi insanüstü bir güç ile ele alınan Hz. Ali’nin devâsâ kayaları peynir gibi doğradığı anlatılır. Burada onu süper insan yapan asıl tasvir kalenin muhafazası için kazılan hendeğin üzerine köprü olabilecek kadar büyük olan kale kapısını yerinden söküp hendeğin üzerine koymasıdır. Böyle bir gücün bir insan üzerinde toplanmış olması akıllara ancak edebi eserlere has bir mübalağanın söz konusu olduğunu, bu eserin bir tarih metninden ziyade bir edebî ürün olduğu fikrini getirmektedir.
Ele alacağımız bir başka metin ise hepimizin Cüneyt Arkın filmlerinden aşina olduğumuz Battalnâmeler yahut Battal Gazi Destanı’dır. Hepimiz filmleri seyrederken abartılı teknikleri absürt bulmuş olsak da filmler neredeyse eser ile orantılı bir üsluba sahiptir. Aslında eserin en fantastik yönü bir Arap kahramanı olan Battal Gazi’yi bir Türk kahramanına dönüştürmüş olmamız olsa da bu yazıda metni psişik güçlerle olan ilişkisine dair bir pasajla ele alacağız.
“…Yatdı. Çün uyudu. Düşünde şâh-ı Merdan Ali Hazretlerini gördi, eyitdi: Ciğer gûşem bu seferde dahi çok acaibler nice garaibler ve mahlukat teferrüç ideceksin, çün irte oluncak suyun yüzüne bir elma gele, alasın yiyesin. Kamu dilleri bir hoş öğrenesin, didi.. Andan çün Seyyid Hazreti gördi kim sabah vaktinde suyun yüzünde bir büyük şâhâne kırmızı elma çıka geldi. Andan Seyyid Hazreti ol kudret elmasını alub yedi. Yetmiş iki dili öğrendi ve ol dem Seyyid Hazreti yol bulub dağa çıkdı…” (13)
Ana metne ait bu pasajda da gördüğümüz gibi rüya kavramı ciddi bir rol üstlenmektedir. Rüya âlemindeki toplantılar birçok metinde karşımıza çıkmasına rağmen buradaki işlevi bir “power up” niteliğindedir. Zaten efsanevi olan bir karakterin metin içerisinde yeni bir yeteneğe ve bu vasıtayla güç artışına kavuşması eserin yine bir tarih metninden ziyade bir edebiyat metnine dönüşmesine daha doğrusu o şekilde yorumlanmasına olanak sağlıyor.
Görüldüğü üzere bu eserlerdeki olağanüstü figürler yahut şahsiyetlerin bir roman kahramanı gibi işlenmesi ve fantastik motiflerin hikâyenin tüm seyrinde olağan bir durum gibi hikayeye dahil edilmesi aslında bu eserlerin fantastik bir eser niteliğinde zamanının ana akımını oluşturduğunun en kuvvetli göstergesidir.
3) Klasik Edebiyat (Divan Edebiyatı) Devri
Divan kelimesinin etimolojisi hakkında çeşitli rivayetler vardır ki bunlardan birisi de şudur: “Divan kelimesi Farsça şeytanlar manasına gelmektedir. Kisra’nın sarayındaki kâtiplerin evrakları çok hızlı yazdığını görenler bunların ancak şeytanlar tarafından yazılabileceğini söyleyip onlara ‘dîv-ân’ yani şeytanlar demişlerdir. Dîv, dev, şeytan, ifrit manasına geldiği gibi -ân da çoğul ekidir.” (14)
Bu başlık altında ele alacağımız devir Türk Mitolojisi ile de yetinmeyip edebiyatımızın zirve noktasının Hint, Arap ve özellikle de Fars Edebiyatı’ndan beslenen metinlerle hayat bulduğu bir devirdir. Şiir üzerine kurulmuş olan bu edebî devir realiteden ziyade hayal kavramını temel almış ve olağanüstü motifleri, efsaneleri ve kahramanları şiirlere konu edinmekten geri durmamışlardır. Hatta telmih sanatı ile bizzat destanlara atıfta bile bulunmuş, şiirlerine mitolojik referanslar sağlamışlardır. Bir övgü edebiyatı olan Divan Edebiyatı içerdiği bu unsurlar ile övgünün fantastik boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır. Sevgili, padişah yahut övülmeye değer kişinin bir büyülü âlem içerisinde tasvir edilmesi bizi bu yorumu yapmaya muktedir kılar. Bu övgü metinlerinin yanında da zamanın romanları diyebileceğimiz mesnevilerde ise durum daha farklıdır. Mesneviler bir övgü metninden ziyade bir hikâye metni, bir serüven anlatısı olarak karşımıza çıkar. Bu durumda ise karşımıza yine fantastik hikâyeler anlatan romanlara dönüşürler ve şairin hayal âlemi mısraların arasında önümüze serilir. Zaten fantastik edebiyat da hayal âleminin kâğıt denen aynadaki yansıması değil midir? Biz de bu başlık altında önce mesnevilerde karşımıza çıkan fantastik dünya ile ilgili birkaç örneği değerlendirip sonrasında ise övgü şiirlerindeki fantastik mazmunları ele alacağız.
Göreceğimiz ilk metin Feridüddin Attâr’ın kaleme almış olduğu Mantık’ut-Tayr adlı mesnevidir. Mantık’ut-Tayr ‘Kuşların Dili’ anlamına gelmekte olup Klasik Türk Edebiyatı’nı her yüz yılda etkilemiş ve beslemiş bir başucu eseridir. Eser temelde fabl özelliği göstermektedir ve kuşların toplanıp her ülkenin bir padişahı olduğunu ve kendi ülkelerinin de bir padişahının olması gerektiğini tartışmasıyla başlar. Bunun ardından konuya Hüthüt adlı bir kuş dâhil olur. Bu kuş aynı zamanda kutsal kitaplarda da karşımıza çıkan bir kuştur ve hikâyenin bir serüvene dönüşmesini sağlayan bir dönüm noktası niteliğindedir. Kuşlara aslında bir padişahlarının olduğunu, adının ‘Simurg’ olduğunu ve Kaf Dağı denen bir yerin ardında yaşadığını söyler. Böylece de yolculuk başlar. Eser bir yolculuk hikâyesi olmasıyla modern fantastik edebiyatındaki dokuyu hissettirir. Tam manasıyla bir kahramanın / kahramanların yolculuğu hikâyesidir. Hikâyeyi özetleyecek olursak sıradan dünyada başlayan hikâye bir çağrıyla devam eder. Karşımıza akıl hocası olarak Hüthüt kuşu çıkar ve yolculuğu haber verir. Bunun sonrasında yolculuğu reddedenler mutlak bir karanlık içinde kalırken yolculuğa başlayanlar aydınlığa giden yolda ağır adımlarla ilerlemeye başlar. Yolculuk esnasında birçok imtihan vadisinden geçerler. Bu vadiler tasavvuftaki mertebeleri temsil ederken aynı zamanda kuşlara birçok akıl oyunu oynarlar ve kayıplar verilmesine neden olur. Burada yardımcı figür olarak Hızır görülür. En son evreye ulaşırken artık hikâyenin sonu şekillenmeye başlamıştır. Yolculuk sırasında sıradan dünyadan havalanan onlarca kuşun sadece otuz tanesi Kaf Dağı’na varabilmişlerdir. Simurg’un sarayına vardıklarında ise kocaman bir aynayla karşılaşırlar. Bu da onların ödülüdür. Çünkü Simurg Farsça bir sıfat tamlaması olup otuz kuş manasına gelmektedir. Hepsi mutlak aydınlanmaya ulaşarak kendilerinin Simurg ve de asıl aradıkları Simurg’un kendileri olduğunu öğrenirler. Böylece de fantastik daha doğrusu mitolojik anlatımın temel taşlarından birisi olan kahramanın yolculuğunu tamamlamış olurlar. (15)
Bir diğer metin olarak ise nasıl ki konunun başında tüm devri etkileyen Mantık’ut-Tayr’ı ele aldıysak bu devri kapatan eseri ele alacağız. Divan Edebiyatı’nın son büyük şairi kabul edilen Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk isimli mesnevisini inceleyeceğiz. Temelde bir aşk hikâyesi olarak başlayan bu eser aynı gece doğan Hüsn ve Aşk isimli iki karakterin serüvenlerini anlatır. Şeyh Galip bu eserde fantastik edebiyata dair olağanüstü âlemi kendine has hayallerle süsler. Hikâyede cadıları gulyabaniler sihirli kılıçlar kol gezmektedir.
Eser tıpkı Mantık’ut-Tayr’da olduğu gibi olgunlaşma yani bir mutlak aydınlığı bulma hikâyesi olan Hüsn ü Aşk yine kahramanın yolculuğu ilkesine bağlıdır. Bu ilkeyle olan bağ her iki eserde de bilinçli olarak ele alınmış bir durum olması imkân dışı olup bunun aslında fantastik serüvenleri anlatan eserlerin ayrılmaz parçası olduğunu gösterir bizlere. Fantastik olarak incelendiğinde ise muazzam bir hayal âlemi kurgulandığını anlamamızı sağlayan şey Hüsn ü Aşk denince akla
Gûş etmiş idi o sergüzeşti
Âteş yemi üzre mûm keştî (16)”
(Aşk) ateş denizi üzerinden mumdan gemi (ile geçmek) macerasını duymuştu..” anlamına gelen beyitin gelmesidir.
Hikâyenin dönüm noktası Hüsn ile Aşk’ın ayrı düşmesidir. Şeyh Galip bu durumu bile fantastik bir dille anlatıp birbirlerine âşık olan iki gencin işini feleğin araya girip bozduğunu söyler. Buradan sonra da kahramanın yolculuğu başlar. Bu noktada çağrı Muhabbetoğulları’nın Aşk ile dalga geçip onu zorlu bir maceraya çıkmak zorunda bırakmalarıdır. Bu görev ise Kalp Kalesi’nde bulunan bir kimyayı -iksiri- getirmesidir. Aşk, Gayret ile beraber yola çıkar ve daha ilk aşamada içinde dev bulunan bir kuyuya düşerler. Burada Sühân yetişerek onları kurtarır. Sühân karakteri bir yardımcı karakterden ziyade makineden tanrı görevi üstlenir. Kahramanımız Aşk’ı birçok kez kurtarıp eserin sonunda da mutlak aydınlığa ulaştıran yine odur. Hikâyenin devamında ise Aşk, Gam Harabeleri’nde yaşlı bir cadıya esir düşüp çarmıha gerildiğinde yine Sühân tarafından kurtarılır. Sihirli bir kılıç olan “tiğ-i ah” yani ah kılıcı ve ateşte yanmayan at olan Aşkar’ı Hüsn, Aşk’a Sühân vasıtasıyla gönderir. Aşk kıyısında mumdan sandallar ve içinde gulyabaniler bulunan “derya-yı âteş” yani ateş denizinin yanına geldiğinde cinler ona sandallara binmesini söylemesine rağmen Aşkar ile denizi kolaylıkla geçer. Yine esir edildikleri ve içeri atılır atılmaz kapının arkalarından silindiği Zatüssüvâr Kalesi’nden onu kaleyi ateşe vererek Sühân kurtarır. En sonunda da Sühân bir doktor kılığında gelip Aşk’ı Kalp Kalesi’ne götürür. Yine bu kale de fantastik yolculuğa nispeten peri ve meleklerle doludur. Hikâyenin bitiminde Aşk aslında sevdiğine değil mutlak aydınlığa yani ruhsal olgunluğa ulaşmış olur. (17) Artık yolculuğa başlayan Aşk ile hikâyenin sonundaki Aşk aynı değildir. Bu bir nevi kahramanın yeniden doğuşudur.
Bu iki eseri de hayal âlemi çerçevesinde incelediğimizde görmekteyiz ki aslında fantastik bir eserden farksız değillerdir. Farksız değil dememin sebebi ise yazılış amaçları olan didaktik anlatı olması arzusudur. Her ne kadar bir ders vermek ve soyut kavramları şahsiyete büründürüp bir olgunluk dersi vermeyi amaçlamış olsalar da ele aldığı konulara ve hayalî öğelere bakıldığı zaman bu eserlere fantastik eser demek yanlış olmaz.
Övgü edebiyatı olduğunu söylediğimiz bu devrin gazel ve kasideleri de fantastik öğeleri hem de hâlâ bugün de bildiğimiz gibi ele almaktadır. Kuşların şahı olarak mutlak bir güç unsuru sıfatıyla ele alınan Simurg, Fuzûlî’nin;
Cife-i dünyâ değil herkes gibi matlûpumuz
Bir bölük ankâlarız Kâf-ı kanâat bekleriz (18)
“İstediğimiz akbaba gibi dünya leşi değil. Kanaat Kaf’ını bekleyen bir grup Ankalarız.” anlamına gelen beyitinde de aynı şekilde görülmektedir. Yahut harabelere saklanan, insanları kendine âşık eden peri kızları, sevgilinin güzelliğini tasvir etmek adı altında Yahya Bey’ ait;
Gizlü genc oldı hayalün dil-i vîrânemde
Ey perî âdem olana bu yiter vuslât ise
Yahyâ Bey (19)
şeklindeki beyitte ve perili hamam inanışı da İshâk Çelebi’ye ait;
Hammâm halvet idi hemân ol perî idi
Nâzüklük ile sîneye çekdüm inen güzel
İshâk Çelebi (20)
şeklindeki beyitte rahatça görülmektedir. Yine sevgilinin güzelliğinin etkisi olarak cadı ve sihir kavramları beyitlerde çokça yer bulmuştur. Bu kavramlar arasından cadı ise Ortaçağ Avrupası’ndaki hâliyle suda batmayan ve ateşte yanmayan şeklinde tasvir edilmesi ise gayet şaşırtıcı bir durumdur. Necâtî’ye ait;
Ne gönül kodu ne göz hâl-i rûh u ârız-ı dost
Oda yanmaz suya batmaz nice câdûdur bu
Necati (21)
beyitte bu inanışın edebiyata yansıması açıkça görülmektedir. Yine Mihrî Hâtun ve Tâcizâde Câfer Çelebi’ye ait;
Çeşmine virdün ey dil pendümi gûş itmedün
Gör nice sihr itdi âhir bu iki câdû sana
Mihri Hatun (22)
Ne fettanlık ider çeşmün kim olur ‘akl meftûnı
Ne câdûlık kılur zülfün k’ olur dil bî-karâr andan
Tâcizâde Câfer Çelebi (23)
Bu beyitlerde cadı ve sihir kavramları mazmun olarak kendilerine yer bulmuş ve hayal âlemine ait olan bu beyitler fantastik bir kimlik kazanmıştır. Yine hem inanışlarda hem de modern fantastik edebiyat ürünlerinde karşımıza çıkan ejderha/yılan-hazine ilişkisi de beyitlerde kendine yer bulmuştur. Nev’î, Cinânî ve Hayretî’ye ait;
N’ola zülf olsa miyânunda miyânun dilde
Genc olur mâra vatan mesken olur gence harâb
Nev’î (24)
Miyânunda degül zerrîn-kemer mâr-ı dü-serdür kim
Tılısm ile o genc-i hüsnün olmışdur nigeh-bânı
Cinânî (25)
Sen ‘ayn-ı bâli hıfz ide ejder gibi rakîb
Gönlüm evi benüm ola vîrân unutma hâ
Hayretî (26)
bu beyitlerde de görüldüğü gibi sevgili övülürken bir hazineye ve onun bazı uzvu, aksesuarları yahut âşığın rakipleri yılana yahut ejderhaya benzetilerek bu kavrama atıfta bulunulmuştur ve yine esere fantastik bir hava katılmıştır.
Sonuç
Bu yazıda ele aldığımız, adını andığımız, içeriğini fantastik edebiyat çerçevesinde açıklamaya çalıştığımız metin, vesika ve eserlerde de gördüğümüz gibi fantastik edebiyat her devirde edebiyatımızın vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Ancak bugün bakıldığı zaman bir alt akım yahut post-modern roman tekniğinin bir alt türü olarak görülmektedir. Bu da akıllara şu soruyu getirir.
“Mitolojiden menâkıbnâmelere oradan da Divan şiirinin son örneklerine kadar revaçta olan hayal âlemi ne oldu da bir alt türe dönüştü?”
Kaynakça
- Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi Birinci Cilt. İstanbul : Tarih Kurumu Yayınları, 1971.
- Tolkien, J.R.R.. Yüzüklerin Efendisi İki Kule, Bölüm V: Ak Süvari: Metis Yayınları, S.140.
- Ögel, Bahaeddin. Türk Mitolojisi. 1. Cilt s. 60-61.
- AİSKHYLOS. ZİNCİRE VURULM UŞ PROMETHEUS: TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI.
- Ebulgâzi Bahadır Han (Hazırlayan: Muharrem Ergin). Şecere-i Terâkime: Tercüman. s. 58.
- Gökyay, Orhan Şaik. Dede Korkut Hikayeleri: Kabalcı. s 174-187.
- Gökyay, Orhan Şaik. Dede Korkut Hikayeleri: Kabalcı. s. 32-48.
- Gökyay, Orhan Şaik. Dede Korkut Hikayeleri: Kabalcı. s. 133-143.
- Vilâyetnâme. s. 18-19.
- (Altınay), Ahmet Refik. Bizans Karşısında Türkler, “Geyikli Baba Hakkında Vesika”. s.169-170.
- Bir Yazma Hikâye Mecmuası ve Kesikbaş Destanı, Dr. Namık Aslan, 28: Milli Folklor. s. 35-38.
- Beyceoğlu, Ömer Faruk. Halk Kitaplarında Hazreti Ali. Ankara : 1986. s. 181.
- Say, Yağmur. Türk-İslam Geleneğinde Seyyid Battal Gazi ve Battalnâme. Ankara : 2009. s. 231.
- İslam Ansiklopedisi, Divan Maddesi, 9. Cilt . s. 377-381.
- Keçeci, Yaşar. Feridüddin Attâr Mantıku’t-Tayr. İstanbul : Kırkambar Yayınları, 1998.
- 16 Şeyh Galip, Hüsn-ü Aşk 1548. beyit.
- Orhan Okay-Hüseyin Ayan. Şeyh Galip, Hüsn-ü Aşk. İstanbul : Dergâh Yayınları, 2013.
- Fuzûlî Dîvânı 190/ Gazel 123, 3.
- Çavuşoğlu 1977: 521.
- Çavuşoğlu, Tanyeri 1990: 221.
- Necati G.443/2
- Mihri Hatun G.4/3
- Tâcizâde Câfer Çelebi G. 161/5
- Nev’î, Tulum, Tanyeri 1977: 243.
- Cinânî (Okuyucu 1994:606)
- Hayretî (Çavuşoğlu, Tanyeri 1981: 141)
- Ömer Faruk Yazıcı Hakkında
Nane Molla mahlasıyla ma’ruf olup 10 Mart 1995 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Hikayeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. FABİSAD üyesi. 2015 Gio Ödülleri hikaye seçkisi Düşlerin İzinde’de “Bir Büyü’cü Masalı” adlı hikayesiyle yer aldı. Türk Edebiyatı Genç Sanat dergisinin yayın kurulunda.
Bu yazının dahil olduğu dosya paralelinde, KalemKahveKlavye ve Yazım Kılavuzu işbirliğiyle düzenlenen “Edebiyatta Alternatif Türlerin Yükselişi” konulu söyleşinin videosunu şimdi izleyebilirsiniz.