Yerli polisiyenin en üretken kalemlerinden Cenk Çalışır’ın yeni romanı Beria , Oğlak Yayınları’nın Maceraperest Kitaplar etiketiyle yayımlandı. Mültecilik, insan ticareti ve savaş gerçeğini benzerlerinin aksine çok daha sert ve gerçekçi biçimde anlatan Beria‘nın arka planını, polisiye edebiyatı ve yazarlığını Cenk Çalışır’la konuştuk.
—Röportaj: Koray Sarıdoğan
Cenk Abi, hoş geldin. Eski yayınevinde senin bültenini yazarken “dozu yükseltiyor” gibi bir ifade kullanmıştım. Beria bence doz aşımı bir kitap olmuş. Bunun detaylarına ilerleyen sorularda değineceğim. Öncelikle bolca okuyan, anlayan, hisseden okur dilerim. İlk tepkiler, yorumlar nasıl?
Beria okurlarını üzen, üzerken düşündüren bir roman oldu. Amaç da buydu zaten. O nedenle Beria amacına ulaştı bence. Göz önünde olduğu halde çok da önemsemediğimiz hayatın kirli sayfalarına dikkat çekti. “Evet, biz çocuklardan uzak kaldık. Üstelik bir kereden çok şey oluyormuş ve bu onların tercihi bile değilmiş,” dedirtti.
Beria her şeyden önce bir mülteci polisiyesi. Tam da bugünün, bu toprakların romanı. Böyle bir roman yazma fikri nasıl oluşup gelişti?
Her romanımda bir başka duyguyu öne çıkarmıştım. Beria’dan önce trajik bir kurguyu dramatik bir dille kaleme almayı hedeflemiştim. Bu yönde kurgu notları toparlamaya başlamış olmama karşın notlar arasından öne çıkan, yazıyı başlatan bir şey de yoktu. Aylan Bebek’in sahilde uyuyuşu o tarihlere denk gelir. O olaydan sonra dikkatim mültecilere ve çocuklara yöneldi. Araştırmalarım o alana kaydı. Bu süreç oldukça uzun sürdü çünkü mülteci dosyası kapanmadı. Birikim devam ederken araya iki öykü kitabı girdi. Notları harmanlayıp yazıya başladım. Sanırım altı ay kadar da bu süreç devam etti.
Çok satmanın formüllerine oynayan kimi yazarlar her dönemde o dönemin gündem başlıklarını, popüler konularını ele alırlar. Mültecilik de son birkaç yılın gündemlerinden. Ama ben özellikle benzer mülteci polisiyelerinde seninki kadar çarpıcı, gerçeği sert bir şekilde anlatan örnekler görmedim. Bir yandan da riskli bir konu. Yazma süreci bu açıdan nasıl ilerledi?
Bir yazarın, sanatçının yaşadığı günden etkilenmesi ve bunu eserine dökmesi olağan olsa da haklısın. Bunu tribünlere oynamak için kullananlar da olacak elbet. Bu noktada o eserlerin ya da yazarların birer proje gibi ele alındığını söylemek yanlış olmaz. Nitelikli okur, gündemi yakalama telaşı ile çalakalem yazılmış bir eseri, emek verilmiş bir diğer eserden ayırt edecektir. Açıkçası kendi adıma bu yönde bir endişe taşımadım.
Konunun riskine gelince, çocuk istismarı hassasiyetle yaklaşılması ancak bu hassasiyeti göstereceğiz diye de yumuşatılmaması gereken bir konu bence. İnce bir buz. Hem üzerinde yürüyecek; yeri gelecek kavga, yeri gelecek dans edeceksin ama buzu da kırıp ıslanmayacaksın. Yazarken kendimle tartıştığım tek şey bu oldu. Okurun tepkisine bakınca Beria’nın bunu başardığını görüyorum.
“İnsan ticareti, kötü niyetli üç beş tekne sahibini aşacak kadar büyük bir operasyon.”
Önceki soru çerçevesinde, sen Beria’nın yazım sürecini diğer kitaplarınla karşılaştırırsan neler söylersin?
Araştırma olarak ele alıp yanıtlayacaksam Oyun İçinde Oyun ve Kilit Operasyonu da yoğun araştırmalar sonunda kaleme aldığım romanlardı. Bu yanıyla Beria yalnız değil. Ancak Beria, konusu itibariyle araştırması sona ermediğinden yazımı ertelenen bir çalışma oldu. Mültecilerle ilgili haberler, belgesel programlar, röportajlar, resmi raporlar, kaynaklar, bitirme tezleri, filmler geldikçe okuma, öğrenme, derinine inme süreci devam etti. Not alma, hazırlık kısmı uzun sürdü. Yeterince dolduğumu düşününce kurguyu örmeye başladım.
Öte yandan gerek araştırma gerekse yazım sürecinde çokça üzüldüğümü de itiraf etmeliyim. Yazar olarak beni heyecanlandıran ve keyif veren kısım karakterlere bürünebilmek. Beria bu yönüyle içimi acıtan bir çalışma oldu.
Toplumun göçmenlerden ve mülteci gerçeğinden haberdar olması için genelde bir botun batması ve birilerinin ölmesi gerekir ve biz sadece o kısmı biliriz. Oysa burada kirli bir ticaret ağı var ve sen de bu ağın bütün aşamalarını deşifre etmişsin. Bunu nasıl araştırdığını, bilgileri nasıl sıralayıp kurguya döktüğünü merak ediyorum.
Araştırma süreci yerli ve dış basından takip edebildiğim haberlerle başladı. Bu haberler arasında köprü kurmak kurguya şekil verdi diyebilirim. Bence konu, kötü niyetli üç beş tekne sahibini aşacak kadar büyük bir operasyon. Meksika ile Amerika, Afrika ile Avrupa arasında, Ortadoğu ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya kanundışı göç, çokça ve yıllardır işleyen bir ticaret. Uluslararası organize bir yapıya bürünmeden bu ticaret mümkün değil bence. Çok adımlı, zamanlı, planlı bir kaçış öyküsü mültecilik. Üst akılların desteği olmaksızın yürütülemez bana göre. İnsan kaçakçılığı, dün çokça yaşanmış, bugün halen yaşanan ve gelecekte de çokça yaşanacağı öngörülen bir sorun.
Mülteci konusunu polisiyeye yedirmek kısmında da dramatik konu için biriktirdiğimi söylediğim notlara döndüm. Birkaç olay paralel kurguda ilerleyip finalde bağlandı.
“Şarap kadehini buzlayan zihniyet, kadınların dövülmesini ağır çekimde sunuyor.”
Harun karakteri benim son yıllarda okuduğum en derinlikli karakterlerden Cenk abi. Yazarlar çoğu zaman kendilerine dert çıkarmayacak karakterler seçerler ki aksiyon kolayca aksın. Oysa Harun eşini ve çocuğunu kaybettikten sonra girdiği depresyonda obeziteye varasıya kilo alan ve bir polisiye hikâyede zorluk yaşayan, yani aslında sana mesai çıkaran bir karakter. ☺ Bu karakter nasıl oluştu?
Beria’nın kaybı karşısında içi yanan bir karakter istedim. Kayıp kıza bir dosya numarası vererek salt işini yapan bir polis yerine, konuyu içselleştirecek, Aişe’nin derdini anlayacak biri olsun istedim. Gündüz Beria’yı arayan, akşam evine gidip kızına masal okuyan bir baba yerine kendi açmazlarını sorgulayan bir polis karakteri akışı zenginleştirdi. Bu nedenle Harun’a da dramatik bir geçmiş kurdum. Fiziksel zorlukları onun becerilerini sınırladığından heyecan dozunu yukarıda tuttu. Zaman zaman da onun kilosu nedeniyle yaşadığı talihsizlikler sürüp giden dram ve heyecana nefes aldıran eğlenceli anlar yarattı.
İnsan ticareti sadece yurtdışına göçmen kaçırmakla sınırlı değil, her aşamasında ayrı bir insanlık utancının olduğu bir konu. Geçtiğimiz haftalarda bir yazarın bir öyküsü nedeniyle sansür çağrısı Nabokov’a kadar getirildi. Bu açıdan bir çekimserlik yaşadın mı yazarken ve bu sansür konusunu nasıl değerlendirirsin?
Her şeyden önce topluma bir eser sunuyorum. Bunun getireceği sorumluluk beraberinde ilk sansür olarak kendi zihnimi öne çıkartıyor. Filtrem, kendi değer yargılarım ve bakış açım. İçime sinmeyecek hiçbir satırı okura sunmam. Burada önemli olan derdini ajitasyona ya da acıtasyona kaçırmadan anlatabilmek sanırım.
Sansüre gelince bu mekanizmanın okur tarafından işletilmesi gerek. Yetkili mercilerin bu konuda yeterli olduklarını sanmıyorum. Şarap kadehini buzlayan zihniyet, kadınların dövülmesini, kafaya sıkmaları ağır çekimde dakikalarca sunuyor. Dayağa sıradan algısıyla bakıp, öpüşen çifte şaşıran bir sansür anlayışı var.
Beria sekizinci kitabın ve dördüncü yayıneviyle çalışıyorsun. Yayınevi transfer/değiştirme süreci nasıl ilerledi; genel anlamda yazar, özelde polisiye yazarlarının yayınevlerinden beklentileri açısından anlatmanı rica etsem?
Bu soruyu yanıt hakkı doğurmaksızın kendi tarafımdan yanıtlamaya çalışayım. Yayınevi-yazar arasındaki ilişki ne yazık ki benim açımdan harika başlayıp harika devam etmedi. Yazıyla arama yayınevi girdiği noktada ilişkimi kestim. Bir kitabı basmış olmakla yayıncılık işinin bitmiş sayılmaması gerek. Çok kitap basmış olmayı yayınevinin becerisi gibi gören ve sunan bakış açılarından sıyrılmak gerek. Yazıya küsen birçok yazar var bu ülkede. Yazdım da ne oldu diye söylenen, aradığını bulamayan çok yazar var. Bunlarla ilgileniyor olsam inan ikinci kitabım bile olmazdı. Yazıya küsen biri olmadım. Yazmak durdurabildiğim bir şey değil.
Hatırı sayılır sayıda ve iyi işler çıkaran polisiye yazarlarımız var. Ama büyük kitlelere ulaşabilmiş, çok satan polisiye yazarımız bir elin parmağı kadar bile yok. Buradaki sorun ne sence?
Yayınevleri para kazanacaklarına inandıkları marka olmuş isimlerin peşindeler. Kitap para, para kitap ilişkisi ağır basıyor. İşletmelerin birincil amacı bu elbet ama mevcut yazarını öne çıkartmak, ona yatırım yapmak da bir seçenek. Satış kanadındaki tekelcilik kırılmadığı sürece onların da ikincil bir hedefleri olamıyor belki.
Kitap fuarlarında, panel ve söyleşilerde bir araya geldiğimiz polisiyecilerin ortak sorununun bu olduğunu, okura ulaşamadığımızı konuştuk. Ne yapalım o halde? sorusuna yanıt olarak, POYABİR oluşumunu başlattık. Yüze yakın polisiye yazarı bir araya gelerek, Türkiye Polisiye Yazarları Birliği’ni oluşturduk. Önce biz tanışalım, sonra kendimizi okura tanıtalım istedik. Meraklı okur, poyabir.com adresini inceleyebilir.
Yazarlara ve yazar adaylarına fikir vermesi açısından; yazma disiplinin, yöntemin, rutinin nasıl ilerliyor abi?
Yazmak ödev olmadı benim için. Ödev haline gelirse bu aşk biter bende. Yazmakla ilgili bir rutinim yok. Bazen kapanır on gün sadece yazarım bazen haftalarca tek kelime koymam yazıya. Yazmayı özlemişsem, yazmak istiyorsam yazarım. Bunun için de benim masam, sarı ışığım, fonda Frank Sinatra falan gibi şartlarım da olmaz. Bilgisayarımı prize takabildiğim her yerde yazarım. Şarj tutmadığından öyle dedim. Elektriksiz olmuyor yani.
İş birikmekle ilgili. Demlenmekle ve bu demi aktarmakla. Yazmış olmak için yazılmamalı. Genç arkadaşlar yazım tekniklerine birçok kaynaktan ulaşabilir, seminerlere, atölye çalışmalarına katılabilir. “Aklımda güzel bir hikâye var”dan çok uzak bir yerde edebiyat. Yazar ile yazan arasındaki farkı bilerek yola çıkmalarını öneririm.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)