Edebiyatımızın “yazı makinası” namıyla meşhur kalemi Ahmet Mithat Efendi’nin 1871-1872 yıllarında 15 günde bir yayımladığı Dağarcık[1] dergisi, her ne kadar “Ahmet Mithat’ın evrime ve materyalizme dair yazılarının olduğu dergi” olarak bilinegelmişse de adı üzerinde bir bilgi ve içerik dağarcığı niteliğinde. Öte yandan bahsi geçen şekilde bilinmesi de normaldir çünkü yayım süresince “kâfir, din aleyhtarı” gibi eleştirilere maruz kalan Mithat’ın dergisi, onuncu sayıda kapatılır ve kendisi de Rodos’a sürgün edilir. Sürgün dönüşünde yazdığı “Ben Neyim? Hikmet-i Maddiyeye (Materyalist Felsefeye) Müdafaa” makalesi, her ne kadar kimi çevrelerce hatta yakın geçmişte kitabı yayımlayan kimi yayınevlerince “günah çıkarma, özür dileme” gibi lanse edilmişse de kafasını yeni fikirlere, kalemini yeni türlere açan ve öğrendiklerini bir misyon gibi, bir an önce okura iletmek isteyen Mithat, Dağarcık’ta asla tam olarak bu görüşleri savunmamış, dini referanslardan uzaklaşmamıştır.
Bu yazının konusu ise Dağarcık’ın altıncı sayısında isimsiz olarak “Osmanlı Üdebâsından Bir Hanımın Mevcut Yazarlardan Birisine Gönderdiği” ön başlığıyla yayımlanan mektup. Dağarcık’tan başka bir dergide yayımlandığı anlaşılan ve bir erkek yazarın, Fransız kadın yazarları överek “Bizim neden böyle iyi yazan kadın yazarlarımız yok?” minvalinde kaleme aldığı yazıya cevap vermek için Dağarcık’ı seçen meçhul kadın yazar, dönemine göre cesur bir tavıra sahip mektubunu kaleme almış.
Bu mektup, özellikle iki açıdan çok kıymetli: Bir erkek yazarın küçümseyici tespitine bir kadın yazarın sözünü sakınmadan verdiği bir cevap olması ve konuyu sadece edebiyat çerçevesinde ele almayıp kadın-erkek eşitliği bakımından da dosdoğru bir eleştiri yapması. Bir kadın yazarın hem çağdaşı olan erkek yazarları hem de genel anlamda erkeklik tavrını böylesi bir telden eleştirmesi, dönemin atmosferi açısından çarpıcı bir okuma deneyimi sunuyor.
Dağarcık’ta yayımlanan söz konusu mektup, tavır ve tepki anlamında da döneminin en net, en cesur ve bu gibi açılardan belki de ilk örneği olabilir. Kaldı ki kadınların toplum hayatındaki yerine dair reformların tartışıldığı ilk yayın da Dağarcık’tan hemen önce çıkmış. Tanzimat sonrasında yönünü Batı’ya çeviren Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kadın dergisi Terakki-i Muhadderât, Terakki gazetesinin bir eki olarak, Dağarcık’tan iki yıl önce 1869’da yayın hayatına başladıysa da Dağarcık’ta yayımlanan bu mektuba kadar, benzeri tavırla yazılmış bir metinle karşılaşmak hayli zor. Terakki-i Muhadderât’ta “kadının toplumdaki yerini eleştiren, mahlaslar altında ve sıkça başlıksız yayımlanan mektuplar mevcuttu.”[2] Bu dergide kadın haklarına dair yazılar ve rumuzlu okur mektuplarına yer verilse de bugünkü anlamda feminist bir tavır ve içeriğe rastlanmaz. “İkinci Meşrutiyet sonrası dergilerde görülen kadın kimliği ve kadınlık bilinci vurgusu bu dergide gözükmemektedir. Okuyucu mektupları dışında dergide aslında kadın sesi duyulmamaktadır. Dolayısıyla dergi, kadınların kendini nasıl gördüğü ve tanımladığı üzerine değil, toplum tarafından onların nasıl görüldüğü üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla kadınlar özne değil nesne konumundadırlar.”[3]
Meçhul yazarımız sadece edebi başarı açısından küçümseyen erkekleri eleştirmiyor; toplumun bakışı itibariyle bir kadının yazdığı konuları doğru seçmemesi veya ifade edememesi durumunda yaftalanacağını da söylüyor. Bunu toplumun, “hiss-i aşk”ı, “hiss-i şehvâni” ile karıştırdığı tespitine dayandırıyor.
Öte yandan metnin çarpıcı kısımlarından birisi de bir kadın yazarın aşka dair yazı yazdığında akla hemen “şehvet” gelmesine karşın erkekler için bu durumun geçerli olmamasından bahsettikten sonra, yalnız karşı cinse değil hemcinslerine dahi samimi, “aşıkâne” söz söyleme ayrıcalığının erkeklere ait olduğunu vurgulaması da dikkate ve tartışmaya değerdir.
Daha fazla uzatmadan, lafı meçhul ve cesur kadın yazara bırakalım.
Osmanlı Edebiyatçılarından Bir Hanımın Mevcut Yazarlardan Birisine Gönderdiği Mektup[4]
Fransa kadın yazarlarından “Jojsan”[5] adlı hatunun kaleminin kuvvetli oluşuna ve Fransa’da bunun gibi daha birçok kadın yazarlar olup Türkistân’da da eli kalem tutan bazı hanımlar varsa da bunların kalemlerinden çıkan eserlerin böyle tanınıp yayılma aşamasına gelmeleri için daha pek çok zamana gerek olduğuna ve bu gibi konulara dair yayınlanmasına aracı olunan büyük edebiyatçının (!)[6] yazılarını tekrar tekrar samimiyetle gözden geçirip tartışmak (gerekli) olmuştur.
Her ne kadar (söz konusu yazarın) güzel yazıları yalnız mevcut durumun anlatılmasından ibaret olup mahlas sahibi taraflardan cevap beklediğini gösteren hiçbir soruyu içermiyorsa da yalnız yüksek zatlarının değil öteden beri erkeklerin, kadın yazarlar hakkındaki küçümseyici fikirlerine bu yazıda kadın yazarlar adına tarafımdan naçizane bir cevap vermemi gerektirmiştir.
En önce şunu belirtip ortaya koyayım ki erkek yazarlarımız, kadınlar konusunda edebiyatçıların yükselmesi (olgunlaşması) açısından bize Fransa’yı örnek göstermekte haklı değildirler. Zira kendilerinin edebi yükseklikleri da henüz o dereceyi bulmamıştır ki bir diğer kişinin onlara da Fransa’nın erkekler konusundaki edebi yüksekliğini de örnek olarak göstermesi gerekliliğinin olmadığı kabul edilsin. Bunca milyon nüfusa sahip ve özellikle on paralık kalemi olanların çok bilgili/fazilet sahibi geçindikleri Osmanlılar arasında, yazdığı şeyler lezzetle okunan, incelik ve yenilik sahibi fikirleri hayranlıkla kabul edilen kaç erkek yazarımız vardır? Yazarlarımızı sınavdan geçirsek yazar denilebilecek yazar sayısı beş tane öncüye ulaşmaz diye düşünüyorum. Yazar geçinen zevâtın sayısı ihtimal ki on beşe, yirmi beşe, hadi olsa olsa otuz beşe ulaşsın. Eğer medeni bir millet için varlığıyla gurur duyulacak yazarlar bunlardan ibaret olacaksa biz (kadınlar) neden ümitsiz oluyoruz. O rütbeye erişen yazar sayısı kadınlar arasında da on beşe yirmiye ulaşabilir. İhtiyaç duyulursa isim ve şöhretleriyle (unvanlarıyla) de haber verebilirim.[7]
Ama denilecek ki bu kadar kadın yazar vardır da niçin kendilerini göstermiyorlar?
Tamam. İşte asıl konumuz tam da bu olduğu için sunacağım nedenleri dikkate ölçüp tartmanızı rica ederim.
Yazar denilen zevat kaç kısma ayrılır?
Bir kere gazete yazarları vardır ki bu yazarların yazdıkları yazılar politika konularıyla ilgili bizim görmemiş olduğumuz (okumamış, öğretilmemiş) birtakım bilimlerin görülmüş olmasını gerektirdiğinden kadınlarımızdan bu türde yazar çıkmasını beklemek abestir. Bazı gazetelerin yazarları gibi her aklına geleni yazmaktan ibaret olan yazarlığı yapabilme gücüne sahip kalemlerin bizim içimizde de bulunması muhtemeldir. Ancak biz kadın olmamız nedeniyle çekingenliğimiz fazla olduğundan böyle cahilane (konuya hakim olmadan) bir şey yazarak düşeceğimiz mahcubiyete tahammül edemeyiz.
Sonra, bilimlere, tarihe dair kitaplar yazan yazarlar gelir. Bu iş gazete yazarlığından daha zor ve daha ağır olup bize örnek olarak göstermekte olduğunuz Fransa’da dahi bu büyük kadın yazarların var olduğunu pek de sanmadığımdan bizden bunu da talep etmemeniz gerekir.
Üçüncü olarak, Dağarcık’ta görülen makaleler gibi hikmet (bilgi birikimi) sahibi düşünceleri içeren makaleler yazmakla iştigal eden yazarlar gelir. Elbette herkes düşündüğünü yazmakta serbest ise de bilimler, düşünmeye de bir kanun (sistem) koymuş olduğundan o kanun seviyesinde düşünmekten de mahrumuz (kadınlar olarak).[8]
İşte şu üç kısım yazarlığı, mevcut durumda bizde aramak abes olup bunları inşallah İnâs Mekâtib-i Rüşdiyesi’nden[9] çıkacak ve yetişecek öğrencilerin içerisinde bulursunuz. Şimdi yazarlığın bir de dördüncü türü geriye kaldı ki yüreklerinden gelen hissi gerek roman ve gerek tiyatro tarzında veyahud bazı yazılar içinde tasvir eder ve yazarlar. Bu tür yazarlık bizlerde istenildiği kadar vardır. Ancak bu da birçok engelden kurtulmamıştır ki yeterince kendini gösterme imkânı olsun. (Söz konusu) yüksek edebi kişilerinin (!) de inkâr edemeyecekleri üzere bizler kadın ve özellikle Osmanlı kadını olduğumuz için ne kadar cahil olsak da hepimizde yürek vardır. Bu, hayvan olmanın bir özelliği olup yalnız bizde değil her hayvanda bulunmakla birlikte hissiyâtın kaynağı da yürek olduğundan demek ki bizler de hiç olmazsa Dağarcık’ta durumları ve fikirleri hikâye edilen karıncalar ve güvercinler kadar hisli yaratıklarız.[10] Şu kadarı var ki duyguyu bir mangal ateşine benzetirsek o ateşin kıvılcımlanması ve alevlenmesi için aşk da rüzgâr işlevi görecektir. Şimdi bizim memlekette bir kadının aşka dair duygular göstermesinin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu düşünemez misiniz? Eğer bunu düşünebilirseniz yukarıda bahsettiğim engelleri de bu düşüncenin içinde bulursunuz.
Fakat korkarım ki bunu düşünmeye muktedir olamayacaksınız. Zira düşünce, bilgi parçalarını bir diğeriyle karşılaştırmak demektir; halbuki bir kadının aşk hislerinden doğacak tehlikeler sizce pek de bilinemeyeceğinden bu konuda açıklama yapmaya mecburum.
Öncelikle aşk duygusu, şimdiye kadar bizde adeta şehvet duygusu olarak anlaşıldığından bir kadın o konuda bir eser yazacak olsa derhal iffeti bozulmuş diye hükmedilir. Hem de en tuhafı neresi (biliyor musunuz)? Aşkın, hükmünü erkek kadın ayırmayıp ikisinde de aynı derecede göstereceği belliyken erkekler âşık olma halini (yalnızca) kendilerine hak görerek kadınlarınkini reddederler ve çaresiz kadınlar da bu haksızlığı kabul ederler. Bununla birlikte sizin gibi erkek yazarlar en önce aşk duygusunun, şehvet duygusu demek olmadığını ve yürekle görülen her şeyin güzellikle karşılanıp sevgiyle hissedildiğinde ona aşk duygusu denildiğini; mesela günbatımı vaktinde suları çağlayan ve sınırlarını göğün ufkuna kadar ulaştırarak orada zeminini güneşle bağlayan bir çimenlikte bulunarak günbatımının görüntüsünü de bir aşk hissiyle temaşa etmenin şehvet hissinden bütün bütün başka bir şey olduğunu insanlara anlatmalısınız ki bir erkeğin böyle bir hissini kâğıda döktüğü zaman ayıplanmaması bir yana, olgunluk ve bilgeliğini bununla kanıtlaması gibi, bu hissi bir kadında gördüklerinde onun da olgunluk ve bilgeliğini bununla kanıtlayabileceğini kabul etsinler.
Ayrıca yüreğinizin hislerini ifade ettiğimiz zaman bunu anlatmak için elbette bir muhataba muhtacız. Bizim için o muhatap kimdir? Hikâye ederler ki meşhur şaire Fıtnat Hânım, zamanındaki edebiyatçılardan birisiyle şimdi bizim sizinle olan bahsimiz gibi bir konuşma sırasında “Siz, yani erkekler daima bize ilân-ı aşk edersiniz. Biz hal ve tavırlarımızla kendimizi müdafaa ettiğimiz (geri durduğumuz) halde yine ilân-ı aşk edersiniz. Durum böyleyken bizim size muhabbet göstermek yolunda söz söylememiz nasıl mümkün olabilir ki bu şekilde bile sizin koymuş olduğunuz muhabbet kanununa uyamaz. Biz bu derece zorluk içinde bulunduğumuz için şiirlerimizde hissiyatımızı ortaya koyuyoruz. Siz ise son derece serbest olduğunuz için şiirinizde saçmalık (ciddi olmayan, uydurma şeyler) bile olsa yine kabul görür,” demiş.
İşte bu anlayış bugün hâlen geçerlidir. Bununla birlikte bizim için erkeklerden muhatap edinmeye ahlâki eğilimimiz izin vermez.
Kadınlardan muhatap kabul etmeye ise hiç izin vermez. Zira hemcinsi ile karşılıklı (aşk ve sevgi içerikli) söz söylemek yalnız erkeklere özel bir ayrıcalık olup kadınların bir diğerine aşıkâne bir söz söylemesi en büyük ayıplardan sayılır.
Ama sanmayınız ki bu karşılıklı söz söylemekten kastım (genel anlamıyla) karşılıklı aşk ve sevgidir. Hayır! Genel anlamda söz söyleme. Mesela Dağarcık’taki “Güvercinler” yazısını yazmak gibi. Eğer bu yazıyı naçizâne ben yazmış olsaydım da dişilerin aşk ve yakınlık seviyelerini o şekilde tasvir etseydim, cin fikirli (kötü niyetli) bir kadın olduğuma derhal hüküm verilirdi.
Şimdiye dek anlattığım engeller yalnızca genel kanıya (kamuoyuna) göre engeller olup halbuki bizi madden ve fiilen engelleyenler de vardır. Bu gibi samimi fikirleri tek başıma ve kendi kişisel özgürlüğüme kendim sahip olduğum için bu mektubu yazabildim. Eğer benim bir babam veyahut kocam veya kardeşim olsaydı bu yolda fikir sahibi oluşuma ve erkek yazarlardan birine mektup yazmama razı olur muydu?
İşte şu merkezde bulunan durumlar üzerine Osmanlı edebiyatına kadınlardan hiçbir hizmet beklememeli ve bununla birlikte bize Fransa’daki kadın yazarlar örnek gösterilmemelidir. Eğer sizde milli toplum bilinci ve (medeniyet anlamında) ilerleme sevdası varsa halkımızın terbiyesine dikkatle zaman ayırarak bir kere genel ahlak anlayışını düzenleyip daha iyi ve doğru hale getirmelisiniz. Dünyada his denilen şeyin yalnızca şehvani hislerden ve erkek ile kadın arasındaki yakınlığın yalnızca kadının gösterdiği yakınlıktan ibaret olmadığını ve ciddi bilimler ile akılcı düşünceden kadınların da faydalanması gerektiğini ve sözün kısası, kadın ile erkek arasında insanlık bakımından hiçbir fark bulunmayıp birisinin, insan denilen hayvan türünün erkeği ve diğerinin de dişisi olduğunu anlatmalı.
İşte bu durum ortaya çıkarsa o zaman kadınlara da cesaret gelir ve özellikle siz bu durumu olabildiğince ortaya koyana kadar kız mekteplerimizden çıkan öğrenciler içinde çeşitli bilimlere vakıf kadınlar da ortaya çıkacağından, o halde yalnızca bahsi geçen dördüncü kısım kadın yazarlara değil, kalem erbabının dördünde de kadınlar yer alabilir.
Daima içtenlik ve samimiyetle.
[1] Ahmet Midhat, http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/ : 1871-1872
[2] Çakır, Serpil (1994), Osmanlı Kadın Hareketi, İstanbul: Metis Yayınları
[3] Fatma Tunç Yaşar, Osmanlı Kadının Eğitimine Yönelik İlk Süreli Yayın: Terakki-i Muhadderat, Dem Dergi, Sayı 3
[4] Hemen altına Ahmet Mithat “Aynen değil kısaca alınmıştır” notunu düşmüştür.
[5] Harflerin bire bir çevirisi bu şekilde. Ancak çeşitli varyasyonları araştırmamıza rağmen bu yazarın kim olduğunu tespit edemedik.
[6] Orijinal metinde bu niteleme ima edilerek yapılıyor. Bahsi geçen yazarın kim olduğu bilinmiyor.
[7] Ahmet Mithat’ın dipnotu şöyle: Yedi sekiz kadarını biz de biliyoruz ve tanıyoruz.
[8] Burada tamamen, kadınların eğitim sistemindeki konumuna dair bir durum tespiti var. Böyle olduğunu, yazının devamındaki kız mekteplerine vurgusundan anlıyoruz.
[9] 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı sonrasında Osmanlı Devleti’nde açılan ortaöğrenim kurumu. Rüşdiyelere kız öğrencilerin gönderilmesi teşvik edildi ve bunun için hususi olarak Kız rüşdiyeleri ve burada eğitim verecek kadın hocaları yetiştirmek amacıyla İstanbul Sultanahmet’te Dârülmuallimât (Kadın öğretmen okulu) açıldı. (Wikipedia)
[10]Dağarcık’ın birçok sayısında hayvanların da kendince duyguları ve sosyal zekâları olduğuna dair yer verilen yazıları kastediyor.
Mektubun Osmanlı Türkçesiyle Latin Harflerine Aktarılmış Versiyonu
‘Osmânlı Üdebâsından Bir Hânımın Muharrirîn-i Mevcûdeden Birisine Gönderdiği Mektûb
(Aynen değil hülâseten derc-edilmiştir.)
Fransa muharirlerinden “Jojsan” nâm hâtûnun kuvve-i kalemiyesi vasfına ve Fransa’da bunun emsâli daha ne kadar muharrireler olup Türkistân’da dahi eli kalem tutar ba’zı hânımlar vâr ise de bunların âsâr-ı kalemiyelerini böyle meydân-ı intişâre koyabilmek derecesine vârmaları daha pek çok zamâna muhtâç idüğüne ve sâ’ireye dâ’ir irsâline ‘inâyet buyurulan tahrîrât-ı ‘aliyye-i edîbâneleri tekrâr tekrâr mütâla’a-güzâr-ı hulûsver olmuştur.
Vâkı’â tahrîrât-ı behiyeleri yâlnız hikâye-i hâlden ‘ibâret olup taraf-ı mahlasîden cevâb talebini gösterir hiçbir su’âli hâvî değil ise de yâlnız zât-ı vâlâlarının değil öteden-beri erkeklerin muharrireler hakkında olan efkâr-ı istihfâfkârâneleri bu bâbda muharrireler nâmına olarak taraf-ı ‘acizânemden bir mukâbeleyi îcâb eylemiştir.
En evvel şunu ‘arz ve ityân edeyim ki muharrirlerimiz kadınlar miyânında edebiyânın terakkisi emrinde bize Fransa’yı numûne göstermekte haklı değildir. Zîrâ kendilerinin terakkiyât-ı edebiyeleri dahi henüz o dereceyi bulmamıştır ki diğer bir zâtın onlara dahi Fransa’nın erkekler miyânında olan terakkiyât-ı edebiyyesini numûne olarak göstermesi lüzûmu ber-taraf olmuş ‘add-olunsun. Bunca milyon nüfûsu hâvî olan ve husûsuyla on pârelik bir kaleme sâhib olanları efazıl-ı fazılâdan geçinen ‘Osmânlılar miyânında yazdığı şeyler lezzetle okunur ve nezâket ve ciyâdet-i efkârı hayretle telakki edilir kaç muharririmiz vârdır? Muharrirlerimizi imtihândan geçirsek muharrir denilecek muharrir beş nefere bâliğ olmaz zann-ederim. Muharrir geçinen zevât ihtimâl ki on beşe yirmi beşe velev süllim otuz beşe bâliğ olsun. Eğer bir millet mütemeddîne için vücûduyla iftihâr edilecek muharrirler bunlardan ‘ibâret olacak ise biz neden me’yûs oluyoruz. O rütbeyi ihrâz eden muharrirler kadınlar miyânında dahi on beşe yirmiye bâliğ olabilir. İktizâ eder ise isim ve şöhretleriyle dahi haber verebilirim.[1]
Tamâm. İşte asıl bahsimiz bundan ‘ibâret olduğu cihetle beyân edeceğim esbâbı dikkatle muvâzene buyurmanızı ricâ ederim.
Ama denilecek ki bu kadar muharrire vârdır da niçin vücûdlarını isbât etmiyorlar?
Bir kere gazete muharrirleri vârdır ki bunlar politika mübâhisiyle iştigâl bizim görmemiş olduğumuz birtakım fenleri görmeye muhtâç olduğu cihetle kadınlarımızdan o kabîl muharrire beklemek ‘abestir. Ba’zı gazetelerin muharrirleri gibi her ‘aklına geleni yazmak sûretinden ‘ibâret bulunan muharrirliği yapabilmek kuvvetine sâhib kalem ihtimâl ki bizim içimizde dahi bulunabilsin. Ancak biz kadın olduğumuz mühâbesesiyle hicâbımız ziyâde olduğundan böyle cühelâ bir şey yazıp da dûçâr olacağımız mahcûbiyete tahammül edemeyiz.
Muharrir denilen zevât kaç kısma taksîm edilir?
Bundan sonra fünûna, târîhe müte’allik kitâblar yazan muharirler gelir. Bu iş gazete muharrirliğinden daha güç ve daha âğır olup hatta bize numûne olarak irâ’e etmekte bulunduğunuz Fransa’da dahi bu büyük muharrirelerin vücûdunu pek de zann-etmeyeceğimden bizden bunu dahi taleb- etmemeniz lâzım gelir.
Sâlisen, Dağarcık’ta görülen bendler gibi muhâkemât-ı hakîmâneyi hâvî bendler yazmakla iştigâl eden muharrirler gelir. Vâkı’â herkes düşündüğünü yazmakta muhtâr ise de fünûn, düşünmeye dahi bir kânûn koymuş olduğundan o kânûn tahtında düşünmekten dahi mahrûmuz.
İşte şu üç kısım muharrirliği şimdiki hâlde bizde aramak ‘abes olup bunları inşâ’âllâh-ü te’alâ İnâs Mekâtib-i Rüşdiyesi’nden çıkacak ve yetişecek şâkirdân içinde bulursunuz. Şimdi muharrirliğin bir de dördüncü nevi’ kalır ki yüreklerinin hissini gerek român ve gerek tiyatro tarzında veyâhûd ba’zı bend-i mahsûslar içinde tasvîr ve tahrîr ederler. Bu kısım muharrirlik bizlerde istenildiği kadar vârdır. Ancak bunun dahi birçok mân’ilerden kurtulduğu yoktur ki meydân-ı sübûte koymak imkânı bulunsun. Zât-ı âlâ-yı edebiyânelerinin dahi inkâr edemeyecekleri üzere bizler kadın ve ‘al-el-husûs Osmânlı kadını olduğumuz cihetle ne kadar câhil bulunsak yine hepimizde yürek vârdır. Bu ise hayvânlık hâssiyetinden olup yâlnız bizde değil her hayvânda bulunduğu gibi hissiyâtın menba’ı dahi yürek olduğundan demek olur ki bizler dahi hiç olmaz ise Dağarcık’ta hâlleri ve hisleri hikâye edilen karıncalar ve güvercinler kadar hisli bir mahlûkuz. Şu kadar vâr ki hissi bir mangâl ateşe benzedir isek o ateşin kıvılcımlanması ve ‘alevlenmesi için ‘aşk dahi rüzgâr mesâbesine geçecektir. İmdi bizim memlekette bir kadının hissiyât-ı ‘aşkiye göstermesi ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu muvâzene buyuramaz mısınız? Eğer bunu muvâzene buyurabilir iseniz bâlâda ‘arz ettiğim mevâni’i hep bu muvâzenenin içinde bulursunuz.
Fakat korkarım ki bu muvâzeneye muktedir olamayacaksınız. Zîrâ muvâzene mevâdd-ı ma’lûmeyi yekdiğeriyle mukâbele demek olup hâlbûki bir kadının hissiyât-ı ‘aşıkânesinden tevellüd edecek tehlikeler sizce pek de ma’lûm olamayacağından bu bâbda izâhât vermeye mecbûrum.
Evvelâ hissiyât-ı ‘aşıkâne şimdiye kadar bizde ‘âdetâ hissiyât-ı şehvâniye olmak üzere tercüme edildiğinden bir kadın o yolda bir eser gösterecek olsa derhâl ‘iffeti halel-pezîr olmuş diye hükm-edilir. Hem de en garîbi neresi? ‘Aşk te’sîri erkek kadın tefrîk etmeyip ikisi üzerinde dahi hükmünü bir derecede icrâ edeceği müsellim iken erkekler hâlet-i ‘aşkı kendileri için teslîm ederek kadınlarınkini redd-ederler ve bîçâre kadınlar dahi bu haksızlığı kabûl ederler. Binâberîn sizin gibi muharrirler en evvel hissiyât-ı ‘aşıkâne, hissiyât-ı şehvâniye demek olmadığını ve her yürek meşhûdâtını bir hüsn-ü kabûl ve muhabbet hissiyle hiss-eder ise ona hissiyât-ı ‘aşıkâne denilip meselâ suları çağlayan ve hudûdunu ufk-u semâya kadar îsâl ederek orada zemînini âsumânla bağlayan bir çemenzârda vakt-ı gurûbda bulunarak hâlet-i gurûbu bir hiss-i ‘âşıkâne ile temâşâ etmek hissiyât-ı şehvâniyeden bütün bütün başka bir keyfiyyet idüğünü efkâr-ı ‘umûmiyeye anlatmalısınız ki bir erkek böyle bir hissini kâğıd üzerine koyduğu zamân ta’yib edilmedikten başka fazl ü kemâlini bununla istişhâd ettikleri gibi bu hissi bir kadında dahi görürler ise onu da ta’yîb etmeyip onun dahi fazl ü kemâlini bununla isbât etsinler.
Bundan sonra yüreğinizin hissiyâtını tercüme ettiğimiz zamân bunu tefhîm için elbette bir muhâtaba muhtâcız. Bizim için o muhâtab kimdir? Hikâye ederler ki şâ’ire-i meşhûre Fıtnat Hânım zamânı üdebâsından birisiyle şimdi bizim sizinle olan bahsimiz gibi bahs-ettiği esnâda “Siz ya’ni erkekler dâ’imâ bize ‘îlân-ı ‘aşk edersiniz. Biz hâl ü vazi’mizle müdâfa’a ettiğimiz hâlde yine ‘îlân-ı ‘aşk edersiniz. İmdi bizim size ibrâz-ı muhabbet yolunda söz söylemekliğimiz nasıl mümkün olabilir ki bu sûret yine sizin koymuş olduğunuz kânûn-ı muhabbete tevâffuk etmez. Biz bu derece müşkilât içinde bulunduğumuz için eş’ârımızda hissiyâtımızı esâs ediyoruz. Siz ise kemâlî derece serbest bulunduğunuz için eş’ârınızda hezl bile olsa yine makbûl olur” demiş.
İşte bu kâ’ide elyevm cârîdir. Binâberîn bizim için erkeklerden muhâtab ittihâz etmeye ahlâkımızın isti’dâdı müsâ’ade göstermez.
Kadınlardan muhâtab ittihâzına hiç müsâ’ade göstermez. Zîrâ hem-nev’i ile muhâttaba yâlnız erkeklere mahsûs bir imtiyâz olup kadınların yekdiğerine ‘âşıkâne bir söz söylemesi en büyük ma’yubâttan ma’dûddur.
Ama zann-etmeyiniz ki bu hitâb ve muhâttabadan murâdım (ma’nâ-yı ‘umûmiyesiyle) mu’âşaka demektir. Hayır! ‘Âdeten muhâttaba. Meselâ Dağarcık’taki “Güvercinler” bend-i mahsûsunu yazmak gibi. Eğer bu bend-i mahsûsu ‘âcizleri yazmış olsaydım da muhabbet-i zevciyenin derecâtını ol sûretle tasvîr etseydim cin fikirli bir kadın olduğumu derhâl hüküm verilir idi.
Şimdiye kadar göstermiş olduğum mân’iler yâlnız efkâr-ı ‘umûmiye nazarında olan mevâni’ olup hâlbuki bizi mâddeten ve fi’ilen men’-edenler dahi vârdır. Ezcümle hulûsverleri tek başıma ve kendi hürriyet-i şahsiyeme kendim sâhib olduğum için size şu mektûbu yazabildim. Eğer benim bir babam veyâhûd kocam veyâ karındaşım olsa idi bu yolda idâre-i efkâr edişime ve muharrirînden bir zâta mektûb yazışıma râzı olabilir miydi?
İşte şu merkezde bulunan ahvâl üzerine edebiyât-ı Osmâniye’ye kadınlardan hiçbir hizmet beklememeli ve binâberîn bize Fransa muharrirelerini misâl göstermemelidir. Eğer sizde cemiyet-i milliye ve sevdâ-yı terakki vâr ise halkımızın terbiyesine hasr-ı himmet ederek bir kere ahlâk-ı ‘umûmiyeyi tashîh etmeli. ‘Âlemde hiss denilen şey yâlnız hissiyât-ı şehvâniyeden ve erkek ile kadın beynindeki râbıta yâlnız râbıta-i zevciyetten ‘ibâret olmadığını ve fünûn-ı hükmiye ve muhâkemât-ı ‘akliyeden kadınların dahi müstefîd olması lüzûmunu ve ihtisâr-ı kelâm kadın ile erkek bîninde insânlıkça hiçbir fark bulunmayıp birisi insân denilen nev-i hayvânın erkeği ve diğeri dişi bulunduğunu anlatmalı.
İşte bu sûret miyâna çıkar ise o zamân kadınlara dahi cür’et gelir ve bâ-husûs siz bu sûreti mevaki’-i husûle çıkarıncaya kadar İnâs mekteblerimizden çıkan şâkirdân içinde fünûn-ı şettaya vâkıf kadınlar dahi peydâ olacağından o hâlde yâlnız ber-minvâl-i muharrer dördüncü kısım muharrire değil dört kısım, erbâb-ı kalemin dördüne dahi kadınlar iştirâk edebilir.
Bâkî hulûs ve husûsiyet.
[1]Yedi sekiz kadarını biz de biliyoruz ve tanıyoruz. (Ahmet Mithat Efendi’nin düştüğü dipnot.)
Manşet fotoğrafı: Pascal Sébah
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)