“Kadının
ebediyeti zekasında değil, rahmindedir.
[…] Onun için sana derim
ki, saadetin ve idealin
ve her şeyin karnındadır.”
(Peyami Safa, Bir Tereddüdün Romanı)
Kadınlığım. Apış aramda kanayan yaram. Rütbem yok. Mertebem yok. Gazi demezler. Şehit olmam. Çiftleşebildiğim halde insan soyunu devam ettirmemekten aldığım kınama ve kanama cezamı
beklerim. Sevgili doğa, lütfen beni kanat! İncit beni! Hormonlarımla oyna! Göster günümü! Muayyen günümü.
“Hava ayaza kesti.”
Kamile abla soluk yeşil çoraplarını cebinden çıkarıp ayaklarına geçirdi. İbriğinden su döktü sarı-yeşil taşa. Çalı süpürgesini iteledi. “Aman be kafa, ıslandı gene ayaklarım!” Soluk yeşil çoraplar aynı çeviklikle çıktı, sıkıldı, suyu süzüldü. Silkelendi, biri sağ, öbürü sol omza atıldı. Omuzlarını dikeltme öyle, memelerin çıkıyor. Babandan laf söyletme bana. Benim çektiğim bana yeter. Omuzlarım düştü yine, gömüldüm dört bacaklıma. Kendim için değil be kızım, senin için. Bal gözlüm benim. Söz olur, sen utanırsın. Ne kendini utandır ne bizi. Kamile’nin ayakları çıplak. Ayak bilekleri tombul, etli. Bütün gün ibrik elinde ayakta kalmaktan… Yıllardır mesleği helacılık. Bankaya gelen kalantorlar bile çıkınca karşıdaki Kamile Abla’da işer. Az önce fötr şapkasıyla “BAY” tarafına yönelen adam benden üç bin lira teslim aldı. Kalın kıllı parmaklarına sürdüğü tükürükle saydı parayı. Bin dört yüzlerde sıkıldı, baktı destenin yarısı hala sol avucunda; tümünün üç binliğine kanaat getirdi, teşekkür etti, çıktı. Soluk yeşil çoraplar kurudu. İç içe sokuldu, dürüldü, dizlere kadar sarkmış sarı yeleğin sağ cebine sokuldu.
Bizim fötr şapkalı, helanın önünde keyifle gerindi. Ceketinin iç cebinden “Castro’nun köpek çüküne benzeyen purosu”nu çıkardı, bıyıkörtülüüstdudak kıpırdadı. Ağız ayarsızca açıldı. Puro nemli, kaygan zemine oturdu. Her şey yerine oturdu. Herkes. Buradayım. Buradasın. Burada. Buradayız– Kim? Biz! Biz yok, ben var. Biz hiç olmadı. Hayali cemaatlerimiz sözde kaldı. Yoksa sevgiye inanmış mıydınız? Güldürmeyin beni. Hem siz kimsiniz? Lütfen içimden çıkınız. Şimdi değil, biraz daha. Ama yalvarmayınız. Buyurun aklınızı giyiniz. Kasıklarınızı çıkarınız önce. Şu tezgaha bırakınız. Yırtmayınız, tekrar giyeceksiniz. Tekrar ve tekrar. Bir çıkarıp bir giyeceksiniz. Siz bir seksseversiniz. Öyle. Öyle. Dalga geçmeyin kendinizle. Ciddi bir meseledir bu. Yaşamsal bir meseledir. Belki ölümsel. Ölümsü bir mesele. Sevişmek için mi öleceğiz? Hayır, ölene kadar zamanı güzellemek için sevişeceğiz. Aldanacağız. Aldatacak mıyız peki? Bilmem, belki tekeşliyiz. Belki ahlaksızız, aldatmanın cazibesine kapılacağız. Başka başka kasıklara yaslanacağız. Fakat nasıl, vatanseverlik dururken, mevkiseverlik dururken, nasıl seksseverliği tercih edersiniz? Yeterince insan değilsiniz. Şüphesiz bir kayıp halka, ilksel insandan uygar insana geçişte aşınmış bir basamaksınız! Sürtünerek! Kasıklararası yollarda! Lütfen üç kuruşluk şair dillerini bırakınız. Hem öpüşelim biraz, daha ne kadar konuşacağız? Ama konuşmak da önsevişmedir, siz bunu anlamadınız.
Bankanın yanında bir motel var. Sahibi, Kamile Abla’yı bezdirmek için her gün gidip uzun uzun işiyor.
“Ulan pezevenk, otel senin değil mi, git istediğin odada işe!”
“Kamileciğim, gel bu bok çukurunu kapa, ben de sana motelde iş vereyim.”
“Yok, yan başıma dön başıma pek ala ekmeğimi çıkarırım ben burada. Girenin çıkanın belli değil, midem kaldırmaz benim sana hizmetlenmeyi.”
“Ulan ekmeğimi çıkarırım dediğin yer hela be! Sana ne olanından biteninden, gel mutfakta çalış. İstersen çalışma, otur! Ama gözünün çapağını yediğim, şu bok çukurunu motelin karşısında kokutma!”
“Hayde bas git sen kendi çukuruna! Senin düşmüşlüğün benden beter cibiliyetsiz!” Soluk yeşil çoraplarını iki elinde esnetip motelcinin suratına savurdu geçen gün Kamile Abla. Aynı günün akşamında para kokusu başımı ağrıtıyor dedim Ayfer’e.
“Para senin olsa ağrıtmaz.” dedi. Ayfer de ne söylesem muhalefet! Akıl temsili. Ben de biliyorum ama, laf olsun işte, konuşuyorum. Sohbet etmeyi bilmez bu kadın! Lafını düşünür, söyler, sonra döndürür ayaklı sandalyesini başka tarafa. Başım ağırlaşırken içim boşalıyor. Düşünürken kelimelerin anlamını kaybediyorum. Bir takım sesleri dizmek için kıpırdayan dudaklar. İrili ufaklı. Bıyıkörtülüüstdudaklar. Çene çukurunun üstüne kurulanlar. Konuşmayalım, öpüşelim! Şimdi koyungözleriyle bakıyorum. Ayfer’e. Kamile’ye. Kendime. Koyungözleriyle bakarken beni kendine çeken, sıkan, beni okşayan adamlarla sakinleşiyorum. Kedi gibi. O kadar yıprandım, öyle sevgisizleştim ki, ancak sürtünerek ısınabiliyorum. Sevginin insanı rahatlatan, yuşturan, sakinleştiren, yükselten, yerlere düşüren her yanı sekste de yaşanır. Sevginin bezdiren doygunluğu, yapış yapışlığı sekste de yaşanır. Neyi eksik kalır peki? İnsanlığım eksik kalır. Mı? İçim bulanıyor.
Ayfer’e bizim kalantor müşterilerden biriyle yattım desem oturduğu sandalyeden düşüverir. Ayfer’le ben hemcins olmanın anlamsız anatomi kardeşliğiyle dahi benzeşmeyi beceremeyiz. Bir organ iki insanı ne kadar aynılaştırabilirse, o kadar aynıyız işte. Bir düşünce iki insanı ne kadar ayrıştırabilirse o kadar ayrı. Üç ay önce yan yana dört bacaklı sandalyelerimize yerleştirildik. Ayfer sonra müdürden izin alıp kendi maaşından kestirerek ayaklıya geçti, ben dört bacaklıda devam ettim. O gün anladım ki Ayfer tekayaklı bir kadın. Hem tekeşli. Oturduğu yere kök salan, kocacığına sarmaşık gibi dolanan, aklınyolubirayfer. Sözünü kafasında kuran, yontan, tekcümleciayfer. Geçen ay aramıza bir de camekan eklediler, sınırlarımız tümden çizilmiş oldu. Ayrı birer dünyamız var artık. Ben dünyamı iki metrekarelik cam cepheli ofisimde değil zihnimde taşıyorum. Bazen zihnimden alıp bacaklarımın arasına yerleştiriyorum. yatalım mı yatmayalım sevişelim mi sevişmeyelim sarılıp sevinebiliriz sarılıp sevinmekle yetinelim neden çünkü çok yoruldum ben bana kadın olduğum yerden dokunma artık insan olduğum yeri bul ben nerede insanım nasıl insanım ben herkesler gibi gülemem telaş edemem uyku uyuyamam sevemem hele aşık hiç olamam ben nasıl insanım LÜTFEN kadınolduğumyerden dokunma artık insanolduğumyeri bul belki ben de gülebilirim
“Hava ayaza kesti.”
Kamile ablanın yün yeleğinin cebinde tortop olan soluk yeşil çoraplar baş gösterdi. Her zamanki gibi önce sağ ayak giyildi. Ardından sol. Tarak kemiği elverdiğince parmaklar gerildi, çoraba yerleştirildi. Her parmağın çorapta bir gediği var. Her şeyin ait olduğu bir yer var. Herkesin ait olduğu bir yer var. Ya ben? Prometheus’ye sesleniyoruz! Ve ey ulu Zeus! Hayatın anlamını bulamıyoruz! Korkmayın Oidipuslar, korkmayın Elektralar! Oidipus arsızdı da anası neydi, biz sizi savunuruz! İster severiz, ister sevişiriz. Fakat haydi canım Hermes, bir haber medet! Hala muayyen günümü beklemekteyiz.
Affedersiniz, mevzu neydi?
Buraya geldiğimde, hemen hemen üç ay önce, bankanın yanındaki motele yerleştim. Bir pencerem var, Kamile ablaya bakıyor. Hiç kullanılmamış, cilası çizilmemiş bir komodin. Her hafta değişen, değişse de temizlenemeyen, lime lime olmuş lekeli-beyaz çarşaflar. Bordo, kadife, toz kokulu ağır bir perde. Çatlak fayansları, sigara lekeleriyle geniş bir küvet. Duvarda yüzüme değil, göğüs hizama denk gelen bir ayna. Dolap olmadığı için bavuldan çıkamayan eşyalarım: üç etek, dört gömlek, bir elbise, dantelli iç çamaşırlarım, dantelsiz iç çamaşırlarım. Geçen ay aldığım pilli radyo (antenini Kamile Abla’ya doğru çevirince çeker). Buraya niye geldim? Bir yerde bulunmam gerektiği için. Biraz ontoloji, biraz
kütleçekim. İnsan gidebilir. Sürekli gidebilir. Nereye gittiğin önemli değil. Her yerde aynı kütleyi kaplar, aynı şeyi arzularsın. Arzularla kim oynayabilir? Ben iyi bir oyun kurucu değilim. Bağlanamam. Sorumluluk alamam. Hatıra biriktirmem. Vergi iadesine fiş toplayamam. Motelde yine bir hareket. Dar merdivenlerde düşmeler. Gülüşmeler. Otomatik yirmi saniye sonra söner. Düğmeler oda kapılarının sağ yanında göğüs hizasındadır. Bilmeyen bulamaz. Yeşil gözlü resepsiyoniste yardım çağrıları.
“Seyit Bey! … Seyit!” Gece, uyumak için fazla uzundur. Gün, çalışmak için fazla uzun.
Ne yapacağız? Biraz eğlenelim.
Yardım edin, çok yalnızım. Açım hem. Yardım. Seyiiiiiit! Motelden çıkıp bankaya girmem bir dakika yirmi yedi saniyemi alır. Resepsiyona kadar on yedi basamak, sekiz adım. Beş saniye de resepsiyonda takılırım. Benden bir “Günaydın.” Ondan bir “Günaydın!” Eder otuz. Otuz birinci adım sokağa boşalır.
Dar sokak, Arnavut kaldırım. Kamile Abla’nın bezgin gözleri, yorgun omuzları, soluk yeşil çorapları, merhaba! Dünyaya doğru otuz yedinci adım. Motelle banka arası Yorgancı Salih. On iki adımda fistolu yorganlarını sergilediği camekanın yanından süzülürüm. Etekliysem bacaklarıma bakar, ütüsü bozuk siyah kumaş pantolonumu giymişsem kalçalarıma. Ben Salih’in bakışını çaprazdaki Camcı Rüstem’in aynasından yakalarım.
Kadınlığım hiç okşanmaz, inanın! Bankanın önünde sabah sigaramı içerim. On üç nefes, bir ferahlama. Ayfer’i karşılıyorum. Sonrası dört bacaklı sandalye. Alman bir adam gelmiş, çek tahsil edecekmiş. Peki Ayferciğim, sana da günaydın.
“Sende Almanca var mıydı?” Hayır, biraz İngilizcem var: Is it too deep? Did you like it? I like your boobs. Nerede öğrenmiştiniz? Yatakta. Sandınız ki dünya yatakta, evren yatakta. Evet sandım. Nerede aramalıydım? Başımı apışaramdan kaldırıp nereye bakmalıydım? Benimki yüzeysel bir dünya, ya sizinki? Is it too deep? Cevaben inleyeceğim.
“Hayır, bilmiyorum Almanca.”
Yalnız bir bulantı.
Bugün motelin önünde bayıldım. Yorgancı Salih beni dikizlediğini açık etmeye çekinmeden, yalpaladığımı görünce koşup kucakladığını söyledi. Seyit hemen iki koltuk birleştirip yatırmış beni. Kamile Abla da kolonyasını kapıp gelmiş. Ayıldım. Toparlanıp odama çıkıyorum. Kamile Abla kolumdan yakalayıp kulağıma uzanıyor: “Testiye sıçan mı düşürdün kız?” Ben on yedi basamak sekiz adım. Peşim sıra Seyit. Çekiyorum sürgüyü. Gelme. Gelmeyin. Sormayın. Seyit’in telaşlı sesini örtsün diye radyoyu açıyorum. Yayınımız günün önemli gelişmeleriyle devam ediyor: Küvetin giderini naylon çorabımla tıkıyorum. Musluğu çeviriyorum. Islandın mı? İlk ıslaklık ayaklarımdan bileklerime. Su bacağıma tırmandıkça ilk ürperme. Delikleri tıkıyorum. Tüm delikleri tıkamak istiyorum. Artık boşalmanın değil dolmanın vakti. Çöktüm. Su boynuma tırmandı, beni çekiyor. İstiyorum seni. Kendimi sırtüstü suya bıraktım. Kollarım iki yanımdan vahşi hayvan pençeleri gibi sarıldı küvete. Ne oldu? Batmaktan korkuyorum. Batıp çıkamamaktan korkuyorum. Şimdi zonklayan başım düştü omuzlarımdan. Omuzlarını dikeltme, memelerin çıkıyor! Kulaklarım doldu. Kulaklarımdaki uğultu dışarıdaki yaşamla bağımı kesti. Sonra gerçekliğe dönüş: “Bebeğimiz on bir haftalık.” Hangi bebeğimiz? Hepimizin, canım vatanımızın ve milletimizin evladı! Bir kısmı sizinse buyrun, alınız. Sevgili hemşire, canım doktor, beni ve bebeğimizi ne candan kucakladınız! İşte, kasıklarımdan yeni bir çağa açıyorum ülkemizi. Belki hayırlı bir evlattır, ülkeyi refaha çıkarır. Adeta bir tekadam!
Açın bacaklarınızı. Çağa adını koyalım. Eril mi, yoksa dişil mi? Ad önemlidir. Etiket, misyon, pozisyon. Ben nerede konumlanacağım? Sayın anne, ellerinizi mutfak tezgahına yerleştirin. Kasıklarınızı yatak odanızda çıkarınız, sevişmek evsel bir eylemdir. Hem uysal. Evinizde, eşinizle sevişiniz. Çimlerde oynaşmayınız. Ne yapalım? Ne yapacağım? Müdürle dünyanın en kısa diyaloguna giriyoruz: “Bu ay maaşımı biraz erken alabilir miyim?” “Hayır.” “Peki.” Girdik, çıkıyoruz. Müdürün odası, müdürden başka kimsenin mutlu çıkmadığı bir oda. Etiket, misyon, pozisyon. On yedi gün daha bekliyoruz. İçimdeki yaşam, inadına bir genişlemeye zorluyor kasıklarımı. Kasıklarımdan baş gösterecek canlı büyüdükçe bana daha az yer kalıyor. İçim daralıyor. Bedenimde bana ait olan alan daralıyor. Kasıklarımdan içime uzanan el, başparmağıyla bir hortumun tazyiğini keser gibi soluk borumu tıkıyor. Naylon çorap küvetin giderinde. Kollarımı da batırıyorum suya. Ne kadar kalabilirim burada? Ne kadar ölebilirim? Nefesim tükenince ahtapot kollarım debelenecek mi? Batıp çıkmaya başladım. Boğuluyorum. İstemiyorum, sevişmek bile istemiyorum. Kollarımla bacaklarım çırpındıkça başımı şiddetle çarpıyorum. Bilinç kaybı umuduyla haz alıyorum bu çarpmalardan. Beynim aksın. Beynim kulaklarımdan akıversin, küvetin suyuna karışsın. Debelendikçe karışan su, kulaklarımdan akan beynimi kasıklarıma ulaştırsın. Beynim yeniden içeriye sızsın bulduğu delikten. BEYNİMDEN KURTULAMIYORUM! Başımın sudan inatla her yükselişinde bağıran radyodan bir başka kelime yakalıyorum. “Başbakanlıkta”. “Elçi”. “Bayrağı”. “Lokum”. “Ayrıldılar”.
Umulmadık bir kelime asılı kalıyor kapalı gözlerimin önünde.
“Lokum”. Aşeriyorum. İstemeyi unutan bedenimin arzuladığı lokum mu? Ahtapot kollarımı yarı-ölü bedenimden ayrı bir çeviklikle küvete dayıyorum. Birden yüzeye çekiyorum kendimi. Ciğere dolan ilk havanın genzi yakan hoşluğu. Belime kadar küvetten sarkıyorum. Kendi cankurtaranlığımı kendim üstleniyorum. Yuttuğum suyu tükürdükçe midem değil, soluk borum değil; zihnim boşalıyor. Sular çekildikçe zihnimde taze bir yer açılıyor. Kurtulmak için bu çaba, bu insansı çırpınış benden değil, kasıklarımdan yükseliyor, seziyorum. Beni ezen, beni yok eden ötekinden. Dişiliğimi şefkate dönüştürmemi isteyen ötekinden. Daha az kadın, daha çok ana olmanın zamanı geldi diyen ötekinden.
Bavulumu topladım. Nereye gideceğime karar vermedim henüz. Önce kürtaj koltuğu. Birkaç gün istirahat. Sonra bir başka şehir. Kimsesiz, yeni bir hayat. Kaç kişisin sen? Kimsin? Küvetin giderine tıktığım bir naylon çorap. Bıraktım. Ne eksildim ne arttım. Kırmızı çerçeveli bekar kimliğine ne eklemek isterdin kutsal bakirem? Biraz kan. Biraz dudak. İki bacak daha ekleyelim, eder dört bacak. Ne kadar bacak o kadar bakacak. Haydi gidelim Sevgili Meryem. Biz kocasızdoğuranlarız. Aman ne fena, sakın, doğuramayız! Niye seviştiniz o halde? Vallahi meşru müdafaa, hayatta kalma çabamız. Ama anlamazlar, yüzüksüz yüzük parmaklarımızı kesiverirler. Hem kan akar. Ben kana dayanamıyorum. Kendime dayanamıyorum. Meryemciğim bu sıcakta terletmedi mi o kaftan? Ben de mi bir ucundan sarınsam? Fakat biz laik olduk. Her malın bir pazarı var. Getirin dizaltı döpiyeslerimi. Saçlarımı iyice gerin topuzuma doğru. Ne için çırpınıyorum? Nerede çırpınıyorum? Küvette. Bir metrede. Yüz metrede. İçimde.
“Koltuğa yerleşelim. Ayaklarımızı bantlara geçirelim. Kalçayı biraz daha aşağıya kaydırın.
Rahatlayalım. Narkoz vereceğiz şimdi. Ondan geriye sayar mısınız?”
**
On (bebeğimi ben öldürdüm bile isteye ben çünkü bağlanamam hayat kuramam beceremem tekayaklı aklınyolubirayferler gibi olamam bir kadın anne olmazsa eksik kalır diyor aç memelerini emzir ama omuzlarını dikeltme memelerin çıkıyor çıksa çıkaracağım alın sizin olsun diyeceğim)
— Dokuz (canım anne cicim anne sev beni ama beceremem hiç sevmedim ki okşayamam da)
— Sekiz (başka türlüsü mümkün mü yoksa mümkün olsa bebeğimi ben öl-)
— Yedi (bebeğim öl-)
— Altı ( ölm-)
— …