Babam mutsuz öldü… Çünkü çok hastaydı, ölümden çok korkuyordu. Ölmeden önce benden annemi çağırmamı istedi. Annem onu görmek için yanına girdi. Çıktığında ağlıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak merdivenleri indi. 10 dakika sonra da o öldü.
Babamın ölümü özellikle annemi etkilemişti. Kardeşlerime ve bana olan bağlılığı hastalık derecesine yaklaşmıştı. Bir gün onu karşıma alıp bu ülkeden gitmek istediğimi söyledim. Sustu. Sonra ayağa kalktı ve kapıyı göstererek, “İstediğin zaman gidebilirsin ama ölümü bile göremezsin,” dedi. Onu dinlemezsem ve gidersem ben de babam gibi mutsuz ölecek miyim?
Boynumdan aşağı akan ter taneciklerini hissediyorum. Orada ben varım, şekilsiz ve düzensiz sıralanmış cümlelerde. Akan her ter tanesi tenimi yakıp geçiyor. O hikâyede ben varım. Uçağın kalkmasına çok az kaldı. Annem gelmedi. Beni yolcu etmek istemedi. Seni silerim, diye bağırıp kaldı arkamda. Hıçkırıklara boğulmuştu. Sahiplenmenin sınırı yoktu, silmeyi istemek bile sahiplenmekti. Ama silemez ve gideceğim.
“Siz gidin” dedim kardeşlerime ve arkadaşlarıma. Herkes geri dönmeyeceğime kendini inandırmıştı. Oysa ben tekrar, annemin ölümünde gelecektim. Çünkü benim hayatımın yani hikâyemin sonu yoktu ve bu hayatta sadece ben vardım. Herkes birbirine baktı. Sonra sıraya geçip tek tek beni öpmeye başladılar. Bunun için gitmek istiyordum işte. Sevdiğim insanların bir gün ölecek olmasına dayanamayacağım için kaçıyordum. Annemi, ailemi, arkadaşlarımı niye seviyordum ki? Onları öperken kulaklarına hep bir şeyler fısıldamak istedim, gerçeği. Onlara ait bir gerçeği. Ama olmadı, sarılıp ağlamayı daha sahte buldum. Kandırılabilirdim. Bütün sevgiler kandırma ve terk etme üzerine kuruluydu. Gardımı alarak yaşamak hissiyatı artık bana babamı bile hatırlatmıyordu.
Çok uzak bir yere gitmiyordum. Başka bir ülkeye taşınıyordum. Kitaplarımı bile bırakıp gidecek kadar yakın bir ülkeye… “Hepsini yakacağım!” diye bağıran annemin sesi hala kulaklarımdaydı. Onlara ihtiyacım yoktu, ihtiyacım olan tek şey paraydı. Her şeyin bir tekniği vardı. Orada da mutlu olmayacaktım. “Yine mi bunları düşünüyorsun?” denilmeyecek bir yere gittiğimi umuyordum. Sadece kendim için üretebileceğim. İnsanlığa faydamın olması insanlığın umurunda da olmayacaktı. Zaten her mutluluğun sonunda üzülüyordum.
O gün o kâğıtları babamın eline tutuşturduğumda nasıl da sevinmişti. Adını bulup göstermiştim. “Bunu senin ve annem için yazdım, bak adın burada,” dediğimde durumu anlamadan o kadar doğal gülümsedi ki… Bazı manzaralar unutulmaz, bazı anılar hep yaşanır. Öyle yaşıyorum. O gülümsemede…
Herkes gitti… Tek başıma havaalanında bekliyorum. Bagajımı verdim. Zihnimde hep aynı cümleler yankılanıyor, “Bütün kitaplarını yakacağım! Senden nefret ediyorum!”
Aynı cümleleri farklı zamanlarda farklı yerlerde aynı anlamlılıkla aynı hissiyatla söylememiz ya da öyleymiş gibi hissetmemiz, öyle olmasını arzulamamız… Annemin 5 yıl sonra bana söylediği bu cümleyi ben babama söylemiştim. Ölecekti. Biliyordum. Kıştı. Hava soğuktu. Annem hiçbir şeyi bilmiyordu. Ne kadar çok insan vardı. Annem hiçbir şeyi bilmeden dua ederken o insanlar hızla, koşar adım önümüzden geçiyorlardı. Onun yanına son defa girdiğimde annemin duaları kulağımdaydı. Ondan nefret ediyordum. Gözlerini açıp bana bakamayacak kadar yalnız ve ölüydü. Nefes almayacak kadar umudunu kesmişti. Sessizce annemi görmek istediğini söyledi. Ona yüklediğim anlamları bilse arkasında bıraktığı boşlukları doldurabilmek için ne kadar çok saçmalık yaptığımı görüp ölmezdi. Sen ölmeseydin ben gitmeyecektim ve annem o kitapları yakmayacaktı. Her baharda tazelenen bir acı, hiç unutulmayan kötü anılar, önünde beklenilen bir hastane…
Sanırım artık kendimi mutlu etmeyi istiyorum. Kaçıyorum bunun için. Ensesine bakıp tanıdığım adam, elini ensesine her götürüşünde çevrilen başı hiç unutamayacaktım. O başı tekrar göremeyecek olmanın verdiği dehşete alışamamıştım. Geri gelmeyecekti ve ben bu boşlukta daha fazla direnemezdim.
Şimdi yine havaalanında her şeyi basit düşünmek gerektiğini kabul ederek elini ensesine götüren insanlar var mı diye etrafıma bakınıyorum. Bir kişi görsem bile ona bakmamak için kafamı başka tarafa çeviriyorum ancak tekrar dönüp bakmak istiyorum. Hissiyat… Hiç kimse senin gibi elini ensesine götürmüyor, o başlar onun başı gibi dönmüyor. O başlar onun gibi dönmedikçe de benim gözyaşlarım akmaya başlıyor.
Yeni bir hayat değil başlayan, uzun bir uykudan sonra unutulup devam edilen bir yaşam… Annemin öfkeyle ağladığını görüyorum. Annem… Sanırım hiç kimsenin gözlerinde hem öfke hem korkuyu görmedim, o hariç… O gözler, hep korkutulan ama hep korkuya isyan eden gözler… Babam öldüğü gün, korktu. Aylarca ağladı öfkesini kaybetmeden. Onun siyah, iri, öfkeli gözleri hep kışkırtıcı oldu. Korkusunu fark ettiğim zamanlarda da beni hep bu şehirde tuttu.
Ama artık korkmuyorum. Kapılar açıldı. Tekrar görüşeceğiz anne…
[su_divider top=”no” divider_color=”#000000″]
Fotoğraf: Maria Tiurina on Behance
1988 yılında Adana’da doğan Ayşe Özkan, lisans eğitimini Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Türkçe Eğitimi Bölümü’nde tamamladıktan sonra 2011 yılında İstanbul Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde “Hasan Ali Toptaş Romanlarında Çocuk Algısı” adlı teziyle yüksek lisansını tamamladı. Aynı yıl Çukurova Üniversitesi Yeni Türk Edebiyatı Bölümü’nde doktoraya başladı. Modern Türk Edebiyatı ve Psikanaliz Edebiyat Kuramı, doktora araştırma alanıdır. Aynı üniversitede 2014 yılından beri öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.