Orhan’a…
Vazoyu düşürüp kırdı. Dizlerinin üzerinde oturup kırdığı parçaları tek tek toplamaya başladı. Sol eliyle topladığı parçaları sakince sağ eline koydu. Aklından geçen duygu sömürüsü yüklü her şey onunlaydı, gözlerinin önündeydi. Belki de vazoyu bilerek kırmıştı. Bir ara gözlerini kapatıp vazoyu kırdığı her saniyeyi hatırlamaya çalıştı.
Göl manzaralı evinde, balkonda sessizce otururken içinden neler aktı ve bu vazoyu tuzla buz etti, hep bu muydu olanlar, birden yanan ateş, yıkılan vazolar, kalpler, yeri doldurulamayacak anlar, mesafeli bakışlar, bütün cadde, herkes kayarken, hâlâ kendinde hata bulmaya çalışırken, neden biter?
Pencere önündeki saksıyı hatırladı, hoyrat rüzgârlara dayanıp kuru bir yaz yağmuruna dayanamamıştı. Şimdi de vazo, tamir edilemezdi, parçaları yere bırakıp en sivri olanı seçti. Sol avcunun ortasına bastırmaya başladı. Ilık bir bahar sabahı her yere göldeki yosun kokusu yayılmıştı.
Zaman, dakikalara sıkışmış saatler gibiydi. “Benim sevimli prensim, kalbin yumuşar mı? Avcumun ortasına bastırdığım bu parçayla akan kan, seni bulur mu? Bu acı, kaybettin mi?” diye fısıldadı kendi kendine. Hiç kimse yoktu. Bitmeyen bir bekleyişti. Öğrenilecek hiçbir şey yoktu bu olaydan. Küçük korunaklı evinde yaşadığı aşk acısını sindirmeye çalışan basit bir olay, dünyadaki hiçbir sorunu çözmeyecekti. Umut vaat etmeyecekti.
“Yirmi dakika sonra şeftali ağaçlarının arasından geçip göl kenarına inecek.” Onlara göre ahmakça cümlelerdi. Ahmakça bir hayattı. Şeftali ağaçları arasından geçmek. Hayat bu kadar basit olmamalıydı, oysa ona göre koca bir cennet olmalıydı her yer. Göllerin, denizlerin olduğu her yerde öpüşenler, bu kadar çok nüfus olmamalıydı, kirlenmiş şeyler… İçine düştüğümüz parayı, günü, işi, başka insanları, hayvanları düşünmediğimiz alabildiğine yalnız, sakin ve sessiz bir dünya.
O, bu dünyayı istedi; hep daha iyisi olmayı isteyen bir zihin, kırdıklarını görebilir mi? Aşk, bu kadar yavan olabilir mi? Kalpler, sevişmeden sonra sert kalabilir mi? Şeftali ağaçlarının arasından geçip indiği sahilde ne görecek ki… Konformizminin bozulmadığı yaşam alanı, ölebilirim belki diye çıkılmayan sınırlar, uzandığı balkonda kızaran yerler, anlamsızdı.
Ilık bahar sabahı, masada soyulmuş yumurtalar, anlaşılmamış erkekler, kontrol edilemeyen dişil güdüler, ağlamanın güçlendirdiği bireysellikler…
“Daha önce hiç kimseyle bu kadar uzun konuşmamıştım”la başlayan cümlelerin kasıla kasıla dönüştüğü “içimde hiçbir şey kalmadı” halleri. “Birine sevgini vermek, seni güçlü yapar” derdi hocası. Yerden kalktı, elini sardı. Avcunun ortasına bastırmaya başladı. Bu şekilde kanı durduracaktı.
“Aşkın matematiği olmaz, aşkın matematiği olmaz…” diye fısıldamaya başladı. “Unutmalıyım, unutmalıyım, bana daha ne kadar kötü davranabilir ama sen âşıksın!” Salondaki aynanın önünde alaycı bir şekilde kendine bakarken onu taklit etmeye çalışarak “ Canım ne oluyor, ne aşkı, bu büyük laflar…” Gülmeye başladı. Sonra “Aynadaki şey, bu benim! O değil!” diye bağırdı.
Balkona gitti oturup sakin gölü izlemeye başladı. Düşündü yine. Nerde kırıldı, anladı o an. Şimdi söylenecek hiçbir telafi cümlesi geleceği kurtaramayacak. Hep geleceği düşünen, aşktan, sevgiden korkan, apaçık bir kalbi kırmaktan çekinmeyen, hoyrat, geniş sert elleri, sert kelimeleri olan bu adama karşı ne dileyebilir? Sevgim hep sende kalsın dese ya da sözlerin ellerin gibi sert olmasın çünkü beni paramparça ettiler.
Ayağa kalktı. Burada olmazdı. Topla pılı pırtıyı, bugün buradan gidilecek, dedi içinden. Oysa şeftali ağaçlarının çiçekleri ne güzeldi…
1988 yılında Adana’da doğan Ayşe Özkan, lisans eğitimini Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Türkçe Eğitimi Bölümü’nde tamamladıktan sonra 2011 yılında İstanbul Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde “Hasan Ali Toptaş Romanlarında Çocuk Algısı” adlı teziyle yüksek lisansını tamamladı. Aynı yıl Çukurova Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde doktoraya başladı. Modern Türk Edebiyatı ve Psikanaliz Edebiyat Kuramı, doktora araştırma alanıdır. Aynı üniversitede 2014 yılından beri öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.