Ayfer Tunç’un merakla beklenen yeni romanı Osman okuyucu ile buluştu. Can Yayınları’ndan çıkan kitabın Kapak Kızı (1992) ve Yeşil Peri Gecesi (2010) romanlarının tamamlayıcısı olduğu haberi hikâyeyi bilen okurları heyecanlandırmıştı. Bağımsız bir roman olarak da okunabilen Osman önceki iki kitapta işlenen etkileyici hikâyeyi yeni pencerelerle derinleştiriyor. Ana karakterin kitaba adını verdiği Osman bir insanı tanımaya, anlamaya ve anlatmaya dair bir roman.
Okuyucu, Osman’la ömrünün sonlandığı yerde buluşuyor. Bir düşüş hikâyesinin final sahnesi denebilir. Bir caz kulübünün piyanisti olarak tanıdığımız Osman’a gece yarısı kulüpten çıkarken kamyon çarpıyor. Böylece roman kazanın nasıl gerçekleştiğine dair can alıcı bir noktada başlıyor. Sahiden kaza olup olmadığını sorgulatıyor.
Farklı kurmaca tekniklerini kullanmakta başarılı olan Ayfer Tunç, Osman’ın sonunu getiren olay örgüsünü adım adım kuruyor. Öncelikle okuyucuyu kurgunun içine çekmekte etkili olan soru cevap tekniğinden faydalanıyor. Gazeteci söyleşisine benzeyen konuşmalar kazaya şahitlik eden kulüp çalışanlarından başlayarak Osman’ın eski dostlarına kadar uzanıyor. Soruları yönelten kimliğin Osman’ın hikâyesini kitaplaştırmak isteyen bir yazara ait olması da okuma zevkini artıran bir katman açıyor. Ancak yazarın titizlikle iz sürdüğü bu söyleşiler göründüğünden daha çetrefilli geçiyor. Yalnızca Osman hakkındaki izlenimler ve anılar değil anlatıcıların kendi hayatları da söyleşilerin önemli bir kısmını oluşturuyor. Hiç anlatacak bir şeyi olmadığını düşünenlerin bile anlatacak pek çok şeyi çıkıyor. Kendi hayatına dair konuşmak istediği şeyleri bir yabancıyla paylaşmanın rahatlığıyla açanlar oluyor. Böylece intiharlar, aldatmalar ve geçmişe dair iç hesaplaşmaları ortaya dökülüyor.
Elbette yazarın görüştüğü kişilerin hayatlarına yönelik soruları ısrarla sormasının bir anlamı var. Bu insanların belli başlı olayları yorumlama biçimleri, onların Osman’ı nasıl ve ne kadar anladıklarına dair fikir veriyor. Çünkü insan kimseyi tanıdığına emin olamadığı gibi her söylenene de inanamıyor. Bir dedektif yaklaşımındaki yazar aynı sorulara zıt cevaplar alıyor. Kimine göre Osman maymun iştahlı iken kimine göre mükemmeliyetçi oluyor. Kimine göre çok okuyan ve her şeyden anlayan biri iken kimine göre pek okuyan biri sayılmıyor. Benzer şekilde Osman’ın ölümünün bir intihar mı yoksa kaza mı olduğu sorusunun yanıtları da değişiyor. Kimi Osman’a intiharı asla yakıştırmazken kimi ise pek mümkün görüyor. Söyleşiler yalnızca yazar için değil anlatanlar için de keşif niteliği taşıyor. Osman’ı iyi tanıdığını sananlar bile yanıldığını fark ediyor. Diğer yandan geçmişi farkında olarak veya olmayarak, düzelterek anlatanlar da oluyor. Yazarla beraber okuyucuya da bu nüansları fark edip keyif duyacağı bir alan açılıyor. Bir insanı tanımanın ne kadar zor olduğunu düşünürken Stefan Zweig’in sözünü hatırlıyorum: “Bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan, bütün insanları anlar.”
Söyleşilerin yanı sıra okuyucunun Osman’ı daha yakından tanımasına günlüğü yardımcı oluyor. Böylece metin, söyleşiler ve günlükler arası geçişlerle akıyor. 1990 yılında başlayan günlüklerde yazılan ile günümüzde anlatılan iki farklı Osman’ın arasındaki uçurum okuyucuyu meraklandırıyor. Yazar günlük sayfalarından yaptığı hazırlık ile Osman’ı tanıyanların karşısına çıkıyor. Pek çok arkadaşı Osman’ın günlüğünde kendisinin nasıl anlatıldığını öğrenmek istiyor. Yazarın günlüğe dair özel bir bilgi vermeden bu soruları geçiştirmesi hoşuma gidiyor. Yaptığı işe saygı ve özen gösteriyor.
1990’larda Nişantaşı’nda yaşayan, varlıklı ve eğitimli bir aileden gelen, iyi bir üniversitede okuyan, çocukluğundan beri müzik eğitimi alan yakışıklı ve genç Osman’ı kendi satırlarıyla tanıyoruz. Dışarıdan tanınan kimliği ile değil iç çekişmeleri, zayıflıkları ve tereddütleri ile bir bütün olarak görebiliyoruz. Borç isteyen yakınına vermem diyemeyen, yağlı ellerini koltuğuna silen arkadaşına canı sıkılsa da sesini çıkarmayan, kimyasal diye uyuşturucu hap içmekten ödü kopan Osman ile karşılaşıyoruz. Bazı tepkileri ile hayli nahif diyebileceğimiz Osman’a yıllar sonra yoksulluk ve çaresizlik içindeyken eski dostları hakkında sorular sorulsaydı, nasıl yanıtlardı diye düşünüyorum. Her ne kadar günlüğünde bazen darıldığı veya kızdığı olsa da yıllar sonra yakınları için kötü bir söz söylemeyeceğini düşünüyorum.
Peki Osman’ı hazin sona götüren ne oluyor? Gençliğini bilen yakınlarına göre Osman bir mirasyedi olarak kendi elleriyle hayatını heba ediyor. Bu yargılayıcı ve kibirli yaklaşımın altında nasılsa kendi başlarına gelmeyeceği ve Osman’ın iyiliği için ellerinden geleni yaptıkları düşüncesi yatıyor. Çünkü bir felaket söz konusu olduğunda herkes vicdanını rahatlatmaya bakıyor.
Bir diğer önemli etken ise Yeşil Peri Gecesi’nden bildiğimiz üzere Osman’ın eşi Şebnem’in karıştığı skandal olay. Dönemin Emniyet Müdürü ile Şebnem’in seks kasetinin haberlere bomba gibi düşmesinden sonra Osman’ın toparlanamadığı söyleniyor. Elbette bu rezalet olayın arkasında yatanlarla ilgili herkesin bazı varsayımları var. Esasen Yeşil Peri Gecesi kitabında anlatılan olayın iç yüzünü tahmin etmek kolay değil. Yazarın bu olayla ilgili soru sormasının amacı da insanların pekâlâ cinsiyetçi, suçlayıcı, aşağılayıcı yorumlar yapabileceği nahoş bir konuya olan bakış açılarını anlamak.
Tüm bunların yanında Osman’ın kişiliğini ve yaşamını şekillendiren güçlü bir baba karakteri var. Ayfer Tunç, edebiyatımıza incelikle işlenmiş bir baba oğul hikâyesi kazandırırken, edebiyatımızın geçmiş baba oğul hikâyelerinin de izini sürüyor. Osman’ın babası ile olan ilişkisi Aylak Adam’ın babasına dönüşme korkusunu hatırlatıyor. Adeta Osman da Aylak Adam gibi haykırıyor: “Babam adamsa ben olmayacaktım!”
Osman her ne kadar babasından görgü, kültür ve belli zevkleri öğrense de babasının idealini gerçekleştirmemek, onun soktuğu kalıba girmemek için elinden geleni yapıyor. Necmi Bey, saygın bir profesör, iyi bir aile babası ve herkese yardımı dokunan biri olarak bilinse de Osman babasının ikiyüzlülüğünü biliyor. Babasının kendisini olmak istediği kişi gibi gösterecek yeteneğe sahip olduğunu görüyor. Prestijli kimliğinin arkasında eşini ve çocuklarını döven, kendini beğenmiş ve gösteriş düşkünü babasını Osman küçük yaştan beri iyi tanıyor. Babasının hayallerini gerçekleştirmek için altı yaşından beri müzik dersleri almasına, üniversitede babasının istediği bölümü seçmesine rağmen, her şeyin en iyisini yapan babasının gölgesinde kalıyor. Küçüklüğünde doğum günlerinde bile çocuksu bir coşku hissedemediğinden yakınıyor. Sıradan oyuncuklara bile razıyken pantolon, kırtasiye malzemesi, kitap gibi hediyelerden bunalıyor. Osman, çocukluğunu yaşamadan büyümek zorunda kalmış ve bu nedenle hep çocuk kalmış Oğuz Atay karakterlerini hatırlatıyor.
Nurdan Gürbilek, Oğuz Atay’ın çocukluk kavramını şu şekilde ifade ediyor:
“Atay’da hem romantik bir anlayışla yüceltilmiş bir saflık, bir temizlik, bir duygululuktur çocukluk, hem de başkaları tarafından gülünç duruma düşürülmeyi, alay konusu olmayı, yani safdilliği, yetersizliği ve aczi içerir. Hem bir bozulmamışlık, bir hesapsızlık, bir içtenlik; hem de fikirdense duyguya, duyguların en ilkellerinden biri olan öfkeye, hınca, iyi aile çocuklarına çamur atan bir ‘mahalle çocukluğuna’ mahkûmiyet.” (s.186).
Osman ise doğrudan “iyi aile çocuğu” olma imkânına sahipken bu yaşamı reddediyor. Mühendislik yapmak istemediği gibi babasının torpille yerleştirdiği işte de çalışmaktan kaçıyor. Hayalini kurduğu hayata babasını engel olarak görüyor. Babası ölünce günlüğüne şöyle yazıyor.
“Seninle birlikte evimiz de öldü, biz de öldük, canlı bir hücre kalmadı artık ailemizden. Ama iyi bir şey bu, merak etme, ben çok hoşnutum, yenilenebilirim artık. Tazelenmiş bir yılan gibi deri değiştirebilirim, eski derimi eski anılarımla birlikte senin evinde bırakabilirim.” (s.210).
Özgürleşeceğini, değişeceğini, yenileneceğini düşünen Osman yanılıyor. İşin aslı Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’de yazdığı Babama Mektup’taki gibi:
“Şimdi artık öldün babacığım. . . Seni artık değiştirmek mümkün değil babacığım; bu nedenle kendimi de değiştirmenin mümkün olacağını sanmıyorum.” (s.178).
Osman için de hayatını değiştirmek, hayallerini gerçekleştirmek mümkün olmuyor. Bu, yalnız Osman’a özgü olan ve onunla sınırlı kalan bir çocuk kalma hali değil. Nurdan Gürbilek’in Oğuz Atay’dan alıntıladığı gibi bu daha genele yayılmış bir olgu: “Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, mythlere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde.” (s.54).
Çocuk kalma, büyüyememe, karşılaştığı sorunlarla baş edememe halini Osman’ın yakın çevresinde ve özellikle erkeklerde görüyoruz. Bir dönemin en iyi üniversitelerinde okumuş, iyi ailelerinin çocukları hayatın içinde kaybolup gidiyor. Gazi’nin Boğaz’da bir yalıda başlayan hayatının kalanı ve Kubilay’ın sevgilisinin ölümünden sonraki hayatı için bir tutunamama hali denebilir.
Peki bu zemin nasıl oluşuyor? Alice Miller çocukluktan başlayarak bir topluma yayılan aşağılamalara ve baskıya maruz kalmanın etkisini şöyle açıklıyor:
“Yetişkin, çocuğunun ruhunu kendi malı gibi kullanır; nasıl kullanacağı da tümüyle onun insafına bırakılmaktadır. Totaliter rejimlerle yönetilen ülkelerin de halkı aynı durumdadır.” (s.92)
Kuşaklar boyu sürüp giden bu baskıcı anlayışın kanıksandığını gösteren Ziya Abi’nin dayak üzerine sözleri oluyor:
“Terbiye için atılan bir-iki şamar da dövmek sayılmaz. Biz de zamanında çok şamar yedik babamızdan.” (s.84).
Böylece ebeveyni karşısında farkında olarak veya olmayarak aşağılanan, küçük düşürülerek güçsüz bırakılan çocukluğun izleri bütün bir yaşama yayılıyor.
Alice Miller özellikle erkek çocuklarının hayatında süren etkiyi şöyle açıklıyor:
“Bu koşullarda yetişen erkek (bütün insanlar gibi gerçekten sevilmiş olduğu düşüncesine sarıldığı için) kendi annesini yüceltir ve aşağılanmanın intikamını annesinden almak yerine başka kadınlardan almaya yönelip her fırsatta diğer kadınları aşağılar.” (s.92)
Babasından gördüğü şiddeti önleyemese de Osman annesini derin bir özlem ve sevgiyle anıyor. Öte yandan gençlik yıllarından itibaren hayatına giren kadınları aşağılamaktan çekinmiyor. Adını hatırlamayarak değersizleştirdiği veya tiksindiği eski kız arkadaşları, Canan’ı kocanı kaç kere boynuzladın diye aşağılaması ve çok sevdiği eşi Şebnem’in bile sonunda aldatılmayı hak ettiğini söylemesi bu şiddeti sürdürüyor. Telafi edemediği kötü çocukluğundan geriye sevilme, kabul görme, onaylanma arzusu ile kendisine gösterilen en ufak yakınlığı hak ettiğine dair şüphe kalıyor.
Son olarak Osman’ın söz ve bestesini yaptığı ama kimselere ulaştıramadığı şarkısıyla anıyorum:
“Dağıldı uzağa renkler, biri su biri kan biri toprak. / Bembeyaz bulutlarda saklı karanlık. /Kiminkiydi berrak olan, solup giden kiminkiydi. / Tanrı öykümüzü unuttu, bizi bilen kimse yok artık.” (s.270).
Yazarı Osman’ın hikâyesinin peşine düşüren günlüğünde okuduğu bu şarkı sözleri miydi? Osman’ın öyküsü unutulup gitmesin, herkes tarafından bilinsin diye uğraş vermişti.
Ayfer Tunç Osman romanı ile yalnızca bir karakteri değil, bir dönemi, bir toplumu ve kendimizi anlamamız için usta bir bakışla okuyucuya ışık tutuyor.
**
Ayfer Tunç Fotoğrafı: Muhsin Akgün
REFERANSLAR
Atay, O. (2015). Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim Yayınları
Gürbilek, N. (2016). Kötü Çocuk Türk, İstanbul: Metis Yayıncılık
Gürbilek, N. (2016). Kör Ayna Kayıp Şark, İstanbul: Metis Yayıncılık
Miller, A. (2020) Yetenekli Çocuğun Dramı Emine Avşar (Çev.). İstanbul: Profil Kitap
Tunç, A. (2020). Osman, İstanbul: Can Yayınları
Elçin Yıldızbayrak 1988 yılında İstanbul’da doğdu. 2010 yılında Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünden mezun oldu. Özel bir şirkette Bilgi Teknolojileri alanında çalışmaktadır. Küçük yaşlardan beri yazmaya ve okumaya olan heyecanını sürdürdü. Okuduğu kitaplar ve izlediği filmler üzerine yazdığı bir blogu ve hikaye çalışmaları var. Halk oyunları oynamakta ve fırsat buldukça seyahat etmektedir.