Varoluşçu felsefe, başta edebiyat olmak üzere sanatın birçok dalında kendisine yer bulmuştur. Bu sanat dalları arasında en önemlilerinden biri de tiyatrodur. Varoluşçu yazarlar, oyun metinlerini kaleme alırken klasik tiyatro biçimlerinden ve kurallarından dışarı çıkmamışlardır. Absürd tiyatroda gördüğümüz yapıbozumcu yaklaşımlar ve tiyatroyu sarsmak isteyen değişiklikler Varoluşçu tiyatroda karşımıza çıkmaz. Bunun yerine yalın bir aksiyona sahip olan, belirli birkaç önerme üzerine kurulu ve eylemden çok düşünceyi öne çıkaran oyun yapılarıyla karşılaşırız[1].
Birey kavramı Varoluşçu felsefede olduğu gibi bu felsefenin tiyatroya yansımasında da ön plandadır. Varoluşçu oyunlarda oyun kişileri bireylerdir. Bu bireylerin kendini gerçekleştirme çabası, aksiyonu belirleyen temel öğedir. Bu uğurda birey bir mücadeleye girişir ve bu mücadele genellikle kötü bir sonuçla nihayete erer. Bu sonuç intihar, tutuklanma ya da manevi işkence olarak karşımıza çıkar[2].
Ölüm teması Varoluşçu tiyatroda intihar kavramıyla içli dışlıdır. Bu felsefeyi tiyatroya aktaran en önemli iki yazar olan Sartre ve Camus’nün oyunlarında intihar kavramı önemli bir yer tutar. İntihar, çağın fotoğrafının sunulmasında önemli bir unsur olarak ele alınır[3]. Çünkü savaşlarla, yoksullukla ve psikolojik buhranlarla bireyi kıskacı içine alan yüzyıl, intiharı yaygın bir tercih haline getirmeye başlamıştır. Savaşın ve yoksulluğun dünya üzerinde gün geçtikçe daha çok can almaya başladığı yıllarda düşünen, sorgulayan, gözlerini kendi benliğine çeviren bireylerin ölüm fikrine alışmaya başlaması doğaldır.
Dokuz ciltlik Felsefe Tarihi eseriyle tanınan Frederic Copleston, Varoluşçu felsefede intihar kavramını “bireyin kendisini bir şey yapması” olarak ele alır. Copleston’a göre bir insan intihar etse bile kendisini bir şey yapmıştır. Bu yaptığı da özgürce yapılmış bir seçim, ideal, tasarıdır. İnsan kendisine bir şey yapmakta ya da kendisini bir şey yapmakta özgürdür, aynı zamanda buna yazgılıdır[4].
İntihar kavramı absürd tiyatroda da önemli bir yer tutar. Varoluşçu felsefeyle yakınlık taşıyan sorgulamalara sahip olan absürd oyun kişileri için de intihar “akla yatkın” bir seçenektir. Bu tiyatronun oyun kişileri de “dünyaya gelirken hayat tarafından zaten mahkum edilmişlerdir ve bununla birlikte bu saçma absürd hayata karşı savaşmaktadırlar. Bu savaşımlarında sürekli başarısız olmuşlardır. Eğer henüz ölmemişlerse nedeni, intiharın onları reddetmiş olmasıdır[5].” İntihar kavramının bu akımlara ait oyunlarda bu denli öne çıkmasının sebebi, modern zamanların içine hapsolmuş bireylerin kaçış olarak ölüme yönelmesi, bunun için de intiharı bir araç olarak seçmesidir.
Modern çağ bu yönleriyle intiharın ve buhranın öne çıkmasına yol açarken, aynı özellikleriyle Varoluşçu düşüncenin de öne çıkmasını sağlamıştır. Varoluşçuluk tam da bu unsurlarla savaş halindedir ve yaşamın anlamsızlığına karşı gelmektedir. “İnsanın özne konumunun yerle bir edilip nesneleştirilmesi, yok edilmesi, intihara sürüklenmesi bireyin kendine yeniden yönelmesinde ve varoluşçu öğretinin yükselmesinde etkili olmuştur[6].” Modern zamanlar ve onun getirisi olan buhranın karşısında hayatının tehlikede olduğunu fark eden birey, çareyi bireyliğine yönelmekte ve onu kurtarmak için yeni fikirler üretmekte bulmuştur.
Bu yönüyle baktığımızda bir teslimiyetten çok mücadeleyi öne çıkaran Varoluşçuluk, intihar kavramını da olumlamamaktadır. Dünyanın saçmalığının, hayatın absürdlüğünün ve çağın buhranının bireyi intihara sürüklediği ve son noktaya getirdiği yerde bile mücadelenin devam ettirilmesi gerektiğini savunan Varoluşçuluk, yaşama tutunmak gerektiğini savunur[7]. Varoluşçu felsefenin tiyatroya yansımalarına baktığımızda tüm bu özelliklerin sahnede hayat bulduğu anlaşılmaktadır.
Varoluşçu felsefenin tiyatro sahnesinde görünür olmaya başladığı dönem İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllara denk gelmektedir. Felsefe alanında görünür olmaya başlayan Varoluşçuluk, özellikle tiyatro olmak üzere birçok sanat alanında da kendisini göstermeye başlamıştır. Çağın ruhunu en iyi yansıtan düşünce akımlarından biri olan bu felsefe, bireyi ve onun sorunlarını öne çıkaran yapısıyla sanatta da kendisine sağlam bir yer edinmiştir.
Varoluşçu tiyatro denildiğinde akla gelen en önemli isimler Jean-Paul Sartre ve Albert Camus’dür. Sartre’ın deneme ve oyun türlerinde kaleme aldığı eserler Fransız oyun yazarlığında Varoluşçu felsefenin öne çıkmasını sağlamıştır. Asıl ününü romanlarıyla kazanan Sartre, 1943 yılında Sinekler adlı eseriyle tiyatro sahnesine dönüş yapar. Bu oyunu, yazarın Varoluşçu bakış açısını yansıtan diğer tiyatro metinleri takip eder. Bu bakış açısının yansımaları olarak tanrıtanımazlığı, bireylerin belirlenmiş davranış ölçülerine göre hareket etmesini ve oyunlarda yer alan ahlaki, etik şifreleri sayabiliriz.
Bireyin hayatını kendi seçimleri üzerine kurduğunu ve bu seçimleri yaparken de hiçbir egemen gücün baskısı altına girmemesi gerektiğini savunan Sartre, oyunlarında da bu düşüncelerini yansıtan karakterleri ortaya çıkarmıştır. Sartre’ın Varoluşçu düşüncesine göre egemen güçlerin dayatmaları doğrultusunda seçimler yapmak insani bir durum değildir, zararlı ve robotik bir davranış biçimidir. Yazarın oyunlarında yer alan karakterler de bu tip çatışmalar yaşarlar. Bu oyunlarda karakterler kendi görüşlerini savunmak ve yeni kişisel ölçülere sahip olmak arasında bir seçim yapmak zorunda kalırlar. Bu zorunluluk da Sartre oyunlarının çatışmasını oluşturur[8].
Sartre’ın oyunlarına baktığımızda insanın anlamsızlaşmış modern dünya içerisinde anlamsız bir varlık olarak yer aldığını görürüz. İyilik, güzellik, süreklilik gibi kavramlarla bağlantısını çoktan yitirmiş olan bu insan, kendisine tümüyle yabancı bir dünyada yaşamak zorunda kalmıştır. Bu yüzden ölüm, buhran ve olumsuz çağrışımlara sahip diğer kavramlarla arasında ince bir çizgi vardır. Bu durum, modern insanın dünyada böyle bir durumda olduğunu düşünen Varoluşçu felsefenin bu bakış açısının tiyatroya yansımasıdır.
Sartre’ın oyun kişileri kendilerini yok etmek üzere olan bu sarmaldan kurtulabilmek için mevcut insani varlıklarını ve özlerini ortadan kaldırmayı seçerler. Bu yöneliş kimi zaman da karakterlerin kendilerini gerçekleştirmelerini engelleyen dış etken ve kişilere karşı gelişir. Bu durum da oyunlardaki aksiyon unsurunu ortaya çıkarır ve aksiyon izleyicinin / okuyucunun karşısına genellikle bir suç unsuru olarak çıkar. Karakterler kendilerini özgürlükten alıkoyan diğer karakterleri öldürerek, ortadan kaldırarak kendilerini gerçekleştirme yoluna giderler[9].
Varoluşçu felsefeyi tiyatro sahnesine taşıyan bir diğer yazar olan Albert Camus de özellikle absürd eğilime adını vermesi ve bu eğilimi tanımlayan çalışmalar yapmasıyla öne çıkar. Camus’nün tiyatro oyunlarında da Varoluşçuluğun temel özelliklerini görmek mümkündür. Camus’nün metinleri de geleneksel dramatik biçimler ekseninde kaleme alınmıştır. Bu oyunlarda da yalın bir dramatik aksiyona rastlarız. Camus’nün metinlerinde de dünyanın mevcut karmaşıklığının içinden yeni bir düzen yaratmak gerektiği fikri baskındır. Bu fikir oyun kişilerine de yansır[10].
Camus de tıpkı Sartre gibi tiyatroyu kendi felsefi düşüncelerini yaymak için bir araç olarak kullanmıştır. Bu durum iki yazarın oyun kişilerinin de ortak bir misyona sahip olmasını sağlar. Camus’nün oyunlarında yer alan karakterler de tıpkı Sartre’ın karakterleri gibi zorlu yönelişlere sahiptirler. Bu yönelişler karakterlerde keskin dönüşümlerin, radikal kararların alınmasını sağlar. Bu oyunlarda karakterlerin yönelişlerinin, eylemlerinin gerekçeleri önemli değildir. Yazarlar çoğu zaman bu gerekçeleri oyunu izleyecek ya da okuyacak kitleye aktarmaktan kaçınırlar. Çünkü önemli olan tavırdır, yani karakterlerin o eylemi yapış, yönelişi gerçekleştiriş sırasında gösterdikleri tavır. Bu durum, nedenselliğin yerine metafizik anlamın öne çıkmasını sağlamıştır[11].
İki yazarın da oyun kişileri geçmiş ve gelecekten bağımsız bir düzlemdedirler ve şimdiki zamanı yaşamaktadırlar. Sartre ve Camus’nün oyunlarında sert ögelerle şok etkisi oluşturulmaya çalışılmış ve bunun için de cinayet gibi unsurlar kullanılmıştır. Çağın getirdiği ölüm ve zorbalık göz önüne alındığında, yazarların da bu tip unsurları sahneye taşımalarına şaşırmamak gerekir. Cinayet gibi etmenler oyunlarda en uygun ve etkili biçimde kullanılmaya çalışılır. Bunun sebebi gerçek hayatta da ciddi bir belirleyen olan ve belki de bu metinlerin kaleme alınmasında en büyük paylardan birine sahip olan zor kullanmanın tiyatro metinlerine yansımasıdır[12].
Ölüm kavramı Varoluşçu tiyatroda ayrı bir öneme sahiptir. Ölüm, insan varlığının esas sorununu ortaya çıkaran bir kavram olduğundan cinayet gibi ölümle ilişkili eylemlere de bu tiyatroda ayrı bir önem verilir. Varoluşçu tiyatroda en çok öne çıkan bir diğer kavram da yalnızlıktır. Sadece tiyatroda değil, Varoluşçuluğun hâkim olduğu tüm alanlarda verilen eserlerde bu unsura sıklıkla rastlarız. Varoluşçu roman karakterleri de tıpkı tiyatro sahnesindeki oyun kişileri gibi yalnızdırlar. Yalnızlık ve kökleşmeye başlayan bireysellik, korkunçlaşmayı da beraberinde getirir. Metinlerde yalnız insanın davranışları giderek korku verici davranışlara dönüşmeye başlar. Varoluşçu tiyatroda insanın davranışlarında ve acı çekmesinde yalnız olduğu düşüncesi bu yüzden vurgulanır[13].
Bu karakterlerin yalnızlığı en çok yabancılaşma kavramıyla bağlantılıdır. En başta kendilerine olmak üzere yaşadıkları çevreye ve dünyaya yabancılaşan karakterler tüm bunların sonucunda bir yalnızlaşma sürecinin içine girerler ve giderek de daha çok yalnızlaşırlar. Davranışları sebebiyle yaşadıkları çevrenin dışına itilen karakterler giderek dünyayı anlamsız bulmaya başlarlar. İçinde boğulduğu hiçlikten davranışlarıyla kurtulmaya çalışan insan bu çabasıyla hiçliğinin bilincine varır. Bu noktadan sonra ortaya çıkan anlamsızlık duygusu karakterleri bir iç çatışmaya sürükler. Tüm bu süreç Varoluşçu oyunlardaki dramatik gerilimin ortaya çıkmasını sağlar[14].
Ölüm, Varoluşçu oyunların karakterleri için çoğu zaman bir kurtuluştur. Lakin bu durum, bu karakterlerin ölüm düşüncesine sıkı sıkıya bağlı, yaşama sevincinden uzak karakterler olduğu düşüncesini ortaya çıkarmamalıdır. Aksine, bu karakterler yaşamayı seven karakterlerdir ancak iç dünyalarında yaşadıkları buhran ve aşağılanma duygusu onları tüm bu olanlara karşı ölümü yeğ tutma noktasına getirir. Tüm bunların sonunda karakter, kendi canına kıyma, tutuklanma ya da manevi işkenceyle karşı karşıya gelir. Bu sürecin sonunda karakterin ulaştığı bilinç, onları yıkan ya da ezen şeye karşı bir üstünlük kazanmalarını sağlar[15].
Albert Camus’nün Yabancı’sında Saçma Kavramı | Neşe Demirdeler – Erdem Dönmez
Dipnotlar:
[1] Bünyamin AYDEMİR, “Egzistansiyalist (Varoluşçu) Tiyatro”, Sanat Dergisi, S: 5, syf. 20.
[2] Özdemir NUTKU, Dünya Tiyatrosu Tarihi 2, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2008, syf. 235.
[3] B. AYDEMİR, a.g.y., s: 27.
[4] A.g.y., s: 17-18.
[5] Emmanuel JACQUARD, Le theatre de derison, Gallimard Yayınları, Paris, 1974, s: 125. AKTARAN: Fuat BOYACIOĞLU, “Geleneksel Tiyatro ve Uyumsuzluk Tiyatrosu”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S: 11, s: 216.
[6] A.g.y.
[7] Mehmet Naci ÖNAL, Ali Osman GÜNDOĞAN, Sibel TURHAN TUNA, “Türk Masallarında Varoluşçuluk Tasarımı Üzerine Bir Deneme”, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S: 53, 2015, s: 142.
[8] Bu kısmın hazırlanmasına yararlanılan kaynak: Oscar Gross BROCKETT, Tiyatro Tarihi, Yay. Hzrl. İnönü Bayramoğlu, Dost Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2000, ss. 576-577.
[9] Yararlanılan kaynak: Özdemir NUTKU, Dünya Tiyatrosu Tarihi 2, Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2008, ss. 257-8.
[10] O. G. Brockett, a.g.y., syf. 577.
[11] Ö. NUTKU, a.g.y, syf. 258.
[12] A.g.y., syf. 259.
[13] A.g.y.
[14] A.g.y.
[15] A.g.y.
1995, İzmir. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık Anasanat Dalı mezunu. Öykü, deneme, makale, tiyatro oyunu alanlarında kalem oynatıyor. Radyo programı yapımcılığı ve metin yazarlığı yapıyor.