“İki gündür hava çok soğuk.” Kaloriferin yanındaydı ve benden daha kadındı…
Gergindim, çay ve sigara içiyordum tekli koltukta. Mutfağa gitti, açtık. Yumurta kırdı, plastik orijinal kaplarındaki kahvaltılıkları çıkardı. Hiçbir zaman porselen kahvaltılığı olmamıştı. Bardağım olduğu halde yeni bardak çıkardı bana. Ev işini seviyordu. Uyuşan ayağımı alıp masaya yürüdüm. Ve diğer ayağımın üstüne oturdum.
“Deli deli bakıyorsun yine bana.” dedi.
Düşünüyordum sadece…
Karşımdaki Tanrı olmalıydı. Erkek görünümündeki bu kadın Tanrı’nın en güzel, en saf düşüncesiydi. Cinsiyetsizse eğer Adem’in sahibi, erkekten önce ne ise Tanrı, karşımdaki varlığa yakın olmalıydı. Bu düşünce onu daha çok sevmeme neden oluyordu. Ah Tanrım…
Çok dayak yemiş babasından. Tek varlıklarıymış birlerinin. Gizli gittiği teyzesinde gizlice kuzenini izlermiş. Hiç tahrik olmaz ama hep özenirmiş. İlk çaldığı şey kalp değil tangaymış. Ve onu babasından saklayamadığı gün artık kadın olmuş… “Kadınların kaderi dayak” derdi bazen, ben kızardım bu sözüne. Anlayamazdım…
Babası, babalık hakkını boynunda bırakarak kanserden öldüğü gün ise ibne olmuş. İbne! İbne…
Asla ibnelik yapmamıştı oysa, sadece sakallı bir nisaydı o…
Babasından kalan miras şansıydı onun. Para için değil zevk için çıkıyordu dağ yoluna. “Canım öyle istiyor” diyordu kaderine.
Yabancı şarkılarda dans ederdi bazen. Bana, dua ediyor gibi gelirdi. Sanki müzik onun bedeninden çıkıyordu. Onda kaldığım bazı geceler yanımda, kolunu belime sararak uyurdu. Nefesi ölüm gibi huzurluydu. Koltukaltına anasının adını yazdırmıştı, “Yenilgimi taşıyorum ben tavla gibi…” derdi. Bazen alkolik gibi içer sonra da tövbe ederdi. Bırakır ve yine başlardı. Sigarayı benden az içiyordu, bana “Kanserden ölmeyecek birisin sen” diye takılırdı. Kızdığında erkekliğini hatırlardı, hep sakindi o yüzden. 42 numara ayakları o kadar kadındı ki kıskançlıktan üstüne basardım hep. Okurdu ne bulursa, ne olursa okurdu. İkinci el kitaplar alırdı, onlara saygı duyardı. Bir de kendi dini vardı bana söylemediği…
İki yıl önce gece 1’de bir puştun arkasından “Orospu çocuğu!” diye bağırıp canımı kağıt gibi yakmak isterken tanışmıştık. Günlerce uyumuştum içerideki yatakta. Son rüyalarımı görüyormuşum meğer. Bir sabah uyanınca annemin travesti olduğunu sandım ve
iyileştim.
Hep güzeldi o ve benden daha kadın. Makyajsız gezmezdi mesela. Ojesi hep vardı. Son iki gündür gene aşıktı. Ben de ona aşıktım aslında… “Mavi kalmalıydın” derdim sık sık. Gülerdi… Oysa ben ciddiydim ama onun için cinsiyet değiştiremeyecek kadar da korkaktım! Aşkın olmayacak haliydik…
“…meyhanedeki o sakat adam.”
“Yazmam gerek artık Rukiye! Kendimi bir halt sanmam için bir hikâye bulmalıyım!”
Masadan kalktı başımı göğsüne dayadı. Hep yapardı bunu, sevgisi böyleydi. Sevgisi Tanrı gibiydi… Sağ yanağımın çeneme yakın kısmını öptü. “Senin için bir dergi çıkartacağım. Orada sadece sen yazacaksın.” Şefkatinden söylerdi hep bunu. Biliyordu bu işin tutmayacağını. Devam etti “Adı da ‘Dergi ibne’ olacak!” Güldük, çok güldük. Ben altıma kaçırdım, o yine tuttu. Benden daha kadındı Rukiye!
Kadın, feminist, sakat, Atatürkçü… 2017’de 31 yaşına giren. Yazmayı öğrendiğinden beri yazan. Babasına benzeyen, annesinin soyadını kullanan. Sözel bölümünden mezun. İlk olarak kendi sayfasında yazmaya başlayan. 2013’den bu yana www.kalemkahveklavye.com kültür sanat ve edebiyat sitesinde hikaye ve şiir pişiren ve çeşitli fanzinlerde yer alan. Pulbiber mahallesine uğrayan. Çok okumayı seven, arada hiç okumayan, güzel sesli insanlara şiir okutturan. Rock dinleyen, Sylvia Plath’a özenen, Van Gogh ile arasında bağ olduğuna inanan ve bütün sokak kedileriyle konuşan ve ilk kitabını yazan.