Duyu organlarımız aracılığıyla bize ulaşan uyarılar vasıtasıyla çevremizi anlamamızı sağlayan algı, bilişsel süreçtir ve gündelik yaşantımızda çok önemli bir olgudur. İnsanın, diğer canlılardan farklı olmasını sağlayan bilincinin gelişimi, bu bilişsel süreç sonucunda oluşur. Bu sürece büyük katkı sağlayan organlardan biri olan göz, aynı zamanda bilincin bir ürünü olan sanatın da odak noktasındadır. İnsan düşünsel ve duygusal dünyasında göze o kadar önem atfetmiştir ki, sanatın “bakmak” ve “görmek” eylemleri üzerinde oluşturulduğunu söyleyebiliriz.
Mitolojik öykülerden başlayarak, edebiyatın bakmak ve görmek eylemleri, hatta bu eylemlerin tehlikeleri üzerine yoğunlaştığını görürüz. Doğu edebiyatında da batı edebiyatında da gözden ve bakıştan/nazardan korkulur. Doğuda göz yaralayıcı bir organdır, bu yüzden bakışın ve görmenin merkezden çıkarılmaya çalışıldığı görülür. Bakışın yaralayıcı olduğu, insanı hırpaladığı düşünülür, bakmak ve görmek insan bilincini harekete geçirdiğinden sonuçlarından korkulur. Bu yüzden doğu edebiyatında “ar perdesi” deyimiyle görmenin sınırları çizilerek, gözün insan yaşamındaki olumlayıcı gücünün kırılması sağlanır. İstenenden fazlasının görülmemesi, fazlasına bakılmaması gerekir. Batı edebiyatında da çok farklı değildir. Batıda da mitolojilerinden başlayarak gözün bakmaktan, görmekten uzaklaştırılmak istenmesine şahit oluruz. Özellikle Yunan mitleri görmenin ve bakmanın tehlikeleri üzerinedir.
Orpheus Miti tam da bu anlamda, kişinin görmemesi gereken bir şeye bakması sonucunda cezalandırılmasını konu alan mittir. Her şeyi bilen, ünlü kör bilici Tiresias’ın öyküsü, Kassandra miti görmenin ve bakmanın tehlikeleri üzerine hikâyelerdir. Doğu edebiyatındaki sakınma ve sınırlamayı kabullenmenin aksine, batı edebiyatında “görmek” eyleminin sonucunda oluşan korkunun üstüne gidilir. Sınırlar ve kısıtlamalar aşılmaya çalışılır. Görmek, olanları ve olanlardan yola çıkarak olacakları görmek, hem arzulanan, arzuyu kışkırtan bir eylem hem de büyük tehlike olarak işlenmiştir edebiyatta. Oidupus miti de tam da bu anlamda görmeyi bilemeyen bir gözün cezalandırılmasıdır.
Yunan mitlerinin zamanından günümüze geldiğimizde, çok da bir şeyin değişmediğini görüyoruz. Efsaneleşmiş “Kral Çıplak!” masalının insana kazandırdığı cesaret çok uzağımızda olmadığı için günümüzde de hâlâ görmek korkulan bir olgu. Bu korkularına çözüm arayan iktidar sahipleri, gözün/gözlerin göreceklerinden, görmenin yarattığı sonuçtan korunmak, onları işlevsizleştirmek için görmeyi yanıltacak birçok araç icat etmişlerdir. Günümüz teknolojisi görsel iletişim araçlarını kullanarak, tıpkı Kassandra mitinde olduğu gibi, gerçekleri tüm çıplaklığıyla gösterip gerçek değilmiş algısı oluşturarak, inancımızı ve bilincimizi istediği gibi yönlendirebilmektedir. Bütün çıplaklığıyla ve sık aralıklarla görüşümüze sunulan gerçek, gerçekliğini yitirmekte, seyirlik oyun haline gelmektedir.
Naklen yayınlanan savaşlar, yıkımların felakete sürüklediği insan manzaraları yaşamımızın her alanında olmasına rağmen, duygusal hiçbir etki yaratmayan birer görüntü olmanın ötesine geçemiyor artık. Bu kadar bakmak, görme duyumuzun körleşmesine neden oldu. Göz araçsallaştı ve hem fizyolojik hem de psikolojik olarak görmemizi sağlayan yer olan beynimiz, görmek eylemine katılmaktan vazgeçti. Yaşanan zamanın hızında çoğu şeye bakıp geçiyoruz, baktığımız şeyleri gördüğümüz artık söylenemez.
Günümüz romancılarından Saramago’nun Körlük romanını da bakmak ve görmek kavramları üzerinden okumak mümkündür. Selahattin Hilav; “Sanatın asıl görevi ‘yatıştırmak’ değil, ‘tedirgin etmek’tir; biz olmaksızın hareket ederek gelişen verilmiş bir gerçekliği dile getirmeye kalkışmak değil, gerçekliğin gelişmesi ve değişmesinin büyük ölçüde aksiyonumuza bağlı olduğunu ve bu gerçekliğin yetersiz yanlarından bizim sorumlu olduğumuzu duyurmaktır; kısaca sorumluluğun uyandırılması ve fark ettirilmesidir,” diyor, Entelektüeller ve Eylem kitabında. Yani burada da tıpkı Yunan mitlerinde olduğu gibi, korkunun üstüne gideceğimiz, körlüğümüzü açığa çıkarak, olan biteni sorgulamamızı sağlayacak efsaneleri bize sanat vermek zorundadır, çünkü bu hep böyle olagelmiştir. Yaşanan zamana ayna tutan, bizi rahatsız ederek değişim ve gelişimdeki insanın yerini ve sorumluluğunu gösterenler, büyük sanat eserleridir. Körlük bu anlamda nasıl bir romandır, sarsan, huzursuz eden, kendimizle yüzleşmemizi sağlayan bir roman mıdır?
Portekiz’in en tanınmış yazarlarından olan José Saramago, 16 Ekim 1922 tarihinde Azinhaga köyünde doğar. Henüz üç yaşındayken, ailesi Lizbon’a taşınır. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle yükseköğrenim yapamayarak, başka işlere yönelmek zorunda kalır. Sağlık görevlisi, yayıncı, çevirmen, gazeteci olarak çalışır. 1947 yılında ilk romanı olan “Terra do Pecado”yu yazar. Oniki yıl boyunca bir yayınevinde yayın yönetmenliği ve “New Seara” dergisinde edebiyat eleştirmenliği yapar. 1972-1973 yıllarında “Daily Periodical of Lisbon”da siyasi makaleler yazar. Portekiz Yazarlar Birliği’nin yönetim kurulunda görev alır. 1975 yılı Nisan ve Ekim ayları arasında “Daily one of Notice”da genel yayın yönetmeni yardımcısı olarak çalışır. 1976 yılından beri ise, yalnızca yapıtlarından gelen gelirlerle yaşamaktadır. Bir komünist olan Saramago, Antonio Salazar’ın diktatörlüğüne karşı mücadele etmiştir. Salazar rejimi 1974 yılında yıkıldıktan sonra tekrar roman yazmaya başlayan Saramago’nun yapıtları için, Latin Amerika mistisizmini realizmle kaynaştırdığı söylenmektedir. Saramago’nun uluslararası düzeyde tanınmasını sağlayan yapıtı, 1983 yılında yayınlanan Memorial do Convento’dur. Opera olarak da sahnelenen bu yapıtın; bireyler ve örgütlü din arasındaki savaşın irdelendiği ve yazarın otoriteye karşı uzun mücadelesini de yansıtan bir yapıt olduğu belirtilmektedir.
José Saramago’nun ülkemizde en çok bilinen yapıtı olan Körlük isimli romanı ise, yazıldıktan üç yıl sonra, 1998 yılında, Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. 2008 yılında filmi çekilen, filmden sonra dünyada oldukça tanınan ve yazarının da tanınmasına yol açan bir romandır Körlük. Türkiye’de ilk defa 1999 yılında çıkan kitap, 2017 yılında başka bir yayınevi tarafından yeniden basılınca tekrar popülerlik kazandı. Dikkat çeken bir isme de sahip olan roman çok bilinen filminden dolayı, ülkemizde de okuru kendine çeken bir yapıt oldu.
Körlük romanı, bir adamın bir kentte, trafikte araba kullanıyorken yeşil ışığın yanmasını beklediği sırada aniden kör olmasıyla başlıyor. Sonrasında adamın körlüğü göz doktoruna, doktorun muayenehanesindeki diğer hastalara bulaşıyor ve körlük salgın haline geliyor. Roman boyunca göz doktorunun karısı hariç, kentte kör olmayan insan kalmıyor ve herkesin kör olduğu bu kentteki yaşam kaotik bir atmosferde ilerliyor. Saramago’nun karakterlerinin körlüğü beyaz bir körlük. Görmeyi engelleyen beyaz bir perde iniyor gözlere. Roman, ilk körlerin tecrit için gönderildikleri terkedilmiş bir tımarhanede, beslenmeye odaklı yaşam savaşıyla hızlanarak, fırsatçılık, cinsellik, ölme öldürme, tecritten kaçma, aynı kaosu kentte yaşama, en sonunda da bütün körlerin tekrar görmeye başlamasıyla bitiyor. Başkalarının güçsüzlüğünde kendini güçlü görme eğiliminde olan insanın haz duygusuna hitap ettiğinden, ilk sayfalardan başlayarak aksamalara rağmen ilginç gelen konusuyla kendini okutuyor. Romanda olaylar karşısında insanların güçsüzlüğü o kadar iyi işleniyor ki, onların yerinde olmadığımıza şükrederek okuyoruz kitabı sonuna kadar.
Yazarın metafor olarak kullandığı beyaz körlük, okur olarak ilgimizi çekiyor. Yaratılan roman evreni hayal gücümüzü aşacak, bizi şaşırtıp imge dünyamızı zorlayacak diye düşünürken, okuma ilerledikçe tam tersi bir durum oluşuyor ve yazarın yarattığı evren sıradanlaşıyor. Okuru şaşırtmayan, olabileceklerde sürpriz yaratmayan, son derece sıradan bir roman evreni içinde ilerliyoruz. Karakterler, herkesin kör olduğu bir ortamda oluşan kaosta nasıl davranılması gerekirse öyle davranıyor, nasıl yaşanması gerekirse öyle yaşıyorlar. Yani beyaz körlükle yazar, verili simgesel evrenin* karşıtını yaratacak, onu sorgulamamızı sağlayacak diye düşünürken, verili olanın güzel ve yüce yanlarına odaklanıp onu kutsamamızı sağlıyor. Sonrasında da yazarın yarattığı mekân ve karakter davranışları, verili simgesel evreni olumlayıcı bir düzlem içerisinde ilerliyor ve beyaz körlüğün romanın işleyişine katkısı olmadığı gibi, okur olarak ona yüklediğimiz anlam da yaralanıp hiçleşiyor.
Yaratılmak istenen roman evrenine giriş de, ilerleyen bölümlerde işleyiş de son derece sıradan. Kitabı ilginçleştiren bir kurgusu yok. Sanki karakterler rol dağılımını yapan yönetmenin istediği davranışın içine hapsolmuş, özgünlüğünü kazanmamış karakterler. İtirazları, sorgulamaları, karşı duruşları olmayan bu karakterler, kabullenmenin dayanılmaz hafifliğinde körlüğü adeta normal karşılıyorlar. İlk körden başlayarak hiçbiri paniğe kapılmıyor, hiçbiri kendisine yapılanlara itiraz edemiyor, ne denirse onu yapıyor, çoğu kendi küçük hesaplarını, kör değilmişçesine, kollamaktan geri durmuyor. İlk karakterimiz arabasının içinde, trafiğin ortasında kör olunca hastaneye gitmektense eve gitmeyi tercih ediyor, resmi herhangi bir kuruma başvurmayı istemiyor. Paniğe kapılmıyor, son derece aklı başında kararlar alabiliyor, kendi içinde muhasebe yapıp tercihlerinde kullanabiliyor. İnsanların yardım teklifini kabul ediyor ve şoförlüğünü yaparak evine kadar götüren adama teşekkür ediyor. Teşekküre, yardım eden ikinci karakterimizin yanıtı oldukça ilginç, okuru şaşırtıyor. Kör olmak sanki grip olmak, öksürmek gibi son derece olağan ve her zaman olabilecek bir olaymış gibi, “…bir önemi yok, bugün sizin başınıza gelir, yarın benim, bizi neyin beklediğini bilemeyiz.”(sf.11) diye yanıt veriyor.
Kör adam eve geldiklerinde, niyeyse o zamana kadar aklına gelmeyen bir düşünceyle, kendisine yardımcı olan, yazarın söylemiyle, iyiliksever adamın bir kötülük yapabileceğini, evi soyabileceğini düşünerek içeri girmesini istemiyor. “korunmasız zavallı kör bir adamı etkisiz hale getirmek için kıskıvrak bağlayıp ağzını tıkamayı, sonra da eline geçen her türlü değerli eşyayı çalmayı planlıyor olabilirdi.”(sf;13) Hatta anahtarıyla kırk yıllık kör gibi, parmaklarını kullanarak, dairesinin kapısını kendi açıyor. Adamı dışarıda bırakıp kapıyı kapatınca rahatlayıp oturuyor ve soğukkanlılıkla eşini bekliyor. Okur olarak biz de adamla birlikte sakin bir bekleyişe başlıyoruz. Olayı sıradanlaştıran yazar yaratmak istediği kargaşa evrenini baştan yaralıyor. Yani ilk kör olan adam, çok normal bir olay karşısındaki normal biri gibi davranıyor. Bu ilk körün daha sonrasında da arabasının çalınmasından son derece rahatsız olması, hatta tecritteyken bu sebepten dolayı kendisi gibi kör olan, iyiliksever adamla kavgaya tutuşması da oldukça ilginç. Gözlerini kaybetmiş olmak arabasını kaybetmiş olmak kadar yaralamıyor ilk körümüzü. Arabası için kavgayı göze alabiliyor ama körlüğüne teslim oluyor, roman boyunca en ufak bir mücadelede bulunmuyor.
Okur olarak bütün bu sorgulamaları bir tarafa bırakıp ilginç olan konunun derinleşmesini beklerken, doktorun karısının kör olmamasına odaklanıyoruz bu kez ve onun neyin sembolü olacağını düşünüyoruz. Görmeyenlerin dünyasında bir gören olabileceği ümidine kapılıyoruz ama yanılıyoruz. Yazarın, kör olmayan tek karakterine verdiği görev ise oldukça ilginç; toplumun, dolayısıyla yaratılan siyasi ve sosyal ilişkilerin dışına çıkmanın imkânsızlığını gösteren olumlayıcı bir simge, doktorun karısı. Sonrasında da ister istemez onu sorguluyoruz. Kör olmayan o tek karakter, düzen içinde kanıksadığımız nimetlerin farkına varmamız gerektiğini mi söylüyor bize? O nimetlere sıkı sıkıya sarılmamızın ne kadar önemli olduğunu iyice anlamamız için mi kör olmadı acaba?
Romanın vicdanı olarak düşündüğümüz doktorun karısı, simgesel evrenin dışına itilerek, gözlerimizden kaçırılan şeyleri görmemize yardımcı olacak diye beklerken, aksine verili olanın dışının kaos olduğunu, çıkışın olmadığını kanıtlayan bir figür olarak karşımıza dikiliyor. Mücadele gücümüzün olmadığını, yenilmeye mahkûm olduğumuzu pekiştirmek için kullanılıyor.
Körlük bilinçaltımızda, verili simgesel evreni iyice içselleştirip onun en iyisi olduğunu kanıtlamaya çalışan ve kaybedersek neler olacağına ayna tutarak, ona sıkı sarılmamız gerektiğini işleyen bir roman. Romanı okuyup bitirdiğinizde yaşanan çağa ve bu çağın nimetlerine şükretmemizi öneren bu roman, gerçekliğin çok da sorgulanacak yanı olmadığı fikrini pekiştiriyor.
“Var olana sahip çık, daha iyisini boşver, daha kötüsünü düşün!”
Yazarın, kitabın birçok bölümlerinde yaptığı “örgütlenme” vurgusu hiyerarşik yapılanma ile denetime dayalı modern kapitalist kent yaşamına övgüdür aslında. Birey her yönüyle kabullenilmesi gereken modern kent yaşamının dışına çıktığında “güçsüz” bir kör gibidir. Aslında kör gibi demek, simge olarak körlüğü kullanmak ne kadar doğru olduğunu da tartışmak gerekir. Çünkü insan herhangi bir eksikliğinde, mücadeleci yanını harekete geçirerek, o güçlüğü alt etmenin yollarını arayıp bulmuş, bugünkü durumuna, “uygarlık” dediğimiz gelişmeye o mücadele gücü ve bilinciyle gelmiştir. Oysa yazar metafor olarak kullandığı “Körlük”le bireye, verili ortamı onaylatmış, kör olmayan doktorun karısı vasıtasıyla da mücadele gücünün olmadığına, görmeyen kalabalığın, gören tek kişinin yapacağı en basit hareketi bile yapamayacağına inandırmaya çalışmaktadır.
**Düşüncekahvesi.net adlı internet sitesinde “Kitap Zamanı” adlı yayının 17. sayısında 17 Haziran 2007 tarihli Muhabir Ali Pektaş’ın José Saramago ile yaptığı söyleşisi.” başlıklı yazıda Saramago’nun, yapıtlarındaki karakterleri için söyledikleri oldukça ilginç; “Esasında benim bütün kahramanlarım mütevazı insanlardır. Sanki önlerinde ciddi bir gelecek yokmuş gibi, öyle gelmiş öyle gidecek insanlar. Tabii büyük bir gelecek beklemiyor onları; ama herkesin bir geleceği var.” diyor yazar. Tıpkı Körlük romanındaki karakterleri gibi, geleceksiz karakterler yaratıyor.
Saramago’nun Körlük romanını simgesel evrendeki “gerçeklik” içinde (ki bu gerçeklik her şeyi metalaştıran kapitalist gerçekliktir) bir karşı duruş olarak mı yoksa bir kabulleniş olarak mı algılayacağımızı yine yazarın kendisi söylüyor. Yukarıda adı geçen röportajda yazarın; “Körlük” romanı gibi unutulmaz bir toplumsal hicvin yazarı olarak size şunu da soralım: Dünya nereye gidiyor? Körlük sürüyor mu?” sorusuna:
“Bu körlük fikrinin ortaya çıkışı çok basit aslında. Bir lokantada oturuyordum, ne yiyeceğime karar vermiştim ve bekliyordum. Bir anda kafamda bir soru oluştu: Ya hepimiz kör olsaydık, dedim. Hemen kendi kendime cevabı da buldum, zaten körüz dedim. O roman öyle doğdu. Hepimiz körmüşüz, sağduyumuz kalmamış gibi davranıyoruz. İnsanlar zeki olmaya tahammül edemiyorlar. İnsanlığın ilk dönemlerinde zekâyı keşfettiklerinde bile zekâya tahammül edemediler. Onun için de delirdiler. Hâlen de o delilik sürüyor. İnsan dediğimiz yaratık akıl hastasıdır. Eğer öyle olmasaydı, dünya şu anki durumda olmazdı. Bu dünya düzenini ortaya çıkaran, herhalde aklı başında bir ruh hali değildir. Mesela egoizmi düşünelim, hırsı, batıl inançları düşünelim. İşte bütün bunları düşündüğümde insanoğlu akıl hastası bir yaratıktır, diyebiliyorum. Bir de şöyle bir şey var: Biz mantığımızı mantıklı olanın karşısında kullanıyoruz. Hayata karşı kullanıyoruz. Biz hayatı hak etmiyoruz esasında. Sonuç felaket, felakete kadar gider bu iş. Hiçbir iyileşme ümidi görmüyorum. Orada, burada bazı ilerlemeler kaydedilebilir. Ama hayata yeni bir anlam kazandırma konusunda hiçbir emare yok. Bir de öylesine zıtlıklar var ki, insanın gelecekten ümitli olası gelmiyor.“
Bu satırları okuduktan Körlük romanında neden karantina olarak akıl hastanesini kullandığını daha iyi anlıyoruz. Yazar insanları iyileşemez birer akıl hastası olarak görüyor ve her şeyden tek tek insanları sorumlu tutuyor. Bütünden, sistemden hiç söz etmiyor, daha doğrusu sisteme güzellemeler yapıyor. Bunlardan sonra aslında söylenecek şeylerin pek de anlamı kalmıyor ve yazarın kendisi öylesine devinen, simgesel evrenin meşruiyetine katkıda bulunan yapıtının mesajını yüzümüze haykırıyor; “İnsan yenilmiştir, çıkışı yoktur,” demeye getiriyor. Saramago’nun buna hakkı yoktur!
“Ricardo Reis’in Öldüğü Yıl” romanında yazdığı gibi “Bilgelik dünyadaki gösteriyle mutlu olabilmek ” değildir, o gösteriye muhalif olmaktır. İyi şeylerin olmadığı dünyadan Saramago’nun dünyasındaki bilgeler de sorumludur.
Sözlerimi ***Maurice Blanchot’in sözleriyle bitirmek isterim; “Yazmak kendini bağlamaktır; ancak yazmak kendini koparmaktır da, hiç sorumluluk almadan adamak için. Edebiyatın tehlikesi, anlamı otoriteyle özdeşleştirmeden, anonim bir sesle konuşmasında yatar.”
Saramago anlamı oluşturan anonim sesi Körlük’te yok etmiştir.
*verili simgesel evren: İçinde yaşadığımız zamanın üretim ilişkilerinin oluşturduğu siyasal ve sosyal yapıdır. Bugün için söylersek, küresel sistemin dayattığı emperyalist ekonomik, yasal ve dinsel ilişkiler.
** http://www.dusuncekahvesi.net/2007/10/
***(Alıntı) Köpeğin Ahlakı / Ergin Yıldızoğlu
Yeni Gelen dergi Haziran sayısında yayımlandı.