Şarj cihazının kablosunu kitaba vuruyordu. Çıkan ses odada yankılanmaktan ziyade beyin kıvrımlarındaki kayaları parçalara bölüyordu. Birkaç dakika önce bitirdiği tabloya bakarken onu niçin
yapmış olduğunu çözemiyor, tablo içinde tabloların matruşka gibi küçülmesinin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Neden yapmıştı bunu? Ressam değildi, fırçayı bile tersten tutup öyle çizmişti. Rahatlamak yerine huzursuzluk duyuyordu. Tuvali camdan atmaya kalksa bile çok geçti, o resim artık vardı. Var olmuştu! Aklının havalandırma boşluklarından da sığmayacak kadar büyüktü tuval. Neden yapmıştı bu resmi?
yapmış olduğunu çözemiyor, tablo içinde tabloların matruşka gibi küçülmesinin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Neden yapmıştı bunu? Ressam değildi, fırçayı bile tersten tutup öyle çizmişti. Rahatlamak yerine huzursuzluk duyuyordu. Tuvali camdan atmaya kalksa bile çok geçti, o resim artık vardı. Var olmuştu! Aklının havalandırma boşluklarından da sığmayacak kadar büyüktü tuval. Neden yapmıştı bu resmi?
-Çok mu merak ediyorsun?
Arkasındaki sandalyeden gelen sese dönüp bakmadı. Ses, hayran kalınabilecek tokluktaydı. Yeşil mantolu ve fötr şapkalı eskimiş bir adam olduğunu hayal etti arkasında oturanın. Tablodan gözlerini ayırmadan:
-Rahatlamam gerekiyordu, sanatın insanı rahatlattığını biliyorum ama huzursuzum. Tuvaller aklımı boşluğa sokuyor. Çok tuval var, en küçüğünü görüyor musun? İşte onun içinde sıkışıp kaldım ve bunu
kendime ben yaptım! İçimde büyüyen bir sıkıntı var şu an. Aklımı kemiren, tün uzuvlarımın kontrolünü bozuyor bu tablo…
kendime ben yaptım! İçimde büyüyen bir sıkıntı var şu an. Aklımı kemiren, tün uzuvlarımın kontrolünü bozuyor bu tablo…
Sustu. Derin bir nefes duydu arkadan. Sessizlikte milyonlarca cevap çıkıyordu sinir hücrelerinden. Sandalyede oturan kim ise düşünüyor olduğu belliydi. Kelimeler topluyor gibi susuyordu. Sanki kuyuyu aydınlatacak ve onu dışarı çıkaracaktı.
-Bu resmi neden yaptın?
Lanet olsun, bu değildi istediği cümle. Soru sormasını değil cevapları vermesini istiyordu. Sorulardan, soru işaretinden daha da kasılıyor, kolunu bacağını, ağzını koyacak yer bulamıyordu. Cevap gerekliydi… Yerde yanan tütsünün kokusunu içine çekti:
-İyileşmek için. Kafamda büyülü öyküler barındırıyorum. Bu büyüleri tuvale dökersem geçeğini söyledi…
-Kim?
-Yatağımdaki adam… Bir süredir onunla yatıyorum. Bana bir şeyler söylüyor ama ben dediklerini anlamıyorum. Arapça konuşuyor, ya da Çince. Belki de bulunmamış bir dil. Onunla bazen sevişiyoruz, sevişirken anlıyorum dediklerini. Birbirimize karışırken bana anlatmak istediklerini öğreniyorum. İşte öyle bir anda söyledi resim yapmamı. Bir de her seferinde hayatın kaynağını içime bırakırken “…o, kurtuluşun!” diyor. Anlamını soramadan gözlerimi yumup basamakları çıkıyorum.
-Büyülü öyküleri anlat bana.
Anlatabilir miydi? Kime anlatılır bunlar? Hayır, hayır sussa daha iyi olurdu. Hem kimdi arkasındaki? Dinlemek için para alan, zavallı deli doktoru. Her psikoloğa giden deli olmayabilir ama ben deliyim… diye düşündü. Arkasındaki devam etti;
-En küçük tuvalin içindesin, kaçacak yerin yok. Sıkıştın. Doğru fırçaları bulman gerek. Her tuvale farklı
kalınlıktaki fırçayı vurman gerek. Yoksa…
kalınlıktaki fırçayı vurman gerek. Yoksa…
Yoksa böyle herkesin ölmesini isteyerek ve bekleyerek geçerdi hayatı. Çevresindekilere ölüm senaryoları çiziyordu. Sabırla ölecekleri günü bekleyip cenazelerine hazırlanıyordu. İlerde yalnız ve kimsesiz kalacağının hayalini kurup mutluluk duyuyordu. Büyüydü bu düşünceler onun için. Kendi saçını kesip kaynattığı için musallat olmuştu bu düşünceler.
-Ya önce sen ölürsen?
Anlamıştı… Kabloyu kitaba daha hızlı vurmaya başladı. Tanrı gerçekse kendini kırarken felç geçirmiş ve çok acı çekmiş olmalı. Kaskatı kalıp içinde kıyametler kopmuş ama ikinci defa sura üflenmek unutulmuştu. Tanrı kurtulamamış olmalıydı… Tuvale bakarak devam etti:
-Sandalyenin üstündeki mindersin değil mi sen? Psikolog falan değilsin, zaten psikoloğum da yok benim, olmadığını unutmuşum. Sen kafamın içinde yarattığım manto ve şapkadan ibaretsin. Bu tablo benim olduğu kadar senin de huzursuzluğun. Fırçayı birlikte tuttuk. Senin de kolun boyandı. Bak…
Kolunu gösterdi, morla gri karışımı bir leke vardı. Tabloya arkasını döndü ve siyah üstünde sarı kareleri olan mindere bağırdı:
-Görüyor musun küçülen bizi? İçimize sığmayan binlerce insanı? Firavun kadar kötü olan düşüncelerimizi. Musa’yı bekleyip gelmeyecek olmasını bilmek! Çıkışı bulamamak… Şimdi sen söyle, bu tabloyu neden yaptık? Ne anlatmak istiyoruz? Bu tablo beni neden boğuyor… Cevap ver!
Cevap veren yoktu, gitmişti kendi. Boş gözlerle mindere baktı. Ne zaman başlamıştı eşyalara kendini sığdırmaya? Ne zamandan beri bölünüyordu? İnsan içine çıkmayalı insanları yastık altında biriktiriyordu.
Anlamsız bir ses duydu yatağın üstünden. Yatağa baktı, beyaz çarşafın üstünde yatan adam ona bakıyor ve elini uzatıyordu. Soyutu somuttan ayırt edemeyecek kadar yorgun ve uykusuzdu. Yatağın üstünden gelen sese ilerledi. Sağ tarafına yattı. Cenin pozisyonunu aldı, adam ona hep arkadan sarılırdı. Adamın sıcaklığında odanın ortasında duran tuvale baktı. Koca tablonun içine çizdiği 27. en küçük tuval bulanmaya başladı ve mırıldandı:
-Yardım et bana.
Sesler duymaya başladı, en yüksek volümde çalan müzik vardı ve görüntüler eklenmeye başlandı. Beyaz takım elbiseli adamla zamansız bir salonda dans ediyordu. Kendini çok güzel hissediyor ve gülümsüyordu. Karşısındaki gülümseyen adam konuşuyor bir şeyler anlatıyordu. Döne döne yukarı çıkıyorlar ve müzik kısılıyordu. Bembeyaz dişlerin arasından gelen sesi duymaya başlıyordu. Ve O kendisiyle aynı dili konuşuyordu:
–Tuvaller bana hep sınırları hatırlatır. Tablo bir tabudur. İçine boyaları hapseder sonra da onları keyifle seyredersin. Renklerin senin gözünde görünüşü seni hoşnut kılar. Bir deniz tablosundan ancak denizden korkanlar keyif almaz. Sense bakmaya doyamazsın. Halbuki çerçeve içinde sana sunulan görüntüleri tuvale aktarmak at gözlüğü takmaktan başka bir şey değildir. Sınırsız görüntünün kenarları hep dışarıda kalır resmettiğinde. İçerde olan parçalar ise tuvale hapsolur. Renklerin çığlıklarını duymazsın. İşitmediğin sesler seni keyiflendirir. Boyalara hakim olursun, sen onların diktatörü olursun. Kendi sesinden ve arzundan başka bir şey duymayan renk savaşçısı olursun.
Adam soluna bakarak:
-Ancak şu resim tabu değildir…
Sağına baktı, demin bitirdiği tablo havaya çakılmış olan koca bir çivide asılıydı. Tuval içinde tuvaller iç içe çekmiş halde, her birinin rengi farklı ve bulanıktı. Fırçanın tellerinden sıçrayan renkler ise dağınık duruyordu.
Uçar gibi dans etmeye devam ettiler.
-Sana resim yapmanı söyleyen yatağındaki adam, bendim. Aslında huzursuz oldum, renkleri doğanın görüntülerinden çalıp tuvale sıkıştırırsın ve kendini modern sanatın kollarına bırakırsın diye. Resim yapma fikrini sen düşündün ben sadece seni körükledim. Çünkü buna ihtiyacın vardı. Bana ihtiyacın olup yarattığın gibi… Yatağın ucunda seni izlerken şuursuz olabileceğimiz aklıma gelmemişti. Renkler dışarıdan değil içerden geliyordu. Ne yapmak istediğini bilmiyor ama kurtuluşu bulmaya çalışıyorduk. Musa’nın gelmeyeceğinden artık emindin. Musa’nın olmadığını, anlatılanların şehir efsanesi olabileceğinin de farkındaydın… Tablo içine tablolar çizip boyarken kurtuluşunun ışığını yapıyordun. En küçük tuvale bak:
53 saatin sonunda minik bir tuval çizip ona kendini sıkıştırıp korktun. Aslında o tuval senin kurtuluşun…
“O tuval senin kurtuluşun…”
Hiçbir sinir hücresine oksijen gitmedi o an. Bu cümle öylesine güçlüydü ki, havasız kalan hücreleri boğuluyordu. Ana karnından çıkmak ve nefes almak istiyordu. Kordon çoktan kopmuştu ve o hâlâ
içerideydi. Her şey suyun içindeydi şimdi, adam yoktu ve dans bitmişti. Uyanmak isteyip uyanmamaya direniyordu. Adamı tekrar görmeliydi. Biraz daha…
içerideydi. Her şey suyun içindeydi şimdi, adam yoktu ve dans bitmişti. Uyanmak isteyip uyanmamaya direniyordu. Adamı tekrar görmeliydi. Biraz daha…
***
Sonbahar lodoslu geçiyor, tüm yıldızları söküyormuşcasına sesler çıkarıyordu. Ev sessizdi. Artık onu çoğu zaman yalnız bırakıyordu yeşil montlu ve yataktaki adam. Arada bir uğruyorlardı, nasıl olduğunu görmek için. Çıplak, gri renkli duvarının sol köşesinde, üstte yazan yazıya üçünden başka kimse anlam verememişti. Yazının hemen sağ çaprazında asılı olan tabloyada… Gününün çoğu bu duvarın önündeki üçlü yeşil koltukta geçiyordu. Kurtuluşu vadeden peygamberlerin kendi kurtuluşlarını nasıl bulduklarını düşünüyordu. Kendi hakikatinde peygamberler yoktu artık, başka düşüncelerden doğma varışla değil, kendi yolunun varışını kendisi bulmalıydı…
Düşünüyor ve şarj aletini kitaba vuruyor ve düşünüyor ve hızlı vuruyor ve düşünceleri, iç içe geçmiş 2 üçgende sola dönüyor ve kablonun yankılanan sesiyle duvardaki yazıyı tekrarlıyordu…
‘Küçük tuval senin kurtuluşun…’
—
Kadın, feminist, sakat, Atatürkçü… 2017’de 31 yaşına giren. Yazmayı öğrendiğinden beri yazan. Babasına benzeyen, annesinin soyadını kullanan. Sözel bölümünden mezun. İlk olarak kendi sayfasında yazmaya başlayan. 2013’den bu yana www.kalemkahveklavye.com kültür sanat ve edebiyat sitesinde hikaye ve şiir pişiren ve çeşitli fanzinlerde yer alan. Pulbiber mahallesine uğrayan. Çok okumayı seven, arada hiç okumayan, güzel sesli insanlara şiir okutturan. Rock dinleyen, Sylvia Plath’a özenen, Van Gogh ile arasında bağ olduğuna inanan ve bütün sokak kedileriyle konuşan ve ilk kitabını yazan.