Türkçedeki yayın yolculuğu 2018’de Vejetaryen ile başlayan, 2019’da Çocuk Geliyor ile devam eden Han Kang şimdi Beyaz Kitap ile karşımızda. Bu yazıda April Yayıncılık‘ın Göksel Türközü çevirileriyle dilimize kazandırdığı Han Kang kitapları ve yazarın bu üç kitaptaki yolculuğu üzerinde duracağız.
1970 doğumlu, Kore’nin önemli üniversitelerinden Yonsei Ünivesitesi’nde Kore Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitiren yazar, bir dergide yayımlanan şiirleriyle çıkış yapsa da 1994’teki Red Anchor kitabıyla romana yönelmiş. Türkçedeki kitaplarının yanı sıra Türkçede olmayan Baby Buddha, Mongol Spot gibi her biri ödüllü kitapları mevcut. Ama bizdeki bu üç kitabı, çevrildiği diğer yabancı dillerde de öne çıkanlar olmuş.
Hang Kang Kitapları Okura Ne Sunuyor?
2000 ve özellikle 2010 sonrası çeviri romanlarda Yakın Doğu ve Uzak Doğu metinleri de gittikçe artan bir ilgiye sahip oldu. Büyük sermayeli yayıncılardan butik yayınevlerine dek geniş bir skalada oluşan bu mini furya içinde Han Kang, benim için en özel isimlerden biri. Bunun temel sebebi hem anlattıkları hem de anlatma biçimi ile farklı algı ve duygu kanalları açması.
Karşımızda, bizden ciddi davranış ve değer farklılıkları olan bir kültürden çıksa da evrensel duygudaşlığı yakalayan ve bu ikisini başarıyla harmanlayan bir yazar var. Han Kang’ın edebiyatı karanlık ve soğuk. Ama karanlığı, detayların silinip kendimizle, toplumla hatta tüm insan türüyle yüzleşmemizi sağlayan bir ışığa sahip. Soğuğu ise, yabancılaştıran ve bu yabancılık sayesinde insanın ve insanlık sandığımız yapının ne olduğunu en gerçekçi telden ifade eder türden.
Vejetaryen : Yirmi Birinci Yüzyıl’ın “Yabancı”sı
Vejetaryen, yayımlandığından beri merak edilen, okunan ve üzerine konuşulan bir roman olageldi. Bunda, 2016’da kazandığı Uluslararası Man Booker Ödülü’nün yanı sıra içeriğindeki ensest ve erotik parçaların sadece Türkçede değil yabancı mecralarda da tartışma konusu olmasının payı önemliyse de kazandığı ilgiyi buna indirgemek elbette yanlış olur. Bu daha çok, okurların, kitabın işaret ettiği yöne değil de parmağına bakmasının bir sonucu ve sanırım bundaki en önemli etken de Vejetaryen‘in kahramanı ile yazarının birbirine çok benzemesi.
Ekşi Sözlük’teki bir kullanıcının yorumunu bizden bir örnek olarak sunmak mümkün. Aslında bunu hem Vejetaryen kitabı hem de standart okurun kurmacaya bakışına vahim bir örnek olarak göstermek için aldım:
kitap tamamen yazarın yozlaşmış, sapkın ve uçuk dünyasını yansıtıyor. taciz, tecavüz, ensest, fanteziler, çarpık ilişkiler gerçek hayatta görmek, duymak istemediğimiz şeyler olsa da her türlü kitapta -kurgu dahilinde- karşılaşabileceğimiz şeyler. ama bu kitaptakiler öyle değil. han kang’ın fotoğrafını görmemiştim kitabı okumadan önce. kitabı okuduktan sonra fotoğrafına baktığımda karşımda yonğhe’yi gördüm. kitaptaki tasvirlerden yola çıkarak gözümde canlandırdığım kişinin gerçekte yazara ne kadar çok benzediğini görünce bir kez daha iğrendim. han kang’ın ödüllü kitabını da kitaplığıma ulaşabilen kimse okuyamasın diye paramparça ederek geri dönüştürülüp başka bir kitap olması için attım.
Peki bu at gözlüklü önyargıdan çıkıp baktığımızda ne görüyoruz? İlk bakışta beklendiği gibi vejetaryenliği öven, aktivist bir metin değil bu, baştan söyleyelim. Ben, Yonğhe’yi ve diğer karakterleri okudukça hafızamın bağları beni ister istemez varoluşçu yazarların metinlerine götürdü. Üstelik Han Kang bu duygudaşlığı öyle iyi yaratmış ki bir yandan öncüllerine hiç benzemiyor -dolayısıyla öncül kelimesi bile yanlışlanıyor-, bir yandan da aynı duyguların farklı ve güncel bir yorumunu yaratıp tarihsel, edebi bir zincire yeni bir halka ekliyor.
Vejetaryen‘e Sartre’da, Camus’de gördüğümüz “yabancılaşma”nın bizim yüzyılımıza özel bir yorumu olarak bakmak yanlış olmaz. Neticede her yüzyıl, her dönem kendi sistemini, çoğunluğu oluşturan kölelerini, dayatmalarını bir öncekinden aldığı mirasla birlikte yarattıkça, kendi “yabancı”larını da bir biçimde yaratmış oluyor. Çünkü insanlık, varoluş duvarına yeni tuğlalar koyamıyor.
Kitabın kahramanı Yonğhe, bizim yüzyılımızın en büyük sorunları olan doğaya, hayvanlara, kadına karşı duyarsızlığın, şiddetin yabancı‘sı olarak çıkıyor karşımıza. Hassas bünyelerin, geçmişin bir uzantısı olarak bu yüzyılda da vazgeçilmek istenmeyen yanlışlara dair sancıları da kitabı daha güncel kılıyor.
Pasif, edilgen bir kadın olan Yonğhe ve onun etrafındaki erkek veya “erkekleşmiş” geleneksel yapıyı okuyoruz romanda. Bize çok yabancı bir şey değil. Yonğhe’nin, çocukluğundan beri yaşadığı, belki de unuttuğu travmaların sonucu olan rüyalardan etkilenmesiyle vejetaryen olmaya karar vermesi, bütün sakin, dingin, gitgide saydamlaşan varlığına rağmen çok sessiz, derinden bir karşı çıkış aslında.
Bu vejetaryenlik, bir süre sonra bambaşka bir değişime, neredeyse bir bitkiye dönüşme haline varıyor. Kafka’nın yüzyılında, Kafka’nın bunalımında bir böcek olarak karşımıza çıkan pasif isyan ve yabancılaşma, bizim yüzyılımızın Vejetaryen’inde bitkiye dönüşmekle karşılık buluyor. Bu arada bu dönüşümün büsbütün ilk anlamını karşılar biçimde, fantastik bir dönüşüm olmadığını, kurmacanın sürprizlerini bozmamak adına bu şekilde kısalttığımı ifade edeyim.
Öte yandan bu dönüşüm, öyle birden bire olmuyor; mesela sutyen takmaktan aşamalı olarak vazgeçtiği, bunun onu bunalttığı bir dönemi okuyoruz bir bölümde. Sutyeni, kadının etrafına çekilen bir set, bir dayatma imgesi olarak görmek zor olmayacaktır. Bir yanda taciz, tecavüz, ensestin mağduru olarak gördüğümüz karakter kitap boyunca gitgide duyarsızlaşıyor, insan olmanın getirdiği hazlara, duygulara hatta öfkeye varan bir duyarsızlaşma.
Hikâyedeki başka açılımlarının yanında, aslında bir empati de bu: Yonğhe, etrafındaki güçlü figürlerce ezilmiş bir birey ve kadın olarak hissettiği “kurban edilme” halini, etlerini yemekten vazgeçtiği hayvanlarla paylaşıyor kuşkusuz. Onun hayatındaki baskı figürü erkekler ve erkeklere uyum sağlayan aile üyeleri olsa da, toplum, devlet, koca, baba, aslında hepsi aynı güç dengesindeki zalim rolünü paylaşıyor.
Yonğhe, et yemeyip sağlıksız düştükçe bizim medeniyetimizi, toplumumuzu temsil eden insanlar, ailesi, kocası, onu sürekli bu “hatadan” döndürmeye çalışıyor. Bu, çoktan başlayan bir kopuştan, artık veya hiçbir zaman aidiyet hissetmediği, duygu olarak geçmişte bıraktığı bir gerçekliğe döndürülme çabası. Yani kendilerine benzetme çabası aslında. Bu bir hata, evet; çünkü toplumun normları belli. Başlangıçta bunlardan ayrılmak isteyenlere sunulan nazik vazgeçirme hamlelerinin bir süre sonra şiddete dönüşmesi işten bile değil. Alaydan eleştiriye, eleştiriden yargılamaya ve oradan şiddete geçiş mesafesi uzun sayılmaz.
Bir süre sonra Yonğhe’nin insani anlamda hissizleşmesi, içlerinden biri olmaktan türlü yollarla kaçtığı insanlardan uzaklaşması noktasında aslında hazza, sutyene ve hayvan etine esir olmak işlevsel olarak aynı yere işaret ediyor: İnsan olmanın marazı ve medeniyet dediğimiz şeyin o kadar da medeni olmamasına; aksine, bir dayatmalar sistemi ve kölelik silsilesi olduğu gerçeğine…
Çocuk Geliyor · Acı, Sınırları Kaldırır
Vejetaryen, toplumun çerçevelediği bir birey hikâyesi. Toplumun bir sonucu olarak bireyi okuduğumuz, onun etrafını saran yapının göze sokulmak yerine saydam bırakıldığı bu hikâyeye karşılık Han Kang, Çocuk Geliyor‘un hikâyesini bambaşka bir yerde konumlandırıyor: Bu sefer bireyler üzerinden bir toplumun hikâyesini anlatıyor. Ve başta da işaret ettiğim üzere her ne kadar olay Kore’de geçse de aslında hemen burada, yanıbaşımızda geçen bir hikâyeyi andırıyor. Üstelik yıl da aynı: 1980. Üstelik roller, kurgular değişse de 2021’de de aynı hikâyeyi yaşamadığımızı iddia etmek zor.
Çocuk Geliyor, bize çok daha toplumsal bir hikâye sunuyor. 1980’den bir hikâye. 1980 bize ne hatırlatıyorsa aynı sıralarda Kore’de de benzer şeyler yaşanmış.
Tarih 18 Mayıs 1980. Bir yıl önce Bak Coınğ Hi’ye düzenlenen başarılı suikastın ardından yeni iktidar, yönetime geçmek üzere harekete geçince Kore halkı demokrasi için ülkenin dört bir yanında ayaklanıyor. Ordu, öğrenci ve işçi eylemlerini bastırmak gerekçesiyle yönetime el koyuyor. Silahsız eylemcilere ateş açılıyor, işkence ediliyor ve sayısız insan tutuklanıyor. Ardında binlerce yaralı ve bugün hâlâ sayısı tam belirlenememiş yüzlerce ölü bırakan olaylar, Gwangju Ayaklanması ismiyle tarihe geçiyor.
Gelişigüzel bir tarihi kurmaca olmayan hikâye, Han Kang’ın bizzat kendi çocukluğundaki bir tanıklığa dayanıyor: Gwangju’daki evlerini sattıkları ailenin çocuğu, bu olaylarda öldürülüyor ve yıllar sonra Kang, edebiyatın gücünü arkasına alarak Donğho adındaki bu çocuğu onun adına konuşturuyor. Kitabın tek karakteri Donğho değil; olan bitenleri o günden bugüne izlenen bir olay örgüsünde, farklı karakterler üzerinden anlatan yazar, bu karakterlere kendisini de ekliyor.
Vejetaryen‘de bir imge olarak karşımıza çıkan yabancılık, Çocuk Geliyor‘da bir yazma yöntemi haline gelmiş. Yazar, toplumcu gerçekçi anlatıların o bildik lirizmine, şiirselliğine girmeden anlatıyor şiddeti, zulmü ve cinayeti. Kanın gövdeyi götürdüğü, barut kokusunun yanık et kokusuna karıştığı olayları en dramatik sahnede bile öyle soğuk, öyle net anlatıyor ki o yabancılık bize buz gibi bir gerçeklik olarak yansıyor. Çocuk Geliyor‘un edebi gücünün iki kaynağından biri bu.
Diğeri de hiç kuşkusuz, farklı coğrafyalarda, farklı tarihlerde aynı şeyi yaşadığımız hissini vermesi. Bu his yalnızca takvim yapraklarının tesadüfi kesişimiyle ilgili değil. Aslında medeniyetimiz var oldukça süregelen güç dengesizliğinin bir başka yorumu. Yonğhe’nin aile ve cinsiyet ablukasında yaşadıkları, Donğho ve diğer kahramanların devlet ve politika ablukasında yaşadıklarının yalnızca bir benzeri değil, uzantısı. Şiddetin asgari seviyeden başlayıp tüm medeniyetimizin gizli dili oluşunu yüzümüze çarpıyor Han Kang ama bununla birlikte bizi güçlü hissettiriyor.
Çünkü iyi edebiyat, hem insan hem insanlık olarak bellek ipliklerimizi birbirine bağlıyor ve “Aynı kötülükleri yaşamanın bir avuntusu var: Yalnız değilim,” dedirtiyor. Han Kang kitapları gibi…
Beyaz Kitap · Kişisel ve Deneysel Bir Anlatı
Yazarın Türkçe okuruyla buluşan şimdilik son kitabı Beyaz Kitap, önceki iki kitaptan tamamen farklı. Doğrudan yazarın kendi ağzından aktardığı bir çağrışımlar tutanağı.
“Zamana dair duyuların keskinleştiği anlar vardır,” diyen yazar, “Beyaz şeylerle ilgil yazmaya karar verdiğim bahar, ilk yaptığım bir liste çıkarmak oldu,” diye ekliyor. Liste çok basit görünüyor aslında: “kundak, zıbın, tuz, kar, buz, ay, pirinç, dalga, beyaz manolya, beyaz kuş, beyaz gülümseme, beyaz kâğıt, beyaz köpek, beyaz saçlar, kefen”. İlk başta gelişigüzel bir araya gelmiş görünen bu kelimeler, birdenbire yazarın belleğinden çıkıp anılara, olaylara, duygulara bürünüyor.
Deneysel metinlerin okuru olduğumu söyleyemem açıkçası. Ama Beyaz Kitap, yazılma sürecinde büyük oranda bilinçakışına kendini bırakmışsa da Han Kang’ın dili, belleği ve kalemi öyle efsunlu ki cümlelerce süren bir düşüş, bir dikkat dağınıklığından hiç beklemediğiniz bir sarsıntıyla çıkabiliyorsunuz.
Yabancılık artık burada yalnızca yazarı ile eserleri mesafesinde; o kitapları yazan insanla tanışmak, sadece bu otobiyografik anlatıyla onun hayatına sızmaktan ibaret değil. Yazan, üreten bir zihnin nasıl çalıştığını, kelimeleri yeni anlamlarda nasıl buluşturduğunu görüyorsunuz.
Veya başka bir ifadeyle diyebiliriz ki Han Kang kitapları, bize bir kelimenin, bir anının veya bir imgenin nelere dönüşebileceğini gösteren güçlü bir edebiyat sunuyor.
**
Önemli bulduğum kişisel bir not: Beyaz Kitap, Han Kang kitapları arasında yazarla tanışmak için doğru bir seçenek olmayabilir zira yazarın kalemiyle ilgili doğru bir ipucu vermeyebilir.
Han Kang Fotoğrafı: han-kang.net
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)
[…] ŞİMDİ OKU | İNCELEME · Han Kang Kitapları: Yabancı ile Tanıdık Arasındaki Tuhaf Mesafe […]