Aralık 2014’te 12 sayfalık ve 150 adetlik bir baskıyla dağıtılan Akıl Destek Ünitesi, şimdi KalemKahveKlavye’de yayında. Kişisel notlar ve çizimler ile bir miktar kurgunun iç içe olduğu metni, Kadran Kadraj’ın sunumu gibi okumak da mümkün.
Arka Kapak yazısı:
Mütevazı
Edebiyat Tanrısı’na
ahşap bir sunakta sunulan ve bir kez okunduktan sonra saf kafein tozuyla
birlikte yakılan bu metnin orijinal nüshası kayıptır. Bu yüzden de ne
anlatıldığıyla ilgili tartışmalar devam etmektedir ve asla sonuçlanmayacaktır.
Son derece kişiseldir ve yüz-lerce kişiye okutularak yapılan deneylerde, bu
kadar çok okunmasına rağmen kişisel kalmaya devam etmesi, papyonlu otoriteler
tarafından “tedirgin edici” olarak nitelendirilmiştir.
Edebiyat Tanrısı’na
ahşap bir sunakta sunulan ve bir kez okunduktan sonra saf kafein tozuyla
birlikte yakılan bu metnin orijinal nüshası kayıptır. Bu yüzden de ne
anlatıldığıyla ilgili tartışmalar devam etmektedir ve asla sonuçlanmayacaktır.
Son derece kişiseldir ve yüz-lerce kişiye okutularak yapılan deneylerde, bu
kadar çok okunmasına rağmen kişisel kalmaya devam etmesi, papyonlu otoriteler
tarafından “tedirgin edici” olarak nitelendirilmiştir.
Kutsallıkla ilgili hiçbir iddiası olmayan
bu metin, okuyucuyu anlamlı hikayelere, afili aforizmalara, abartılmış
heyecanlara, büyük aydınlanmalara götürmeyecektir. Yapılan tefsir çalışmaları
metnin; aslında okuyucuyu hiçbir yere götürmemeyi; aksine, olduğu yerde durup
bir nefes almasını, daha fazla telaş ve acele göstermeden bazı şeyleri enikonu
düşünmesini ve “Ne yapıyorum lan ben?” diye kendisine sormasını sağlamak
amacıyla yazılmış olduğu ihtimalini düşündürüyor.
bu metin, okuyucuyu anlamlı hikayelere, afili aforizmalara, abartılmış
heyecanlara, büyük aydınlanmalara götürmeyecektir. Yapılan tefsir çalışmaları
metnin; aslında okuyucuyu hiçbir yere götürmemeyi; aksine, olduğu yerde durup
bir nefes almasını, daha fazla telaş ve acele göstermeden bazı şeyleri enikonu
düşünmesini ve “Ne yapıyorum lan ben?” diye kendisine sormasını sağlamak
amacıyla yazılmış olduğu ihtimalini düşündürüyor.
Gizemli biçimlerde çoğaltılarak elden ele
aktarılan metnin günümüze ulaşan nüshaları, kadim edebiyat tarikatlarının
aforoz edilmiş kollarından KalemKahveKlavye’nin
sorumluluğu altındadır.
aktarılan metnin günümüze ulaşan nüshaları, kadim edebiyat tarikatlarının
aforoz edilmiş kollarından KalemKahveKlavye’nin
sorumluluğu altındadır.
**
AKIL DESTEK ÜNİTESİ
Odağımı kaybetmiştim. Kaybettiğim odağın
ne olduğunu henüz bilmezken, yerini bir cümleyle doldurayım da içimin dişleri
sızlamasın diye bir cümleyi bekliyordum pencerenin kenarındaki masamda.
ne olduğunu henüz bilmezken, yerini bir cümleyle doldurayım da içimin dişleri
sızlamasın diye bir cümleyi bekliyordum pencerenin kenarındaki masamda.
Tam olarak hangi cümleyi beklediğimi
bilmeden bomboş sayfaların başında, bazen kahve almaya, bazen çişe suya, bazen
sevgili kedim ve ev arkadaşım Ramiz’in kumuyla mamasıyla ilgilenmeye gide gele
saatler geçirmiştim. Bu sırada Ramiz de pencere nöbetine aralıksız devam
ediyordu. Onu sokaktan aldığım zaman henüz kısır olmadığından pencereden kuyruk
titrettiği bahçedeki kedilere, hadım edilmiş haliyle artık sadece evi
sahiplenme içgüdüsünden ötürü tilt oluyordu. Akşama kadar bir o pencereye, bir
bu pencereye koşarak hiçbirinin eve girmeyeceğinden emin olana kadar helak etmişti
kendini ve masamın öte yanında uyuyakalmıştı.
bilmeden bomboş sayfaların başında, bazen kahve almaya, bazen çişe suya, bazen
sevgili kedim ve ev arkadaşım Ramiz’in kumuyla mamasıyla ilgilenmeye gide gele
saatler geçirmiştim. Bu sırada Ramiz de pencere nöbetine aralıksız devam
ediyordu. Onu sokaktan aldığım zaman henüz kısır olmadığından pencereden kuyruk
titrettiği bahçedeki kedilere, hadım edilmiş haliyle artık sadece evi
sahiplenme içgüdüsünden ötürü tilt oluyordu. Akşama kadar bir o pencereye, bir
bu pencereye koşarak hiçbirinin eve girmeyeceğinden emin olana kadar helak etmişti
kendini ve masamın öte yanında uyuyakalmıştı.
Gece, ve dolayısıyla karanlıktı; ama
yanına kurulduğum pencereden dışarı baktığımda rüzgârın uğultu haline -henüz-
gelmemiş fısıltısıyla sallanan dalları ve yere düşürdükleri garibim yaprakları
görebiliyordum. Ne zamandır hiçbir şeye olmadığı kadar canım sıkılıyordu
yaprakların düşmesine ve bu sıkılış, romantik bir sonbahar gözlemi de değildi;
hatta konunun yapraklarla doğrudan bir ilgisi olduğunu bile söyleyemem.
yanına kurulduğum pencereden dışarı baktığımda rüzgârın uğultu haline -henüz-
gelmemiş fısıltısıyla sallanan dalları ve yere düşürdükleri garibim yaprakları
görebiliyordum. Ne zamandır hiçbir şeye olmadığı kadar canım sıkılıyordu
yaprakların düşmesine ve bu sıkılış, romantik bir sonbahar gözlemi de değildi;
hatta konunun yapraklarla doğrudan bir ilgisi olduğunu bile söyleyemem.
“İnsanlık” kelimesine medeniyetvari bir
anlam yükleyerek inanamıyordum. Benim insanlık lafından anladığım, olması
gerekenle olmakta olan arasında sendeleyen, en iyi ihtimalle, bunların kim ve
ne tarafından belirlendiğini sorgulama aşamasına gelen, fakat bu sorgusundan da
bir şeyleri değiştirecek sonuçlar alamayan bir canlı türüydü.
anlam yükleyerek inanamıyordum. Benim insanlık lafından anladığım, olması
gerekenle olmakta olan arasında sendeleyen, en iyi ihtimalle, bunların kim ve
ne tarafından belirlendiğini sorgulama aşamasına gelen, fakat bu sorgusundan da
bir şeyleri değiştirecek sonuçlar alamayan bir canlı türüydü.
İçinde olduğunu ne zaman kanıksadığımızı
bilmediğim bu “insan olma” ve “insanlığa dahil olma” halinden bir anlığına
çıktığım ve kediye köpeğe, kuşa böceğe, dala yaprağa hatta örneği daha da
gerçekçi kılmak gerekirse, mesela, bir böceğin doğuruşuna veya bir arazide
alçak uçuş yapan bir UFO’ya bakar gibi önce kendime ve sonra da parçası doğmuş
bulunduğum türdeşlerime garipseyerek bakmayı başardığım ilk an başladı kabusum. Biraz sosyolojik, biraz
tarihi ve biraz da bilimsel bilgisi olan –bunları büyük bir genel kültür
birikimi anlamında söylemiyorum- herhangi bir insanın, içine doğmuş bulunduğu
bu canlı türüne hayretler içinde bakmaması beni tedirgin etmeye başladı. O
günden sonra eğer bir an için bu eti ve deriyi, bu kolları ve bacakları, bu
penisi ve delikleri, bu kulakları ve gözleri, hasılı, işte “ben” dediğinde,
“kendim” dediğinde ne geliyorsa aklına, işte ondan benim payıma düşenlere
birazcık kapıldığımı hissetttiğimde kendime de hayret ediveriyordum.
bilmediğim bu “insan olma” ve “insanlığa dahil olma” halinden bir anlığına
çıktığım ve kediye köpeğe, kuşa böceğe, dala yaprağa hatta örneği daha da
gerçekçi kılmak gerekirse, mesela, bir böceğin doğuruşuna veya bir arazide
alçak uçuş yapan bir UFO’ya bakar gibi önce kendime ve sonra da parçası doğmuş
bulunduğum türdeşlerime garipseyerek bakmayı başardığım ilk an başladı kabusum. Biraz sosyolojik, biraz
tarihi ve biraz da bilimsel bilgisi olan –bunları büyük bir genel kültür
birikimi anlamında söylemiyorum- herhangi bir insanın, içine doğmuş bulunduğu
bu canlı türüne hayretler içinde bakmaması beni tedirgin etmeye başladı. O
günden sonra eğer bir an için bu eti ve deriyi, bu kolları ve bacakları, bu
penisi ve delikleri, bu kulakları ve gözleri, hasılı, işte “ben” dediğinde,
“kendim” dediğinde ne geliyorsa aklına, işte ondan benim payıma düşenlere
birazcık kapıldığımı hissetttiğimde kendime de hayret ediveriyordum.
Bir yaşa kadar baldan tatlı gelen
öfkelerim, ruhuma Allah değmiş gibi hissettiren heyecanlarım, hatta kendimi
Allah gibi hissettiğim ego pompalanmalarım belli bir yerden sonra kendi gözümde
klişeleşmeye başladığında, “Hassiktir, şimdi bu öfkeyi bu yüzden mi
hissediyorum” ya da “Bu yüzden mi bu kadar heyecanlandım yani” diye düşünüp
küçülterek, bırakın o ânın içerisinde; gündüz gözüyle veya uykuya geçmek
isteyip de geçemediğim gecelerde bile insan olma halinin o kadar da abartılacak
bir şey olmadığını anlaya anlaya helâk ettim kendimi. “Kendim” derken, işte tüm
bunları sorgulayan bilincimin ötesindeki veya berisindeki “kendim”den
bahsediyorum. Ya da kendim olmayan o benlik çıbanından; birincil aklımın
patlamamak için bir şekilde çıkardığı maraz çıbanından.
öfkelerim, ruhuma Allah değmiş gibi hissettiren heyecanlarım, hatta kendimi
Allah gibi hissettiğim ego pompalanmalarım belli bir yerden sonra kendi gözümde
klişeleşmeye başladığında, “Hassiktir, şimdi bu öfkeyi bu yüzden mi
hissediyorum” ya da “Bu yüzden mi bu kadar heyecanlandım yani” diye düşünüp
küçülterek, bırakın o ânın içerisinde; gündüz gözüyle veya uykuya geçmek
isteyip de geçemediğim gecelerde bile insan olma halinin o kadar da abartılacak
bir şey olmadığını anlaya anlaya helâk ettim kendimi. “Kendim” derken, işte tüm
bunları sorgulayan bilincimin ötesindeki veya berisindeki “kendim”den
bahsediyorum. Ya da kendim olmayan o benlik çıbanından; birincil aklımın
patlamamak için bir şekilde çıkardığı maraz çıbanından.
Akıl, kendini kaybetmemek için çok sayıda
yedek silaha sahip. Delirmek, aklı
korumanın en ustalıklı aşaması mesela ve oraya gelene kadar delirmekten
beter aşamalar var. Bir türlü aklımızı kaybedemeyişimiz gibi sözgelimi. İşte
öyle zamanlarda akıl, delirmemek için değil, aksine, deliremediği için çıbanlar
çıkarıyor. Kendisiyle aynı işe yarayan çıbanlar… Yedek bir destek ünitesi. Hadi
zamânenin anlayacağı bir teşbihle söyleyeyim: Ek kart gibi. Asıl kartın limiti
dolsa da bu ek kart bir süre için aynı işlevi görüyor. Ama bir süre için, daha
da batana kadar… Anlatabildim umarım.
yedek silaha sahip. Delirmek, aklı
korumanın en ustalıklı aşaması mesela ve oraya gelene kadar delirmekten
beter aşamalar var. Bir türlü aklımızı kaybedemeyişimiz gibi sözgelimi. İşte
öyle zamanlarda akıl, delirmemek için değil, aksine, deliremediği için çıbanlar
çıkarıyor. Kendisiyle aynı işe yarayan çıbanlar… Yedek bir destek ünitesi. Hadi
zamânenin anlayacağı bir teşbihle söyleyeyim: Ek kart gibi. Asıl kartın limiti
dolsa da bu ek kart bir süre için aynı işlevi görüyor. Ama bir süre için, daha
da batana kadar… Anlatabildim umarım.
Ne zamandır kaybetmiştim onu, evet. O
deyince bir sevgili, bir dost, bir akraba ya da evcil hayvan gelmesin akla.
Kaybettiğim şey, tüm bunların bir toplamıydı ve bu yüzden de böyle kağıtlar
başında oturup bir cümlenin gelmesini bekliyordum işte. O cümlenin gelmesi
gerekiyordu, çünkü hayatımı o ve onun gibi cümlelere adamıştım ben. Hayır, bu
idealist bir adanmışlık değil; başka bir şey becerememekten doğan doğal bir
durum. Daha iyisini elde edemeyeceği için tek eşliymişçesine aşık takılan örnek
ilişki insanlarını düşünün, işte onlar gibi. Bunu da iyi becerdiğim söylenemez,
ayrı konu.
deyince bir sevgili, bir dost, bir akraba ya da evcil hayvan gelmesin akla.
Kaybettiğim şey, tüm bunların bir toplamıydı ve bu yüzden de böyle kağıtlar
başında oturup bir cümlenin gelmesini bekliyordum işte. O cümlenin gelmesi
gerekiyordu, çünkü hayatımı o ve onun gibi cümlelere adamıştım ben. Hayır, bu
idealist bir adanmışlık değil; başka bir şey becerememekten doğan doğal bir
durum. Daha iyisini elde edemeyeceği için tek eşliymişçesine aşık takılan örnek
ilişki insanlarını düşünün, işte onlar gibi. Bunu da iyi becerdiğim söylenemez,
ayrı konu.
Yine de böyle bir adanmışlık durumu oldu;
evet, yazmam gerekti. Yazdım da… Anlık hezeyan yahut heyecanların sebep olduğu
uzunlu kısalı hikayeler de oldu zaman zaman ya da uzun uzadıya ve gerçekten de
hangi zamanlarda yazdığımı hatırlamadığım uzunca romanlar da… Nitelikle ilgili
bir tartışma gütmeyeceksek eğer, yazılıp atılmış iki romanın bahsini burada
kayıtlara geçirmek isterim. Bazı şeyleri denemekte ısrarcı olduğum erken
yaşlarda, aşk denen hastalık halinin eseri olarak bir roman yazmıştım.
evet, yazmam gerekti. Yazdım da… Anlık hezeyan yahut heyecanların sebep olduğu
uzunlu kısalı hikayeler de oldu zaman zaman ya da uzun uzadıya ve gerçekten de
hangi zamanlarda yazdığımı hatırlamadığım uzunca romanlar da… Nitelikle ilgili
bir tartışma gütmeyeceksek eğer, yazılıp atılmış iki romanın bahsini burada
kayıtlara geçirmek isterim. Bazı şeyleri denemekte ısrarcı olduğum erken
yaşlarda, aşk denen hastalık halinin eseri olarak bir roman yazmıştım.
Yirmili yaşlarımın başıydı ve aldatılmış,
haliyle terk edilmiştim. Bir roman yazdım ve romanın bana tek katkısı, bana o
romanı yazdıran şeyin tek başına bir aşk olmadığını öğretmesi oldu. Bir
şekilde, çocukluğumdan beri uyum sağlamak için yersiz bir motivasyonla
çabaladığım toplumun, kalabalıkların, aile ve dostluk ilişkilerinin o kadar da
bana göre olmadığını ve benim de onlara göre olmadığımı, bunu anlamamakta ısrar
edip de sevmeye ve taviz vermeye devam edersem işte böyle takılıp düşeceğimi
göstermek için karşıma çıktığını anladım o kadının, o romanı yazarken. Roman
bitmiş, zaman geçmiş, bir depresyonu yarılamış, gömlek değiştiren bir yılan
edasıyla biraz daha çırpınıp da kendime gelmiştim ki bir gün o “sanat
şaheserini”; yüzyılın edebiyat dehası olan benim bir daha kendimin bile
aşamayacağını sandığım o romanı yeniden okuduğumda, hiçbir şey anlamayıverdim.
Manevi acılar çekmekten trans haline geçmiş bir kalp, ruh ve akıl bir araya
gelerek kendi dillerinde belki anlamlı, ama ben dahil dünyanın geri kalanı için
ne idüğü belirsiz bir cümle lağımı ortaya koymuşlardı. Dolayısıyla bu
olağanüstü “ilk gençlik eseri”, gençliğimin abartılmış ve heyecanını kaybetmiş
anıları ve acıları ile birlikte çöp olmuştu. Yazdığım romana başlarken farkında
olmadığım kimi tecrübemsi, soyut durumlar, roman bittiğinde bana kalan tek
şeydi.
haliyle terk edilmiştim. Bir roman yazdım ve romanın bana tek katkısı, bana o
romanı yazdıran şeyin tek başına bir aşk olmadığını öğretmesi oldu. Bir
şekilde, çocukluğumdan beri uyum sağlamak için yersiz bir motivasyonla
çabaladığım toplumun, kalabalıkların, aile ve dostluk ilişkilerinin o kadar da
bana göre olmadığını ve benim de onlara göre olmadığımı, bunu anlamamakta ısrar
edip de sevmeye ve taviz vermeye devam edersem işte böyle takılıp düşeceğimi
göstermek için karşıma çıktığını anladım o kadının, o romanı yazarken. Roman
bitmiş, zaman geçmiş, bir depresyonu yarılamış, gömlek değiştiren bir yılan
edasıyla biraz daha çırpınıp da kendime gelmiştim ki bir gün o “sanat
şaheserini”; yüzyılın edebiyat dehası olan benim bir daha kendimin bile
aşamayacağını sandığım o romanı yeniden okuduğumda, hiçbir şey anlamayıverdim.
Manevi acılar çekmekten trans haline geçmiş bir kalp, ruh ve akıl bir araya
gelerek kendi dillerinde belki anlamlı, ama ben dahil dünyanın geri kalanı için
ne idüğü belirsiz bir cümle lağımı ortaya koymuşlardı. Dolayısıyla bu
olağanüstü “ilk gençlik eseri”, gençliğimin abartılmış ve heyecanını kaybetmiş
anıları ve acıları ile birlikte çöp olmuştu. Yazdığım romana başlarken farkında
olmadığım kimi tecrübemsi, soyut durumlar, roman bittiğinde bana kalan tek
şeydi.
Sonra zaten etrafımdakiler sürekli
değişmeye başladı. İnsan bir yerden sonra yeni arkadaş yapamıyor. Dahası,
otuzlu yaşlara seyrederken insan, eskisi gibi iyi bir arkadaş da olamamaya
başlıyor.
değişmeye başladı. İnsan bir yerden sonra yeni arkadaş yapamıyor. Dahası,
otuzlu yaşlara seyrederken insan, eskisi gibi iyi bir arkadaş da olamamaya
başlıyor.
Roman bahsine dönmek gerekirse; sonra bir
roman daha yazdım. Bir cümleyi beklemeden, her nereye saklandılarsa, korkmuş
bir yavru kediyi saklandığı yerden çekip alır gibi zorla çekip alarak yazılmış
bir roman daha. Deneyimlemediysen uyarayım; saklanmış bir yavru kediyi iyi
niyetle bile olsa çıkarmaya çalışmaya, canını yakacaktır. Kötü niyetle değilse
bile yakacaktır. Kötü niyetle çıkaracaksan da zaten benim haberim olmasın; ben
daha çok yakacağımdır canını.
roman daha yazdım. Bir cümleyi beklemeden, her nereye saklandılarsa, korkmuş
bir yavru kediyi saklandığı yerden çekip alır gibi zorla çekip alarak yazılmış
bir roman daha. Deneyimlemediysen uyarayım; saklanmış bir yavru kediyi iyi
niyetle bile olsa çıkarmaya çalışmaya, canını yakacaktır. Kötü niyetle değilse
bile yakacaktır. Kötü niyetle çıkaracaksan da zaten benim haberim olmasın; ben
daha çok yakacağımdır canını.
Bu ikinci romanı bir acıyla değil merakla
yazdım. İlk romanı yazdıktan sonra kayıplara karışan “ben”in geride bıraktığı
ben olarak ne yazacağımın merakı. Gel gör ki aradan zaman geçip ben, olan
bitenlerin ardından yeni yeni benler yaratarak yola devam ederken, bu romanın
da yine bazı şeyleri öğretmekten başka bir işe yaramadığını anlayıp, bazı
şeylerle birlikte romanı da çöp yapmıştım. Böylece iki leşim olmuştu.
yazdım. İlk romanı yazdıktan sonra kayıplara karışan “ben”in geride bıraktığı
ben olarak ne yazacağımın merakı. Gel gör ki aradan zaman geçip ben, olan
bitenlerin ardından yeni yeni benler yaratarak yola devam ederken, bu romanın
da yine bazı şeyleri öğretmekten başka bir işe yaramadığını anlayıp, bazı
şeylerle birlikte romanı da çöp yapmıştım. Böylece iki leşim olmuştu.
Yılan gömlek değiştirmeye devam ediyordu
anlayacağın ve ben, tıpkı bazılarının bu yazıyı okurken düşüneceği gibi “Madem
hayatını o kadar önemsemiyorsun, tüm bu anlam arayışların ne ayak?” diye
sormuştum kendime. Çok yükseklere ve çok derinlere gidip geldikten sonra, insan
denilen canlı türünün –maalesef- bir peygamber yahut dervişimtrak bir şey
olamadığı müddetçe bu hayatta olmasının şundan başka anlamını bulamadım:
“Hayatta kal ve ayakta kal!”
anlayacağın ve ben, tıpkı bazılarının bu yazıyı okurken düşüneceği gibi “Madem
hayatını o kadar önemsemiyorsun, tüm bu anlam arayışların ne ayak?” diye
sormuştum kendime. Çok yükseklere ve çok derinlere gidip geldikten sonra, insan
denilen canlı türünün –maalesef- bir peygamber yahut dervişimtrak bir şey
olamadığı müddetçe bu hayatta olmasının şundan başka anlamını bulamadım:
“Hayatta kal ve ayakta kal!”
Biliyorum, kulağa yüzeysel geliyor ama
kişisel gelişim zırvalarının “iyi düşünelim, iyi olsun” geyiklerinden daha
esaslı olsa gerek. İnsan, evrenin en gelişmiş canlısı evet, ve bugünkü haliyle
aynı zamanda en aşağılığı. İnsanın, “insan aklı” ile küçümsediği cümle
mahlukattan daha aşağılık bir yaratık olduğu, ne var ki bir şekilde evrenin en
gelişmiş canlısı haline geldiği gerçeğini göz önüne alıp, sosyal hayat adı
verilen büyük sahtekarlığı da hesaba katarsan; “bir şeyler olma” mücadelesi
hafife alınamayacak kadar büyük ve komplike bir anlam kazanıyor. (Öte yandan insanın akıl sahibi olan tek tür olduğu iddiası gerçekse ve bunun sonuçları bugünün dünyasıysa, demek ki bu akıl denen, o kadar matah bir şey olmasa gerek.) Çünkü bir şeyler olma mücadelesi, her şeyden önce içinde olmaktan kendini
alıkoyamayacağın bir mücadele. Sıçmak gibi bir ihtiyaç, ereksiyon gibi bir
içgüdü… Ayılıp bayıldığın veya küfürler savurduğun her şey bu mücadeleye dahil.
Ve mesela bu mücadele sırasında, inandığı şeyleri yaparken komik olan da var,
inanmadığı şeyleri büyük ciddiyetle yapan da. (Birincisi yeğdir elbet.) Yine de üzerine bastıra bastıra
belirteyim: Bahsettiğim “bir şeyler olma” çabası,
kariyer-aile-para-mevki-malmülk-sigorta-emeklilik gibi kavramları içermiyor.
Bir gizemin içinde yaşadığını hissederek, varoluşun bir anlamı yoksa da ona bir
anlam verme çabası bu; en özet ifadeyle. Bu çabanın en önemli işareti de
üretmek; hissederek ve inanarak üretmek. Ne olursa… yeni sorular üreten bir
düşünme hali de buna dahil, resimler çizmek de, yemek yapmak da… Yeter ki insan
ürettiği şey ile manevi bağ kursun. Yalnızca doymak için yemek yapmasın mesela,
yazmış olmak için yazmasın. Hayatın ona getirdiği bu misyona sahip çıkabilsin
yahut sakip çıkabileceği misyonu bulsun.
kişisel gelişim zırvalarının “iyi düşünelim, iyi olsun” geyiklerinden daha
esaslı olsa gerek. İnsan, evrenin en gelişmiş canlısı evet, ve bugünkü haliyle
aynı zamanda en aşağılığı. İnsanın, “insan aklı” ile küçümsediği cümle
mahlukattan daha aşağılık bir yaratık olduğu, ne var ki bir şekilde evrenin en
gelişmiş canlısı haline geldiği gerçeğini göz önüne alıp, sosyal hayat adı
verilen büyük sahtekarlığı da hesaba katarsan; “bir şeyler olma” mücadelesi
hafife alınamayacak kadar büyük ve komplike bir anlam kazanıyor. (Öte yandan insanın akıl sahibi olan tek tür olduğu iddiası gerçekse ve bunun sonuçları bugünün dünyasıysa, demek ki bu akıl denen, o kadar matah bir şey olmasa gerek.) Çünkü bir şeyler olma mücadelesi, her şeyden önce içinde olmaktan kendini
alıkoyamayacağın bir mücadele. Sıçmak gibi bir ihtiyaç, ereksiyon gibi bir
içgüdü… Ayılıp bayıldığın veya küfürler savurduğun her şey bu mücadeleye dahil.
Ve mesela bu mücadele sırasında, inandığı şeyleri yaparken komik olan da var,
inanmadığı şeyleri büyük ciddiyetle yapan da. (Birincisi yeğdir elbet.) Yine de üzerine bastıra bastıra
belirteyim: Bahsettiğim “bir şeyler olma” çabası,
kariyer-aile-para-mevki-malmülk-sigorta-emeklilik gibi kavramları içermiyor.
Bir gizemin içinde yaşadığını hissederek, varoluşun bir anlamı yoksa da ona bir
anlam verme çabası bu; en özet ifadeyle. Bu çabanın en önemli işareti de
üretmek; hissederek ve inanarak üretmek. Ne olursa… yeni sorular üreten bir
düşünme hali de buna dahil, resimler çizmek de, yemek yapmak da… Yeter ki insan
ürettiği şey ile manevi bağ kursun. Yalnızca doymak için yemek yapmasın mesela,
yazmış olmak için yazmasın. Hayatın ona getirdiği bu misyona sahip çıkabilsin
yahut sakip çıkabileceği misyonu bulsun.
Bu ömürlük süreç içerisinde defalarca kez
rezil olmak da var, eğilip bükülmemek de… Tabii daima rezil kalabilen de var.
Daima eğilip bükülmeden kalan çok nadir ama… Artık rezaletten veya dik
durmaktan aklına ne geliyorsa onu tahayyül et; ben belli bir şeyi
kastetmiyorum. Benim lafım muz gibi, ne niyetle yersen o!
rezil olmak da var, eğilip bükülmemek de… Tabii daima rezil kalabilen de var.
Daima eğilip bükülmeden kalan çok nadir ama… Artık rezaletten veya dik
durmaktan aklına ne geliyorsa onu tahayyül et; ben belli bir şeyi
kastetmiyorum. Benim lafım muz gibi, ne niyetle yersen o!
Neyse işte, böyle böyle yol ala ala bir
roman daha yazdım. Bu sefer cümle beklemiyordum. Bu sefer cümleler de beni
beklemiyordu. Cümleler tepemden yağıyordu ve insan evriminin hiçbir halkası,
cümlelere karşı korunaklı şemsiyeler, bariyerler, sığınaklar bulamamıştı henüz.
roman daha yazdım. Bu sefer cümle beklemiyordum. Bu sefer cümleler de beni
beklemiyordu. Cümleler tepemden yağıyordu ve insan evriminin hiçbir halkası,
cümlelere karşı korunaklı şemsiyeler, bariyerler, sığınaklar bulamamıştı henüz.
Kendime ve kendi türüme bir miktar da
olsa yabancılaşmış; onları sokaklarda, toplu taşıma araçlarında, sosyal
medyada, TV haberlerinde izlediği zaman en asil tepkilerini ve sözlerini bile
sefil, kuşaktan kuşağa aktarılmış, dinlerden, ırklardan, ideolojilerden
devşirilmiş, çok da derinlere gizlenememiş koca bir kibirden aldığını bilir
haldeyken, böyle bir cümle yağmuruna göğsümü açışım mutluluk vericiydi. Bu
halim, “ben sizden değilim” nevinden, fildişi kulelerden bakan küstah, kendini
soyutlayan, kibirli bir hal değil; aksine, içten içe, maalesef ve iyi ki (ikisi
aynı anda) insanların içinde olduğum, içlerinde olmasaydım da tüm bunları
düşünemezdim, bir şeyler yazacak bilince sahip olamazdım diye az biraz
şükretmeden duramadığım bir haldi.
olsa yabancılaşmış; onları sokaklarda, toplu taşıma araçlarında, sosyal
medyada, TV haberlerinde izlediği zaman en asil tepkilerini ve sözlerini bile
sefil, kuşaktan kuşağa aktarılmış, dinlerden, ırklardan, ideolojilerden
devşirilmiş, çok da derinlere gizlenememiş koca bir kibirden aldığını bilir
haldeyken, böyle bir cümle yağmuruna göğsümü açışım mutluluk vericiydi. Bu
halim, “ben sizden değilim” nevinden, fildişi kulelerden bakan küstah, kendini
soyutlayan, kibirli bir hal değil; aksine, içten içe, maalesef ve iyi ki (ikisi
aynı anda) insanların içinde olduğum, içlerinde olmasaydım da tüm bunları
düşünemezdim, bir şeyler yazacak bilince sahip olamazdım diye az biraz
şükretmeden duramadığım bir haldi.
Cümleler yağıyordu işte ve ben üçüncü
denememde olağanüstü bir metin yazmasam da bir metni olağanüstü yazıyor
oluşumla avunuyordum. Yani yazma halinin o tanrısal hazzından bahsediyorum
kısaca; ne kadar tanrı gibi hissetsen de olmadığını bilmenin küçültücü hissi
arasındaki… iyi yazmış olmaktan değil. O bir tartışma konusu, burada
tartışmıyoruz. Ve yazmayı planladığım bölümler bitip de fasulye falı gibi
dağınık kaldığında kahramanlar ve olaylar, bir gece hiç aklıma gelmeyen bir
yerden başlamaya karar verip farklı bir yol tuttuğumda, -teşbihte hata olmaz-
adeta o zamana kadarkileri benim yazdığımı, oysa bu son metnin bana kendini
yazdırdığını fark ettim. Yazdıklarım, kahramanlarım ve kurgularımla o zamana
kadar kurduğum materyalist ilişki, artık manevi bir hal almıştı ve ben birkaç
yüz kez secdeye varır yahut birkaç bin kilisede milyonlarca dilek mumu yakar
gibi yazıyordum.
denememde olağanüstü bir metin yazmasam da bir metni olağanüstü yazıyor
oluşumla avunuyordum. Yani yazma halinin o tanrısal hazzından bahsediyorum
kısaca; ne kadar tanrı gibi hissetsen de olmadığını bilmenin küçültücü hissi
arasındaki… iyi yazmış olmaktan değil. O bir tartışma konusu, burada
tartışmıyoruz. Ve yazmayı planladığım bölümler bitip de fasulye falı gibi
dağınık kaldığında kahramanlar ve olaylar, bir gece hiç aklıma gelmeyen bir
yerden başlamaya karar verip farklı bir yol tuttuğumda, -teşbihte hata olmaz-
adeta o zamana kadarkileri benim yazdığımı, oysa bu son metnin bana kendini
yazdırdığını fark ettim. Yazdıklarım, kahramanlarım ve kurgularımla o zamana
kadar kurduğum materyalist ilişki, artık manevi bir hal almıştı ve ben birkaç
yüz kez secdeye varır yahut birkaç bin kilisede milyonlarca dilek mumu yakar
gibi yazıyordum.
Yazdığım metnin nasıl olduğunu
bilmiyordum; hipnozdan çıkmış gibiydim çünkü, sadece hastalıklı derecede uyanık
ve ayık olan zihnimin bir şekilde hipnoza ikna olmuş olmasına sevinebiliyordum.
Hâlâ da öyleyim. Tüm bu olağandışı haller, olaylar, duygular, metinlerim
hakkında bu kadar söz etmelerimden amaç, kendimi de yazdıklarımı da “Ben bu
yaşımda bu kadar şey yazdım” gibisinden olgunlaşmamaya kararlı bir övgüyle
yüceltmek değil. (Bunu yapanlara tanık olduk çünkü.) Yüceltmeyi seven birisi şu
okuduklarını yazmazdı sanırım; çünkü ben cümlelerimde şükreder gibi göründüğüm
her şeyime lanet ediyorum. İnsanların lanetleri vardır çünkü. Çok azı lütufa
çevrilir. İşte benim “hayatta kal ve ayakta kal” mücadelem, lanetlerimi lütufa
çevirmekten başka bir şey amaçlamıyor. O lanetlerin içinde arzuların da var
dostların da, hayallerin ve hakikatlerin de, hatta sen de… Hepsi o lanetlerden
biri olabilir.
bilmiyordum; hipnozdan çıkmış gibiydim çünkü, sadece hastalıklı derecede uyanık
ve ayık olan zihnimin bir şekilde hipnoza ikna olmuş olmasına sevinebiliyordum.
Hâlâ da öyleyim. Tüm bu olağandışı haller, olaylar, duygular, metinlerim
hakkında bu kadar söz etmelerimden amaç, kendimi de yazdıklarımı da “Ben bu
yaşımda bu kadar şey yazdım” gibisinden olgunlaşmamaya kararlı bir övgüyle
yüceltmek değil. (Bunu yapanlara tanık olduk çünkü.) Yüceltmeyi seven birisi şu
okuduklarını yazmazdı sanırım; çünkü ben cümlelerimde şükreder gibi göründüğüm
her şeyime lanet ediyorum. İnsanların lanetleri vardır çünkü. Çok azı lütufa
çevrilir. İşte benim “hayatta kal ve ayakta kal” mücadelem, lanetlerimi lütufa
çevirmekten başka bir şey amaçlamıyor. O lanetlerin içinde arzuların da var
dostların da, hayallerin ve hakikatlerin de, hatta sen de… Hepsi o lanetlerden
biri olabilir.
Kendi elimden ve aklımdan çıkan
kelimelerin karşısında boyun eğip de edilgen kalmayı seçtiğimden beri,
uzatmaları oynama hissiyle yol alıyorum. Açıkçası ben hep o hisle yol aldım.
Depresif bir karakterim, acıyla dolu bir geçmişim, travmatik bir hayatım
olduğundan değil; aslına bakarsan acılar ve travmalar ancak onların sırtından
geçinenlerin dillendireceği “edebiyat
itemleri”dir. Bazılarımız da tamamen içlerinden gelen uhrevi bir sesle,
Mütevazı Edebiyat Tanrısı’nı keşfederek bu itemleri ona bozdurur, yerine
gösterişsiz ama asil cümleler ve esaslı hikayeler alır. (Bu hikayelerle karşı
cinsi yatağına sokmaya yahut bir ruhani lider gibi kutsal okurlarının başlarını
okşamaya da çalışmaz.) Benim de çabam bu; dualarımın sevgiyle, dostlukla,
aileyle yahut mal mülkle değil yalnızca hikayelerle ilgisi var uzun zamandır.
Hatta ben dua etmeye bu duayla başladım diyebilirim: “Mütevazı Edebiyat
Tanrısı, oradaysan bu koşul-şart kipindeki şüphemi mazur gör ve bana esaslı
hikayeler yazacak bir hayat ver” diyorum, “Sen yazdır, ben gerisini hallederim”
dediğim de oluyor, inkâr edemem.
kelimelerin karşısında boyun eğip de edilgen kalmayı seçtiğimden beri,
uzatmaları oynama hissiyle yol alıyorum. Açıkçası ben hep o hisle yol aldım.
Depresif bir karakterim, acıyla dolu bir geçmişim, travmatik bir hayatım
olduğundan değil; aslına bakarsan acılar ve travmalar ancak onların sırtından
geçinenlerin dillendireceği “edebiyat
itemleri”dir. Bazılarımız da tamamen içlerinden gelen uhrevi bir sesle,
Mütevazı Edebiyat Tanrısı’nı keşfederek bu itemleri ona bozdurur, yerine
gösterişsiz ama asil cümleler ve esaslı hikayeler alır. (Bu hikayelerle karşı
cinsi yatağına sokmaya yahut bir ruhani lider gibi kutsal okurlarının başlarını
okşamaya da çalışmaz.) Benim de çabam bu; dualarımın sevgiyle, dostlukla,
aileyle yahut mal mülkle değil yalnızca hikayelerle ilgisi var uzun zamandır.
Hatta ben dua etmeye bu duayla başladım diyebilirim: “Mütevazı Edebiyat
Tanrısı, oradaysan bu koşul-şart kipindeki şüphemi mazur gör ve bana esaslı
hikayeler yazacak bir hayat ver” diyorum, “Sen yazdır, ben gerisini hallederim”
dediğim de oluyor, inkâr edemem.
Yazarken bu kadar “ben, ben” dememe
rağmen konuşurken birinci tekil şahıs zamirini mümkün olduğunca kullanmıyorum
artık. Hayatımın bir yerine kadar kendimi bir roman kahramanı sanıyordum;
yontulmamış ego bunu gerektirir çünkü. Bir sanat şaheseri de yaratsan –ki
hiçbir şey üretmeden de bunu yapan var- o ego yontulmamışsa ve sen o eserin
sahibi değil de kendin bir esermiş gibi “Ben, ben, ben” dersen önce eserini,
sonra da o eseri sana yaptıran soyut-somut her şeyini incitirsin. “Madem sen bu
kadar roman kahramanı gibisin, o zaman yazmadan da yaşayabilirsin” der ve seni
terk ederler. Sen de aslında bir kahraman olamayışınla kalır ve kafandaki ya da
kağıt üstündeki gibi rahat ve hesaplı kurgular yapamadığın zavallı hayatını
yaşayıp tamamlamaya çalışırsın. Bunu anladığım içindir kendime kafa yorarken
aslında yazıyı önemseyişim…
rağmen konuşurken birinci tekil şahıs zamirini mümkün olduğunca kullanmıyorum
artık. Hayatımın bir yerine kadar kendimi bir roman kahramanı sanıyordum;
yontulmamış ego bunu gerektirir çünkü. Bir sanat şaheseri de yaratsan –ki
hiçbir şey üretmeden de bunu yapan var- o ego yontulmamışsa ve sen o eserin
sahibi değil de kendin bir esermiş gibi “Ben, ben, ben” dersen önce eserini,
sonra da o eseri sana yaptıran soyut-somut her şeyini incitirsin. “Madem sen bu
kadar roman kahramanı gibisin, o zaman yazmadan da yaşayabilirsin” der ve seni
terk ederler. Sen de aslında bir kahraman olamayışınla kalır ve kafandaki ya da
kağıt üstündeki gibi rahat ve hesaplı kurgular yapamadığın zavallı hayatını
yaşayıp tamamlamaya çalışırsın. Bunu anladığım içindir kendime kafa yorarken
aslında yazıyı önemseyişim…
Yaşama sevinci ile ölme isteğinin arasına
düşmüş hayatların, “uzatmaları oynama hissi” meşhurdur; ama sadece kendi
aralarında meşhurdur. Bunu kadim bir sır gibi saklayıp henüz ruhani uykusundan
uyanmamış, üretmek ve mücadele etmek adına adımlar atmamış olanlara belli
etmezler. Kadınlarının etek altlarından ve bacak aralarından, adamlarının
saplantılarından ve cüzdanlarından kafasını çıkaramayanlar göremezler. Onlar
gibi davranırlar, gülümserler. Onların; evcilik oyunundan bir adım öteye
geçememiş evliliklerine, ego dövüşünden beslenip de seks molaları vererek
sakinleşen ama sonunda mutlaka yine savaşıp birbirini hırpalayan ve böyle böyle
dövüşür gibi sikişen yahut sikişir gibi dövüşen ilişkilerine, mertçe eleştirmek
yerine birbirlerinin bokunu temizleyip yeni boklara yer açan dostluklarına
ortak olmuş gibi görünürler. Onlar gibi gülümseyip, onlar gibi heyecanlanırlar.
Ama kendilerine gerçekten benzeyenleri görünce ciğerlerine kadar açılırlar
birbirlerine. Bu öyle uzun uzadıya bir açılma da değildir üstelik, bitebilen şeylerin de
olduğunu kabullenen ve hatta bir şeylerin bitebilecek olmasının zevkini yaşayan
bir tür frekans birliğidir bunlar. Ölmeden önce ölmüş gibidirler ve ahiretten
önce kendi mahşerlerini yaratırlar yeryüzünde. Sanılanın aksine yalnızca
cezalar ve ateşler yoktur onların mahşerinde, yazı masaları, boş tuvaller,
kağıtlar, kalemler, kameralar ve muhtelif üretim malzemeleri vardır. Uzatmaları
işte orada oynarlar. Bu oyun sırasında otobüste yanınızda, vapurda karşınızda
oturabilirler mesela, bakkalda aynı peynirden yüzer gram isteyebilirsiniz ya da
yağmurda şemsiyeleriniz çarpışabilir. Siz fark etmezsiniz. Siz dünyanın ruhunu
imha etmek için uğraşanların safında boş yaşamlarınızla bilmeden yer alırken,
dünya onların hatrına son direğini ayakta tutar.
düşmüş hayatların, “uzatmaları oynama hissi” meşhurdur; ama sadece kendi
aralarında meşhurdur. Bunu kadim bir sır gibi saklayıp henüz ruhani uykusundan
uyanmamış, üretmek ve mücadele etmek adına adımlar atmamış olanlara belli
etmezler. Kadınlarının etek altlarından ve bacak aralarından, adamlarının
saplantılarından ve cüzdanlarından kafasını çıkaramayanlar göremezler. Onlar
gibi davranırlar, gülümserler. Onların; evcilik oyunundan bir adım öteye
geçememiş evliliklerine, ego dövüşünden beslenip de seks molaları vererek
sakinleşen ama sonunda mutlaka yine savaşıp birbirini hırpalayan ve böyle böyle
dövüşür gibi sikişen yahut sikişir gibi dövüşen ilişkilerine, mertçe eleştirmek
yerine birbirlerinin bokunu temizleyip yeni boklara yer açan dostluklarına
ortak olmuş gibi görünürler. Onlar gibi gülümseyip, onlar gibi heyecanlanırlar.
Ama kendilerine gerçekten benzeyenleri görünce ciğerlerine kadar açılırlar
birbirlerine. Bu öyle uzun uzadıya bir açılma da değildir üstelik, bitebilen şeylerin de
olduğunu kabullenen ve hatta bir şeylerin bitebilecek olmasının zevkini yaşayan
bir tür frekans birliğidir bunlar. Ölmeden önce ölmüş gibidirler ve ahiretten
önce kendi mahşerlerini yaratırlar yeryüzünde. Sanılanın aksine yalnızca
cezalar ve ateşler yoktur onların mahşerinde, yazı masaları, boş tuvaller,
kağıtlar, kalemler, kameralar ve muhtelif üretim malzemeleri vardır. Uzatmaları
işte orada oynarlar. Bu oyun sırasında otobüste yanınızda, vapurda karşınızda
oturabilirler mesela, bakkalda aynı peynirden yüzer gram isteyebilirsiniz ya da
yağmurda şemsiyeleriniz çarpışabilir. Siz fark etmezsiniz. Siz dünyanın ruhunu
imha etmek için uğraşanların safında boş yaşamlarınızla bilmeden yer alırken,
dünya onların hatrına son direğini ayakta tutar.
Ne diyordum; evet, metinler… Velhasıl,
üçüncü roman sayesinde hayatın materyalist ve metafiziksel anlamlarının iç içe
olduğunu ve herkesin kendi için yaratacağı bu anlamın bir tür mücadele
hissinden güç aldığını anlayıverdim. Bu böyle kusursuz ve peygamberimsi bir
mücadele de değil üstelik; bazen bok kokarak, bazen çamura batarak, yalanlar
söyleyerek, aldatarak, mahcup olarak veya haksız düşerek de oluyor… yeter ki
olduğu şeye sahip çıksın insan, çünkü olmadığı şey, önünde sonunda sırıtıyor
üzerinde. İnsanın olmadığı şeyin modası bir gün mutlaka geçiyor da olduğu şey
“her sezonun incisi” olarak kalabiliyor yeterince anlaşıldığında.
üçüncü roman sayesinde hayatın materyalist ve metafiziksel anlamlarının iç içe
olduğunu ve herkesin kendi için yaratacağı bu anlamın bir tür mücadele
hissinden güç aldığını anlayıverdim. Bu böyle kusursuz ve peygamberimsi bir
mücadele de değil üstelik; bazen bok kokarak, bazen çamura batarak, yalanlar
söyleyerek, aldatarak, mahcup olarak veya haksız düşerek de oluyor… yeter ki
olduğu şeye sahip çıksın insan, çünkü olmadığı şey, önünde sonunda sırıtıyor
üzerinde. İnsanın olmadığı şeyin modası bir gün mutlaka geçiyor da olduğu şey
“her sezonun incisi” olarak kalabiliyor yeterince anlaşıldığında.
İşte tüm bunlar geçip gittiğinde, geriye
kalan “ben” ile biz bize düşünürken, bir cümleyi bekliyordum ve fark ettim ki
odağımı kaybetmişim.
kalan “ben” ile biz bize düşünürken, bir cümleyi bekliyordum ve fark ettim ki
odağımı kaybetmişim.
Odağımı kaybettiğimi gördüğümde “rağmen”
kelimesinin ne kadar önemli olduğunu anladım. İnsan bir canlı türü olarak bir
şeylere “rağmen” bir şeyleri yaşayıp severken, bir şeylere “rağmen” bir şeylere
giderken veya ulaşmaya çalışırken yaşar gibiydi daha çok. Her şeyden önce ölüme
rağmen yaşıyordu hatta. Bir odağı olmalı ve o odağa rağmen bir şeyler
yapmalıydı. İşte ben, o odağı kaybetmiştim.
kelimesinin ne kadar önemli olduğunu anladım. İnsan bir canlı türü olarak bir
şeylere “rağmen” bir şeyleri yaşayıp severken, bir şeylere “rağmen” bir şeylere
giderken veya ulaşmaya çalışırken yaşar gibiydi daha çok. Her şeyden önce ölüme
rağmen yaşıyordu hatta. Bir odağı olmalı ve o odağa rağmen bir şeyler
yapmalıydı. İşte ben, o odağı kaybetmiştim.
O entelektüel yahut varoluşçu geçinen
dangozların dillendirdiğinin aksine, insanın yazmaktan başka bir amacı olmaması
o kadar da iyi ve doğru bir şey değildir. Yazmak bir amaç olduğu zaman bile tek
başına bir amaç değildir zira geriye kalan her şeyi kapsadığını anladığınızda
yazmanın; amaçsızlık halindeki birinin sadece amaçsızlığı yazarak bile bir yere
kadar gidebileceğini görüyordunuz. Yazmak amaçsız birinin eylemiyken bile, ona
bir amaç verme kudretine sahip. (Bir yerden sonra sadece amaçsızlığı yazmak da
amaçlaşır mıydı? Paradoks neydi, paradoks emekti,paradoks sendin sevgilim.)
dangozların dillendirdiğinin aksine, insanın yazmaktan başka bir amacı olmaması
o kadar da iyi ve doğru bir şey değildir. Yazmak bir amaç olduğu zaman bile tek
başına bir amaç değildir zira geriye kalan her şeyi kapsadığını anladığınızda
yazmanın; amaçsızlık halindeki birinin sadece amaçsızlığı yazarak bile bir yere
kadar gidebileceğini görüyordunuz. Yazmak amaçsız birinin eylemiyken bile, ona
bir amaç verme kudretine sahip. (Bir yerden sonra sadece amaçsızlığı yazmak da
amaçlaşır mıydı? Paradoks neydi, paradoks emekti,paradoks sendin sevgilim.)
Rüyalarımda kendimi minimal objeler
haline gelmiş mekanlarda veya sokaklarda görüyordum. On dokuzuncu yüzyılın
sonlarında bir kasabada geziyordum mesela ve çikolata kokusu alıyordum. Ya da
tüm sokakları küçük küçük tren raylarıyla döşenmiş hatta yürümek yasaklanmış da
yalnızca tren vagonlarıyla yol almak serbestmiş gibi olan ortamlarda
dolaşıyordum. Bir defasında çok küçük ve muhtemelen benden başka kimsenin
bilmediği bir kasetçi dükkanına girmiş, eski albüm kapaklarının, çizgi
romanların olduğu kasayı inceliyordum. “Üsküdar’da böyle bir dükkanın ne işi
var ya da Üsküdar’ın böyle bir dükkanda ne işi var? Bu nasıl Üsküdar böyle
Kadıköy’e benzemiş” diye hayıflanmalı-şaşırmalı tepkiler veriyordum rüyamda. (Aslında anlatamıyorum ve Orhan Veli’nin
anlatamadığı yerin ne olduğunu çok iyi biliyorum. Daha önce onu o güzel
havalarda mahveden şeyin ne olduğunu da keşfetmiştim.)
haline gelmiş mekanlarda veya sokaklarda görüyordum. On dokuzuncu yüzyılın
sonlarında bir kasabada geziyordum mesela ve çikolata kokusu alıyordum. Ya da
tüm sokakları küçük küçük tren raylarıyla döşenmiş hatta yürümek yasaklanmış da
yalnızca tren vagonlarıyla yol almak serbestmiş gibi olan ortamlarda
dolaşıyordum. Bir defasında çok küçük ve muhtemelen benden başka kimsenin
bilmediği bir kasetçi dükkanına girmiş, eski albüm kapaklarının, çizgi
romanların olduğu kasayı inceliyordum. “Üsküdar’da böyle bir dükkanın ne işi
var ya da Üsküdar’ın böyle bir dükkanda ne işi var? Bu nasıl Üsküdar böyle
Kadıköy’e benzemiş” diye hayıflanmalı-şaşırmalı tepkiler veriyordum rüyamda. (Aslında anlatamıyorum ve Orhan Veli’nin
anlatamadığı yerin ne olduğunu çok iyi biliyorum. Daha önce onu o güzel
havalarda mahveden şeyin ne olduğunu da keşfetmiştim.)
Ama en çok da karanlık sokaklar
görüyordum. Rüyalarım hep bu sokaklarda, hipnoz olmuşum veya zombiye dönüşmüşüm
gibi sarsak bir yürüyüş haliyle doluydu; bu hal rüyalarımın atmosferi olmuştu.
Yazdığım ve henüz yazmadığım roman kahramanlarımın toplamı bir karakter gibi
bir şeyler arayarak ya da bir şeyler arayan bir şeylerin beni bulmasını umarak
yürüyordum da yürüyordum. Çocukluğumun, muz ve portakal ağaçlarının nereye
kadar uzandığını bilmediğim o bahçelerinin yanı başındaki yoldan bisikletimle
bir şeylerden kaçar gibi kaçtığım rüyalarıma benziyordu bu ruh hali. Çocukluk
rüyalarımda, sırtımda şu an bile canlanan bir ürpertiyle pedala tüm gücümle
basarken, arkama bakmaktan korkarak ama arkamda bir şey olduğunu da bilerek
kaçtığım o rüyalarda, beni ağlatmak ister gibi bir baskıyla sağımda beliren
ağaçları hatırlıyordum. Portakal ve muz ağaçları. Bir şekilde evime
varabildiğim rüyalarım da olmuyor değildi ama o zaman da saat gecenin çok geç
yahut sabahın çok erken ve her iki durumda da karanlık bir saati olduğu için ya
evimizin olduğu apartmana giremiyordum, ya da apartmanın kolunu çevirirken
elimde kalıyordu. Arkamdan gelen şey yaklaşıyordu bu sırada. Bir defasında
başarmış, anneme sesimi duyurmuştum. Kapının anahtarını atmıştı balkondan, “Oh,
bu sefer kurtuldum” demiştim ki anahtar, aşağı düşerken kaybolup gitmiş,
sonrasında da annem balkonda hiç belirmemiş gibi bir yoksunluğa kapılmıştım.
Tüm bu çağrışımlar başka çocukluk rüyalarımı da anımsatıyordu; kapısına
sıkıştığım arabalar, köşesine sıkıştığım koridorlar, altına sıkıştığım
koltuklar derken tüm rüyalarımın kesişme kümesinde “sıkışma” olduğunu ve bunu
yapanın da karabasanlar olduğunu hatırlayıverdim. Ve işte büyüyüp de karanlık
sokaklarda, tren raylarında, geçmiş zaman kasabalarında aradığım şeyin
karabasanlar olduğunu anladım sonunda.
görüyordum. Rüyalarım hep bu sokaklarda, hipnoz olmuşum veya zombiye dönüşmüşüm
gibi sarsak bir yürüyüş haliyle doluydu; bu hal rüyalarımın atmosferi olmuştu.
Yazdığım ve henüz yazmadığım roman kahramanlarımın toplamı bir karakter gibi
bir şeyler arayarak ya da bir şeyler arayan bir şeylerin beni bulmasını umarak
yürüyordum da yürüyordum. Çocukluğumun, muz ve portakal ağaçlarının nereye
kadar uzandığını bilmediğim o bahçelerinin yanı başındaki yoldan bisikletimle
bir şeylerden kaçar gibi kaçtığım rüyalarıma benziyordu bu ruh hali. Çocukluk
rüyalarımda, sırtımda şu an bile canlanan bir ürpertiyle pedala tüm gücümle
basarken, arkama bakmaktan korkarak ama arkamda bir şey olduğunu da bilerek
kaçtığım o rüyalarda, beni ağlatmak ister gibi bir baskıyla sağımda beliren
ağaçları hatırlıyordum. Portakal ve muz ağaçları. Bir şekilde evime
varabildiğim rüyalarım da olmuyor değildi ama o zaman da saat gecenin çok geç
yahut sabahın çok erken ve her iki durumda da karanlık bir saati olduğu için ya
evimizin olduğu apartmana giremiyordum, ya da apartmanın kolunu çevirirken
elimde kalıyordu. Arkamdan gelen şey yaklaşıyordu bu sırada. Bir defasında
başarmış, anneme sesimi duyurmuştum. Kapının anahtarını atmıştı balkondan, “Oh,
bu sefer kurtuldum” demiştim ki anahtar, aşağı düşerken kaybolup gitmiş,
sonrasında da annem balkonda hiç belirmemiş gibi bir yoksunluğa kapılmıştım.
Tüm bu çağrışımlar başka çocukluk rüyalarımı da anımsatıyordu; kapısına
sıkıştığım arabalar, köşesine sıkıştığım koridorlar, altına sıkıştığım
koltuklar derken tüm rüyalarımın kesişme kümesinde “sıkışma” olduğunu ve bunu
yapanın da karabasanlar olduğunu hatırlayıverdim. Ve işte büyüyüp de karanlık
sokaklarda, tren raylarında, geçmiş zaman kasabalarında aradığım şeyin
karabasanlar olduğunu anladım sonunda.
Öyle ya, odağımı kaybetmiştim ve bana
esaslı hikayeler yazdıracak şeylerin başında gelen karabasanlarım da benden
ümidi keseli yıllar olmuştu. Ezoterik, okült ve mistik konulardaki notlarım
karabasanların, algıları açık çocukları rahatsız ettiğini, onların aklını
oyaladıklarını söylüyordu ve ben büyürken olan bitenler demek benim algılarımı
bir şekilde yerle yeksan etmişti ki karabasanlarımdan da ses seda yoktu ne
zamandır.
esaslı hikayeler yazdıracak şeylerin başında gelen karabasanlarım da benden
ümidi keseli yıllar olmuştu. Ezoterik, okült ve mistik konulardaki notlarım
karabasanların, algıları açık çocukları rahatsız ettiğini, onların aklını
oyaladıklarını söylüyordu ve ben büyürken olan bitenler demek benim algılarımı
bir şekilde yerle yeksan etmişti ki karabasanlarımdan da ses seda yoktu ne
zamandır.
Odağımı kaybetmiştim. Yeryüzünün en güzel
kadınlarından birini seviyor, onunla en olgun ilişkimi yaşıyordum, evlenmeye bile
karar vermiştim. Ailemin her bir üyesinin kendimce eleştirisini yapıp iyi
taraflarını bulmuş ve onları her halleriyle sevmeyi başarmıştım. İş, güç,
idarelik para; hepsi tamamdı. Dostlarımın arasındaki insan kalabalığını aşıp
arkada gizlenen manzaraya birlikte huzurla bakabileceklerimi seçmiştim. Yazmış
olmaktan çok mutlu olduğum bir roman yazmıştım. Sakin bir semtte, minik bir
evde kiracıydım. Bir kedim bile vardı! Ama ne zamandır yazamıyordum ve beni
yazmaya itecek o maddi-manevi hazlardan hiçbiri uğramıyordu bana.
kadınlarından birini seviyor, onunla en olgun ilişkimi yaşıyordum, evlenmeye bile
karar vermiştim. Ailemin her bir üyesinin kendimce eleştirisini yapıp iyi
taraflarını bulmuş ve onları her halleriyle sevmeyi başarmıştım. İş, güç,
idarelik para; hepsi tamamdı. Dostlarımın arasındaki insan kalabalığını aşıp
arkada gizlenen manzaraya birlikte huzurla bakabileceklerimi seçmiştim. Yazmış
olmaktan çok mutlu olduğum bir roman yazmıştım. Sakin bir semtte, minik bir
evde kiracıydım. Bir kedim bile vardı! Ama ne zamandır yazamıyordum ve beni
yazmaya itecek o maddi-manevi hazlardan hiçbiri uğramıyordu bana.
Kendimi olduğum yerde bırakıp en kendimde
olmadığım zamana flashback yapınca ortaya çıkan büyük resim, bana muhteşem lanetimi nihayet göstermişti:
olmadığım zamana flashback yapınca ortaya çıkan büyük resim, bana muhteşem lanetimi nihayet göstermişti:
Ben gömlek değiştiren yılan değil, yılan
değiştiren gömlektim. Ve her yılanda benden de bir şeyler değişiyordu.
değiştiren gömlektim. Ve her yılanda benden de bir şeyler değişiyordu.
Bu yüzden odağımı kaybetmiştim.
Bu flashback turundan geri döndüğümde
kendimi, bıraktığım yerde değil de parlak ışıklı bir metro istasyonunda
bulmuştum. Oturmakta olduğum banktan kalktığımda hiçbir yönden tren
gelmediğini, hatta esintisi bile olmadığını, tünelin iki yanına duvar örüldüğünü gördüm.
kendimi, bıraktığım yerde değil de parlak ışıklı bir metro istasyonunda
bulmuştum. Oturmakta olduğum banktan kalktığımda hiçbir yönden tren
gelmediğini, hatta esintisi bile olmadığını, tünelin iki yanına duvar örüldüğünü gördüm.
Buradan çıkmalıydım; trene gerek yoktu,
yürüyen merdivenlere koşmam yeterliydi. Koştum ve turnikelerin olduğu koridora
geçmesi gereken aralığa da duvar örüldüğünü gördüm. Duvar işçilerinin ucube
işçiliği yüzünden özensizce atılan harçlar, tuğlalara harç kusuyormuş gibi bir
görüntü vermişti. Artık ne olmuşsa işçiler işlerini bitirmeden terk etmişlerdi
burayı ve tavana kadar uzanan tuğlaların sonunda girebileceğim kadar bir
açıklık bırakmışlardı.
yürüyen merdivenlere koşmam yeterliydi. Koştum ve turnikelerin olduğu koridora
geçmesi gereken aralığa da duvar örüldüğünü gördüm. Duvar işçilerinin ucube
işçiliği yüzünden özensizce atılan harçlar, tuğlalara harç kusuyormuş gibi bir
görüntü vermişti. Artık ne olmuşsa işçiler işlerini bitirmeden terk etmişlerdi
burayı ve tavana kadar uzanan tuğlaların sonunda girebileceğim kadar bir
açıklık bırakmışlardı.
Tırmandım, boşluklara tutuna basa
tırmandım. Yukarıdaki açıklıktan diğer tarafa bacaklarımı uzattığımda dümdüz
mermer olduğunu fark edince ve kollarım geldiğim yöne tekrar geçecek gücü
kaybedince sırt üstü attım kendimi diğer tarafa. Bu tuhaf hafıza boşluğundan
kurtulmak için yürüyen merdivene koşmak üzere sırtımın ağrısına aldırmadan
kalkmaya karar verdiğim an, gözlerim ancak karanlığı seçebildi. Kendimi attığım
o boşluk, evimin bahçesine açılıyordu. Bir cümleyi beklediğim ve masa başında
sayıkladığım evimin bahçesi… Kendimi veya Ramiz’i görmek için pencereye doğru
dönecekken, karşı duvarın oradan yanıma doğru, ağaçlara attığı ağlara vakur bir
tavırla tutuna tutuna bir örümcek geldi.
tırmandım. Yukarıdaki açıklıktan diğer tarafa bacaklarımı uzattığımda dümdüz
mermer olduğunu fark edince ve kollarım geldiğim yöne tekrar geçecek gücü
kaybedince sırt üstü attım kendimi diğer tarafa. Bu tuhaf hafıza boşluğundan
kurtulmak için yürüyen merdivene koşmak üzere sırtımın ağrısına aldırmadan
kalkmaya karar verdiğim an, gözlerim ancak karanlığı seçebildi. Kendimi attığım
o boşluk, evimin bahçesine açılıyordu. Bir cümleyi beklediğim ve masa başında
sayıkladığım evimin bahçesi… Kendimi veya Ramiz’i görmek için pencereye doğru
dönecekken, karşı duvarın oradan yanıma doğru, ağaçlara attığı ağlara vakur bir
tavırla tutuna tutuna bir örümcek geldi.
Ciddiyeti ve yüz ifadesi beni
güldürmüştü. Tutamadım kendimi, bir
kahkaha koyverip: “Hareketlere bak, sanki bana spaydırmen amına koyayım!”
deyiverdim.
güldürmüştü. Tutamadım kendimi, bir
kahkaha koyverip: “Hareketlere bak, sanki bana spaydırmen amına koyayım!”
deyiverdim.
Yaşlı ve emekli amca meymenetsizliğiyle
yaklaşan örümcek, ağın ucunda asılı olduğu halde bana baktı. Ben:
yaklaşan örümcek, ağın ucunda asılı olduğu halde bana baktı. Ben:
“Oldu olacak maskeni çıkar da öpüşelim”
diye goygoya devam ederken: “Nasılsın Bozucu?” deyiverdi. “Yanlışın var, Bozucu
değilim, Yazıcı’yım ben” diye çıkıştım bu soruyu bekler gibi.
“Yazarken neleri bozduğunu asla bilemezsin Bozucu.”
Şaşırmıştım az önceki alaycı halimin aksine.
diye goygoya devam ederken: “Nasılsın Bozucu?” deyiverdi. “Yanlışın var, Bozucu
değilim, Yazıcı’yım ben” diye çıkıştım bu soruyu bekler gibi.
“Yazarken neleri bozduğunu asla bilemezsin Bozucu.”
Şaşırmıştım az önceki alaycı halimin aksine.
“Sana mı malum oldu benim yazıp
bozduklarım?”
“Bana mı oldu, bilemezsin.”
“Neyi bilemem lan. Sen benim bilemeyeceğim
neyi biliyorsun?”
“Duvarın eksik yapıldığını mesela” dedi çirkinlik abidesi gözlerini kısıp. “Ta
o uğursuz yerden beri ağ öre öre geldim buraya. Hak verirsin ki senin gibi
kolayca düşemiyorum hafif olduğum için.”
bozduklarım?”
“Bana mı oldu, bilemezsin.”
“Neyi bilemem lan. Sen benim bilemeyeceğim
neyi biliyorsun?”
“Duvarın eksik yapıldığını mesela” dedi çirkinlik abidesi gözlerini kısıp. “Ta
o uğursuz yerden beri ağ öre öre geldim buraya. Hak verirsin ki senin gibi
kolayca düşemiyorum hafif olduğum için.”
O sırada bir dalga halinde geçen sabah
rüzgârı ağını sallandırdı ama bir ağ daha yapıp sağlamlaştırdı göz hizamdaki
yerini. “Tüm örümcekler böyle kibirli olmak zorundasınız değil mi” dedim,
“Sizin bir de iki ayaklılarınız var. Utanmasa sıçtığı boku inkar edecek, öyle
bir kibir” diye ekledim sarkastik bir ifadeyle, şu meşhur moda programındaki
Kızılderili reisi tipli kadın gibi ağzını büktü memnuniyetsiz. “Adın ne senin?” deyince ben, bunu bekler
gibi:
rüzgârı ağını sallandırdı ama bir ağ daha yapıp sağlamlaştırdı göz hizamdaki
yerini. “Tüm örümcekler böyle kibirli olmak zorundasınız değil mi” dedim,
“Sizin bir de iki ayaklılarınız var. Utanmasa sıçtığı boku inkar edecek, öyle
bir kibir” diye ekledim sarkastik bir ifadeyle, şu meşhur moda programındaki
Kızılderili reisi tipli kadın gibi ağzını büktü memnuniyetsiz. “Adın ne senin?” deyince ben, bunu bekler
gibi:
“Cümle” dedi.
“Hadi be!” dedim şaşkın bir sevinçle.
“Ben de buraya gelmeden önce bir cümleyi bekliyordum.” Ama bir terslik vardı:
“Ben de buraya gelmeden önce bir cümleyi bekliyordum.” Ama bir terslik vardı:
“Ama bir terslik var. Cümle böyle olmaz
ki, cümle cümledir lan! Sen örümceksin!”
ki, cümle cümledir lan! Sen örümceksin!”
“Bir cümlenin ne biçiminde geleceğini
bilemezsin” dedi artan bir küstahlıkla. Ama kızamayacaktım, “Vay a-me-ka”
dedim, “Doğru söylüyorsun…”
bilemezsin” dedi artan bir küstahlıkla. Ama kızamayacaktım, “Vay a-me-ka”
dedim, “Doğru söylüyorsun…”
Kısa bir sessizlikten sonra, “Madem sen
geldin, gideyim de yazıvereyim ben seni” dedim.
geldin, gideyim de yazıvereyim ben seni” dedim.
“Git tabi, işime de engel oldun.
Neredeyse sabah olacak” dedi.
Neredeyse sabah olacak” dedi.
“İşin ne senin burada böyle ağlar örmekten
başka?” deyince;
başka?” deyince;
“Bir örümcek ağının neleri kurtaracağını
bilemezsin” diye yapıştırdı cevabı. “Siktir len, artist!” deyip eve giren bahçe
kapısına doğru yürüdüm üzerimdeki tozları çırparak, botlarımı çıkarırken de seslendim son kez:
bilemezsin” diye yapıştırdı cevabı. “Siktir len, artist!” deyip eve giren bahçe
kapısına doğru yürüdüm üzerimdeki tozları çırparak, botlarımı çıkarırken de seslendim son kez:
“Ramiz seni görmesin, alır patisinin
altına, demedi deme!”.
altına, demedi deme!”.
Çoktan ağ örmeye başlamıştı işine
odaklanmış halde, beni sallamadı.
odaklanmış halde, beni sallamadı.
Gece ve dolayısıyla karanlıktı ama yanına
kurulduğum pencereden dışarı baktığımda henüz uğultu haline gelmemiş –ama henüz
gelmemiş- rüzgâr fısıltısıyla sallanan dalları ve yere düşürdükleri garibim
yaprakları görebiliyordum. Ne zamandır hiçbir şeye olmadığı kadar canım sıkılıyordu yaprakların düşmesine ve bu
sıkılış, romantik bir sonbahar gözlemi de değildi; hatta konunun yapraklarla
doğrudan bir ilgisi olduğunu bile söyleyemem.
kurulduğum pencereden dışarı baktığımda henüz uğultu haline gelmemiş –ama henüz
gelmemiş- rüzgâr fısıltısıyla sallanan dalları ve yere düşürdükleri garibim
yaprakları görebiliyordum. Ne zamandır hiçbir şeye olmadığı kadar canım sıkılıyordu yaprakların düşmesine ve bu
sıkılış, romantik bir sonbahar gözlemi de değildi; hatta konunun yapraklarla
doğrudan bir ilgisi olduğunu bile söyleyemem.
Yine de o sabaha karşı, beklediğim
cümlenin gelmesiyle ardı ardına sayfalarca yazdım dolu dolu. Sabah ışıkları
yükselmeden önce yattığım yataktan gök gürültülü bir öğle saatine uyandım,
çişimi yapıp kahve suyunu koyduktan sonra bahçeye bakmaya gittiğimde, bir
cümlenin neleri kurtarabileceğini Cümle adındaki örümcekten öğrenmiş oldum.
cümlenin gelmesiyle ardı ardına sayfalarca yazdım dolu dolu. Sabah ışıkları
yükselmeden önce yattığım yataktan gök gürültülü bir öğle saatine uyandım,
çişimi yapıp kahve suyunu koyduktan sonra bahçeye bakmaya gittiğimde, bir
cümlenin neleri kurtarabileceğini Cümle adındaki örümcekten öğrenmiş oldum.
Sonbaharın başından beri yere düşen tüm
yaprakları, ördüğü ağlarla ağaç dallarına bağlamıştı. Eskisi gibi monte
değillerdi ağaca ama her biri kendi dalının ucunda sallanıyordu yaprakların. Bu
hep böyledir zaten. Yapraklar yine dallarına asılır ölünce. Bir ağ olmasa bile
böyledir bu.
yaprakları, ördüğü ağlarla ağaç dallarına bağlamıştı. Eskisi gibi monte
değillerdi ağaca ama her biri kendi dalının ucunda sallanıyordu yaprakların. Bu
hep böyledir zaten. Yapraklar yine dallarına asılır ölünce. Bir ağ olmasa bile
böyledir bu.
Bir yerlerden sanki “Tüm yaprakları
kurtardım bu gece” diyor gibiydi Cümle. Eksik olmasın. O yaprakları, ben de cümleleri
kurtarmıştım. Ve bu şekilde kendimizi de kurtarmıştık. Yine de bir sonraki
cümleyi bekleyip de kavuştuğum gece gidip o yapraklara soracağım “Böyle
kurtarılmayı ister miydiniz?” diye. Kurtulmak eyleminin doğallığı sorgulanmalı.
Öyle ya, bazıları kurtulmayı istemediği gibi bazılarını kurtarmak da zaten
imkansızdır.
kurtardım bu gece” diyor gibiydi Cümle. Eksik olmasın. O yaprakları, ben de cümleleri
kurtarmıştım. Ve bu şekilde kendimizi de kurtarmıştık. Yine de bir sonraki
cümleyi bekleyip de kavuştuğum gece gidip o yapraklara soracağım “Böyle
kurtarılmayı ister miydiniz?” diye. Kurtulmak eyleminin doğallığı sorgulanmalı.
Öyle ya, bazıları kurtulmayı istemediği gibi bazılarını kurtarmak da zaten
imkansızdır.
Üstelik düşen yaprağın nasıl bir cümleye
dönüşeceğini asla bilemezsiniz.
dönüşeceğini asla bilemezsiniz.
Nelerin cümlelere ve cümlelerin nelere
dönüşebileceğini de…
dönüşebileceğini de…
**
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)