Timaş Yayınları etiketiyle ve Feza Şişman çevirisiyle Türkçeye kazandırılan Robert Seethaler imzalı Bütün Bir Ömür romanına dair Batuhan Sarıcan’ın incelemesi…
Hasan Ali Toptaş, Latife Tekin’e verdiği söyleşide İbn-i Haldun’un “Coğrafya bizim dışımızda bir şey değil, onu gövdemizde taşıyoruz. Ruhumuzda hatta, sesimizde.” sözünü aktarır. Bunun edebiyatımızdaki karşılığını Yaşar Kemal’de, Necati Cumalı’da ve Orhan Kemal’de fazlasıyla görüyoruz. Yaşadıkları coğrafyanın atmosferini romanlarında da yaratan büyük isimler nicedir. Benzer bir durumla dünya edebiyatında da karşılaşırız. Özellikle Latin Amerikalı ve İskandinav yazarlarda… The Man Booker International 2016 Finalisti Robert Seethaler, Latin Amerikalı veya İskandinav değil, kendisi Avusturya doğumlu, ancak Alplerin karakışını sayfalarda yeniden yaratan bir isim.
Seethaler, edebiyat dünyasında ses getiren eseri “Bütün Bir Ömür”ün soğuk atmosferini, karakışın ortasındaki bir ölüm kalım sahnesiyle başlatıyor; ana karakter Andreas Egger, sırtında ölmekte olan bir çobanı, aksayan ayağına rağmen taşıyor. Bu sert giriş, kitabın geneline yayılan karanlık atmosferin de habercisi adeta. Çocukluk anıları daha dün gibi gözünde canlanan ana karakterin, talihsizliklerle dolu yaşamını içimizde bir şeyler ezilerek okuyoruz.
“Güneş yoksa ruh da ısınmaz”
1900’lü yılların başına gidiyoruz. Andreas Egger, sıcak bir bakış ve cana yakın bir söz duymadan, çiftlikte ahır işi yaparak büyüyen yetim bir çocuk olarak karşımıza çıkıyor. Büyüdüğü çiftlik sahibinin indirdiği yaba darbesi, hayatını resmeden mutsuzluk denizine atılan ilk taş aslında. Bu darbe yüzünden topal kalıyor Egger: “Sanki sağ bacağın vücudun geri kalan kısmından hep biraz daha fazla bir süreye ihtiyacı varmış, sanki her bir adımı ölçmek zorundaymış, sanki böyle bir zahmete değermiş gibi.” (s. 19) Yaralıdır; sadece fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik bir yaradır söz konusu olan: “Yara izleri yıllar gibidir, diye düşünüyordu, birbiri ardına gelir ve hepsi birlikte ancak o zaman bir insan eder.” (s. 31)
Küçük Andreas, ahır işi yaptıktan sonra gittiği okulda katran kokuları içinde güç bela okur yazar oluyor. Böylelikle, yaşadığı vadiden uzaklarda ne olup bittiğine dair bazı kanılara sahip olmaya başlıyor. Yatak yerine samanların üzerinde uyuyan, verilen işleri homurdanmaksızın yapan bu çocuğun erken olgunlaşması da kaçınılmaz oluyor. Yetişkin olduğunda kendisini çiftlikten koparacak bir ev inşa ediyor kendisine. Ebedi isteği çiftçilik değildir zira: “Çiftçi olmak istemiyordu. Çiftçi olmak aslında bir insanın bir ömür boyu kendi arazisinde sürünmesi ve bakışlarını yere indirip toprakta debelenmesi demekti. Oysa onun gibi bir erkeğin kendi dar, sınırlı toprağından bakışlarını kaldırıp mümkün olduğunca uzağa, ileriye bakması gerekirdi. “(s. 33) Egger ileriye bakmaya çalışırken modernizm de yaşadığı vadiye ilk baltasını vuruyor; teleferik kurmak için gelen bir şirket ormanı dümdüz ediyor. Egger de yaşamını sürdürmek için bu şirkete işçi olarak giriyor. İş istemeye gittiğinde yöneticiyle arasında geçen diyalog, güçlü bir karakterin profilini çiziyor:
- “Sen topallıyorsun. Böyle birine ihtiyacımız olamaz.
- Bu çevrede benden daha iyi bir işçi yok. Güçlüyümdür. Her şeyi beceririm. Her şeyi yaparım.
- Ama topallıyorsun.
- Vadide belki. Dağda bir tek ben düzgün yürüyorum.” (s.36)
Hikâyedeki belki de en ümitvâr kırılma anı, Marie adındaki bir kızın günün birinde çıkagelerek Egger’in kalbine bir sızı saplamasıdır. Marie’yle tanışana kadar kadınlarla ilgili geçmişi yok denecek kadar az: “Kadınlarla ilgili deneyimi kilisenin en arka sıralarında oturup ince sesle söyledikleri ilahileri dinlediği, sabunla yıkanmış ve lavanta sürülmüş saçlarının pazar kokusundan neredeyse baygın düştüğü ayinlerle sınırlıydı.” (s. 30) Egger aşık oluyor ve etinden tırnağından artırarak evleniyor. Hayatın yükünü sırtında taşırken Marie’nin aşkıyla hafifliyor. Ancak yalnızlık bu adamın alın yazısıdır. Öyle bir yalnızlık ki ilerleyen yaşında savaşa katılıp karşılaştığı ilk düşman askerinin varlığı bile yalnızlığını bir anlığına dindiriyor. Voroşilovgrad’da Sovyetlere esir düşüyor. Kış rüzgarının ıslık çaldığı bir barakada iki yüz esirle birlikte yaşıyor. Soğuktan her gece birisi ölürken savaşın ortasındaki bir insanın yapabileceği en akıl kârı işi yapıp ölüleri saymayı bırakıyor: “Ölüm hayata dahildi, küfün ekmekle olan ilişkisi gibi.”(s.82) Ölüme yönelik korkusunu da savuşturan bir sözdür aslında bu. Savaş sonrası Avusturya Alplerindeki evine döndüğünde yeni bir olguyla karşılaşıyor; yaşadığı bölge bir turizm cennetine dönüşüyor, ilk defa televizyonla karşılaşıyor. Bu anda küreselleşmenin götürülerinden ziyade hikâyenin kendisine odaklanıyoruz. Egger yabanın içinde bir kulübede yaşamaya ve günlerini saymaya başlıyor. Ve gün geliyor, sisli bir havada kendi kültürlerinde ölümün simgesi olan “Die kalte Frau” ile karşılaşıyor. Yani Soğuk Kadın ile…
Bir ömür kısacık bir romana sığar mı?
Edebiyatta klişeleşen şu lafı hatırlatmalı: “Neyin değil, nasıl anlatıldığı önemlidir.” Doğrudur. Bu öyle bir hikâye ki ne anlatıldığını (koca bir yalnızlığı) ve sonunu (bir ömrün sonu ne olabilirse eğer) zaten başından biliyoruz. Tıpkı Gabriel García Márquez’in “Kırmızı Pazartesi” eserinin sonunu başından bildiğimiz gibi. Ancak ilk cümlesinden son noktasına kadar bu hikâyenin nasıl aktarıldığı sorusunun cevabı, yazarı The Man Booker Ödülü Finali’ne kadar taşıyor. Bir ödül tabii ki her şey demek değil, ancak kitabın sonuna geldiğinizde vurgulamak istediğimiz nokta anlaşılacaktır.
Metinde kullanılan üçüncü tekil (tanrısal) anlatımın, hikâyenin ruhuna oldukça uygun olduğunu söylemek mümkün. İçinde bulundukları doğanın tasviri o kadar ustalıkla aktarılmış ki adeta zihnimizde “Bütün Bir Ömür”ün filmi oynuyor. Başka bir deyişle, sinematografik bir anlatımla karşılaşıyoruz. Bir adamın hayatına dair belli başlı sahnelerin birleşerek başarılı bir kurguya dönüştüğü, birkaç saatte bitirebileceğiniz, kısa sayılabilecek bir roman “Bütün Bir Ömür”. Egger’in hayatını, dingin temposuna rağmen sıkılmadan okuyacağınızdan emin olabilirsiniz.
Hayatta kalmaya dair güçlü nüanslara sahip bu romanı, psikolojik derinliği olan kurguları seven okurlara tavsiye etmek mümkün. Neşeli, içinizi açan bir anlatı beklemeyin. Köy yaşantısını, savaşı ve felaketi tüm gerçekliğiyle ortaya koyan karanlık bir eser. Acımasızlık, doğal afet, hastalık, acı ve ölümün ta kendisi. Bu, kötü bir eser olduğu anlamına da gelmiyor. Bilakis, ustaca resmedilen bir roman evreni içinde kendisine yer bulan bir karakterinin yalnızlığını anlatan güçlü bir edebi eser. “Bütün Bir Ömür”de bütün bir ömrün bu kadar sade ve kısa bir şekilde anlatılması takdire şayan.
Çok yönlü bir yazar: Robert Seethaler
Berlin’de yaşayan ve son kitabı “Bütün Bir Ömür” ile Almanya’da satış rekorları kıran Yazar Robert Seethaler aynı zamanda bir oyuncu. Özellikle Paolo Sorrentino’nun La giovinezza (Gençlik, 2015) filmindeki Luca Moroder performansıyla tanınıyor. Ancak Seethaler, kendisini daha ziyade “bir yazar” olarak tanımlıyor. Von Holger Heiman’a verdiği söyleşide basit cümle kurmanın önemini vurgulayan Seethaler’ın “Bütün Bir Ömür”de basit cümleleri bir araya getirerek sadelikte derinliği yakalamayı başardığını söyleyebiliriz. Bu da onu iyi yazar yapan unsurlardan yalnızca biri. Bu sadeliği, yetkin çevirisiyle Türkçeye kazandıran Feza Şişman’a da borçluyuz. Timaş Yayınları’na da bir edebiyat okuru olarak teşekkürü fazla görmemek gerek.