Memlekette fanzinciliğin en eski, en nitelikli ve uzun yeni sayı aralarına rağmen en sürekli örneklerinden biri olan Kaburga Megazine, içinde farklı emektarların adı geçmekle birlikte Uluer Oksal Tiryaki’nin kaptanlığında seyrediyor yıllardır. Sadece fanzin yayıncılığıyla değil, özgün bir dile, bir ritme sahip şiirleriyle de dikkat çekiyor Uluer. Geçtiğimiz yıllarda Oyun Yayınevi’nden çıkan Arabesk yahut Death Metal ile son dönem şairleri arasında yerini sağlamlaştıran, geçtiğimiz aylarda Sub Press’ten çıkan “Anadolu Ekspresi” adlı antolojiyi hazırlayan konuğumuzun, yeni kitap sürprizi de yolda.
Uluer Oksal Tiryaki ile fanzinden dergiciliğe, edebiyattan sektöre geniş ve sıkı bir sohbete imza attık. Yayımlanması biraz uzun sürdü, ama demlendi, güzelleşti. İyi okumalar… (Röp: Koray Sarıdoğan)
AYRICA BAKINIZ | DOSYA: Bugünün Edebiyatı: Değişim mi, Geçiş mi, Çöküş mü?
Fanzin aleminin eski ve bilinen isimlerinden biri Kaburga. Yine de bilmeyenler için şöyle bir özet alalım, geçmişinden bugüne nasıl seyretti? İşin mutfak kısmında Uluer Oksal Tiryaki’den başka isimler var mı?
Kaburga’yı hazırlamaya, bundan beş sene önce, Erman Akçay’la beraber başladık, bunu yapmak istememizin sebebi bir şeyler üretme isteği ve can sıkıntısı gibi şeylerdi. Zamanla art arda birkaç sayı çıkarınca, gelen tepkilerin de olumlu etkisiyle daha fazla gaza bastık ve derken iş bu noktalara geldi. İlk dört sayıyı Erman’la birlikte hazırladık, sonra o kendi işlerine ağırlık verince sayfa düzeni ve tasarım gibi işlerde Nihan Şişli’nin yardımları oldu. Ayrıyeten bu konuya ilgi duyan bazı arkadaşlarım da kendi istekleriyle çalışmalara dahil oldular, Kaburga’yı hazırlayan sunan her ne kadar ben olsam da bunu içeriğe katkıda bulunanlardan okuyucusuna, benimsenmiş bir birliktelik olarak düşünüyorum. Şimdilerde 9.sayıyı toparlıyoruz; neredeyse bitti ve bu sayıyı da Eser Yılmaz’la beraber hazırlıyoruz.
“Megazine” adı nereden geliyor? Yeni bir isimlendirme sanırım.
“Mega-Zine” aslında magazine ve fanzin kelimelerinin ortak kullanımından türemiş bir isim. Kaburga bir fanzin değil, megazine. Yurtdışındaki örneklerinden de görüleceği gibi Kaburga Megazine, ortalama bir fanzine göre çok daha kapsamlı bir çalışma. Örneğin; ilk sayılar daha çok şiir ve yazı ağırlıklıydı, şimdi neredeyse yarısından fazlasını görsel sanatlara ayırdım, takip ettiğim ve etkileşimde bulunduğum sanatçılar var. Özellikle “Le Dernier Cri” kolektifinden sanatçıların bu konuda bize destek olduklarını söyleyebilirim. İsim konusuna dönecek olursak, daha önce “Kaburga Zine” olarak adlandırdım çünkü klasik anlamda Zine çizgisindeydik, Şimdiyse içeriğin çeşitlenmesi ve avangart tarafının ağır basmaya başlaması bu ismi seçmemde etkili oldu diyebilirim.
Sayıları belirli periyotlarda hazırlayabiliyor musun, yoksa zaman olup fırsat buldukça mı?
Son sayımızı geçen sene ağustos ayında çıkardık, bir iki ay içinde yeni bir sayı basmayı planlıyorum. Sayıların çıkış tarihlerine baktığımızda yine üç- beş ay aralıklarla devam etti. Süre bakımından belli bir periyoda bağlı olduğum söylenemez, aslında açık konuşmak gerekirse ben tamamen kafama göre yapıyorum, sonuç olarak bu disiplin ve mesai isteyen bir iş, örneğin Kaburga ile ilgili neredeyse bir yıldır (KMZ tişört serisi ve içerik arşivi dışında) herhangi bir şey yapmadım çünkü kendi işlerime ağırlık vermek istedim. Dediğim gibi bu disiplin gerektiren bir iş ve sadece bir şey yapmak için yapmak da bana göre saçmalık, bugüne dek sekiz sayı hazırladık ve her biriyle gurur duyuyorum.
Çeşitli gelişmelere bağlı olarak fanzin sayısının çoğaldığı, hani deyim yerindeyse fanzinciliğin yeraltından üstüne çıkarılacak kadar popülerleşti popülerleşecek bir durumda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama bir yandan da bu işin orijinlerindeki kes-yapıştır-kolajla-çoğalt mantığından ziyade dijitalde hazırlanıp baskıyla çoğaltılan fanzin örnekleri de hayli çok. Kaburga, tüm bu manzarayı nasıl yorumlar, kendisini nasıl konumlandırır?
Aslında bunun gibi şeylere takılmıyorum. Fanzin elle yapılır ya da yapılmalıdır diye bir şey benim için söz konusu değil. İsteyen elle yapar isteyen bilgisayar kullanır, bana göre önemli olan daima içeriğin niteliğidir.
Fotokopiyle çoğaltılan fanzinlerden yana değilim çünkü fanzinin göze de hitap etmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin; Cleon Peterson sana 300 MB’lık çizimini gönderiyor sen bu resmi fotokopiyle çoğaltıyorsan, her şeyden önce o sanatçıya ayıp etmiş olursun, görsellik somut özelliği bakımdan sıfıra iner, bu fikir, görsel tarafı olmayan fanzinler için doğal olarak geçerli olmasa da manzara konusundaki yaklaşımım bu, bunun da nedeni sayfalardaki görselliğin zedelenmesi, diğer türlü -genellikle- fanzinler sadece içinde parti bildirileri gibi yazılar olan beş-on sayfalık beyaz kağıtlardan öteye gidemiyor ve gidemez de.
Yaygınlaşan fanzin üretimini, estetizm ve görsellik gibi konular açısından değerlendirdiğimde, buralarda bu işi icra edenleri pek ilgilendirmiyor gibi görünüyor, diğer taraftan bakıyorsun, Fransa’dan fanzin geliyor, heyecanla karıştırıyorsun, içinden üç boyutlu gözlük çıkıyor, görsellik muazzam, kağıdı ve baskı kalitesi tartışılmaz, burada ise daha çok “Abi biz de fanzin çıkarmak istiyoruz,” Falan filan gibi şeyler duyuyorsun.
“Edebiyat, Dergicilik Oyunundan Sıkıldı”
Uluer Oksal Tiryaki’yi bilip tanıyanlar olarak kendisinin muhalif, tabiri caizse köşeli bir arkadaşımız olduğunu biliyoruz. Bu tavrı popüler kültüre bakışında da görmek mümkün. Bu minvalde Kaburga’nın barkod giymiş bir dergi olmasını hiç düşündün mü, bu konu ve dergilere dair fikirlerin nedir?
Hayır düşünmedim, bundan sonra da söz konusu olmaz, fakat belki bir gün bunu bir toplama dönüştürmeyi düşünürsem bu olabilir. Barkod konusuna herhangi bir takıntım yok, bu ticari bir değer değil, eğer barkoddan anladığımız şey kaba tabirle “sistemse” (şayet yeterli donanımın, becerin ve bu yönde bir niyetin varsa) sistemi kendi silahıyla yaralayabilirsin, böyle düşünmekte fayda var.
Üç dört seneden beri hiçbir dergiye şiir-yazı göndermiyorum, çünkü tiyatro bitti ve kalabalık evlere dağıldı, bunun yerine fanzinleri takip etmeyi tercih ediyorum, bir çok fanzin/zine hazırlanıyor ve birçoğu “Dergiciliği” tam anlamıyla rafa kaldırdı.
Kaliteli fanzinlerin yaygınlaşmasını destekliyorum, en azından ticari beklentileri ve bağlı oldukları bir firma yok. Edebiyat genel manada dergicilik oyunundan sıkıldı, nedenleri ortada: Birisi, dergisinde yayımladığı şiiri toplumun ahlak yapısına ters olduğu için, sırtını toplumun kafa okşayıcı yapısına yaslamak adına şairini satarak dergiyi kapatıp ortalıktan toz oluyor, sonra o şair sosyal medyada ölüm tehditleri alıyor, şair bir süre sosyal medya hesaplarını kapatıp sokağa çıkamayacak hale geliyor, aslında bakarsan şair zaten şair değil, popülerite kazanmak adına (şirketler tarafından desteklenen) dergilere saldıran ve bu işten zararlı çıkan kişilerden sadece biri.
Diğeri, photoshop’la Boğaziçi Köprüsü’ne Nazım Hikmet’ten bir dörtlük yerleştirip, asli kitlesine selam çakıyor. Çok daha önce Taylan Kara’nın da yazılarında bahsettiği gibi ünlü ve az ünlüleri, sol’dan alıp sağ’a satar, arkalarına baktığınızda yine sözde ahlak bekçilerini ve medya patroncuklarını görürsünüz.
Diğer bir çevre ise yeterli okur kitlesine bir türlü ulaşamadığı için altı ayda bir farklı konseptlerde dergi çıkarıyor, edebiyat ayağına, bir sayıda Ayşen Gruda’ya diğerinde ise Hayko Cepkin’e falan rastlarsınız, tek dertleri oligarkların yerini almak olan bu başarısız hareket, genellikle olamadığını eleştiriyor.
En üst ligde ise elit edebiyatçılar var; onlar genellikle aydın/entellektüel çizginin temsilcileridir, cukkaları sağlam olduğu için alt kesim edebiyatçılar ve elitist okur çevreleri tarafından yakından takip edilir ve daima övgüye değer bulunurlar, fular alışkanlığı bir alt zümreye bu kodamanlar tarafından kazandırılmıştır. Üçüncü ligde ise tüm bunların minimal tezahürü: Çay, kahve, kitap, edebiyat, vs. biraz önce de bahsettiğim gibi, dergilerle işi olan bir adam değilim ve günümüzde dergiciliğinin geldiği nokta hiç umurumda değil.
Popüler olana karşı durma konusu cepte. Ben soruyu tersinden sormak isterim: “Şu özelliklere, bu şartlara sahip olan popüler bir iş de bağra basılabilir” gibi bir ölçütün var mı?
Evet genel olarak popüler olana karşıyım ama bu sivri köşeleri olabilecek bir konu değil ve bunu bir parça irdeleyecek olursak bir sürü tezat ortaya çıkabilir. Örneğin bu; Radiohead’i seviyorum ama aynı zamanda popüler müziğe de karşıyım demek gibi bir şey olur. Buradaki ölçüt kendini nerede konumlandırdığınla alakalı. Bir ara Lautreamont okumak çok modaydı ancak Maldoror’un Şarkıları hâlâ efsane
Bu noktadan itibaren, bir nesneyi ya da kişiyi popüler kılan şey tam olarak nedir diye sormak gerekir, bir pop şarkıcısının sahip olduğu genel geçer popülerizm mi yoksa gerçekten güzel bir filmin, seyircisi tarafından hak ettiği değeri görmesi mi. Ben ikincisinden yanayım, iyi bir iş gerçekten iyi bir iş olduğu için popüler olabilir, bence bunda herhangi bir sakınca yok. Maksat popüler olmayı istemek ve bunun için mücadele etmekse orada yollarımız ayrılır. Kısaca, her şey birbirinin içine geçmiş birer halka gibi, kendini, bunun ne kadar dışında tutabiliyorsun bütün mesele bu.
Kaburga’nın dümenindeki Uluer’in bir de şiir kitabı yayımlandı geçen yıllarda, “Arabesk yahut Death Metal”. Tamamen fikirlerini anlatabilmek, bunu okuyanları düşünüp tartışmaya itmek için soruyorum: Butik bir yayınevinden de olsa barkod giyip rafa çıkan bir kitabın var. Bu senin için rahatsız edici bir durum oldu mu?
“Arabesk veyahut Death Metal”, bana göre son yıllarda yazılmış en iyi şiir kitabı. Sadece bir üretki olarak değerlendirecek olsan bile bu soruya başlı başına bir cevap. Kendimi politik bakımdan herhangi bir şekilde tanımlamaya karşıyım. Ancak çoğunun yaptığı gibi, muhalif olmak, karşıt olmak gibi -sadece söylemde kalmayan- şeylerden de bahsedebiliriz.
Kitabın arkasında bir bandrol var evet ama bu, içinde natürmort türde şiirler olan bir şiir kitabı değil, politik bir tavrı var, ancak politikayla ilgili bir kitap da değil, bu konudaki fikrimi özetlemem gerekirse; modern şiir -ana hatlarıyla- modern toplumu anlatamıyorsa kimse kusura bakmasın herhangi bir şiir kitabını açıp okumam. Bu açıdan düşünmeye devam edersem, biraz önce de belirttiğim gibi, üzerinde kültür bakanlığının bandrolü bulunan bir kitapla sistem karşıtı söylem de geliştirebilirsin, ben estetik ve duygudan bağımsız olarak bunu gerçekleştirdim, kısacası her şey senin elinde. Sadece karşıt olmak benim için tek başına bir anlam ifade etmiyor.
Sub Press çatısı altında “Anadolu Ekspresi: Yeni Türk Şiiri”ni hazırladın. Şenol Abi’ye de sorduk, bir de senden duymak isteriz: Nasıl çıktı bu fikir, kitabın yayına hazırlanma süreci nasıl oldu?
Şenol’un zaten eskiden beri böyle bir niyeti vardı, sadece hayata geçmesi biraz aksadı. Bir gün bu konu hakkında konuştuk, bana böyle bir şeyi yapıp yapamayacağımı sordu, ben de kabul edip elimden geleni yaptım.
Aslında bu isteğin nedeni yine Kaburga’ya dayanıyor. Şöyle ki; şiir yazan ve aynı zamanda basan biri olduğum için, çevremde kimin ne yazdığını üç aşağı beş yukarı biliyorum ya da potansiyeli tahmin edebiliyorum. Kitabı hazırlarken öncelikle içinde yer alacak isimleri ve şiirleri belirledim, daha sonra bir ekip oluşturup İngilizceye çevrilmesini bekledim. Başta çeviri konusunda kaygılarım vardı ama ekip, Kerem başta olmak üzere sıkı ve de özverili bir iş ortaya koydu, ardından son okumalar, mizanpaj derken tamamlandı. “Anadolu Ekspresi” nitelikli ve içimize sinen bir çalışma oldu, modern şiir diye tabir edebileceğimiz türde bir kült antoloji.
Bu işe girmemdeki nedenleri hesaba katarsak, bu şiirlerin bir antoloji olarak sadece burada dolaşımda olması fikrinden çok İngilizceye çevrilecek olması ve dolayısıyla yaşadığımız ve yazdığımız şeyin başka coğrafyalarda da okunabilecek olması düşüncesi olarak özetleyebilirim. Benimle birlikte birçok insan bu kitaba emek verdi, çevirilerden, kapağına gerçek bir kolektif işiydi. Kitap şu an, Türkiye dışında, Amerika başta olmak üzere Avrupa’da çeşitli ülkelerde satışta, son olarak, Princeton Üniversitesi bu kitabı kütüphanesine koydu, bu hepimiz adına gurur verici.
AYRICA BAKINIZ | Şenol Erdoğan: Altıkırkbeş’ten Ayrılmam Benim Kendimden Ayrılmamdan İbaret
Bir sonraki şiir kitabının yolda olduğunu biliyorum, Sub Press’ten mi gelecek, ne aşamada kitap?
Bir sonraki kitap şiir değil, daha çok deneme ve düzyazı ekseninde deneysel bir çalışma. Benim için tanımlaması biraz güç çünkü örneklerine pek rastlanılır bir tür değil. Bu teorik olarak üçüncü kitabım olacak ve dosyayı SUB Press’e teslim ettim, okundu ve yayına alındı, şayet bir aksilik olmazsa ekim ayında çıkması planlanıyor. SUB Press ile ilgili ayrı bir parantez açmak gerekirse; henüz yeni sayılabilecek bir yayınevi ancak şimdiye dek çıkardığı iş ortada. Kendi alanında büyük bir açığı kapatabilecek potansiyele sahip bir oluşum, zamanla daha çok ses getireceğini düşünüyorum.
Bugünün gerek popüler, gerek nispeten ana akım dışında kalmış edebiyat ve yayıncılık dünyasını nasıl görüyorsun? Dönemin bir dili, bir özgün kumaşı var mı sence? Piyasayı domine eden sığ oluşumların arasından nitelikli bir dönem edebiyatı çıkar mı dersin?
Bu ülkede her konuda her kafadan bir ses çıkıyor, bilen bilmeyen herkes sadece konuşuyor, iş icraata geldiğinde ise ortalıkta kimse kalmıyor. Dönemin özgün bir kumaşı tabi ki var, salt şiir anlamında “Anadolu Ekspresi”ni referans olarak gösterebilirim.
Senin de söylediğin gibi “Piyasa Edebiyatçılığı” diye bir tabir var ve yayıncısından yazarına, şairine gerçek anlamda birbirinden ayrık gibi duran ancak birbirine göbekten bağlı bütünlüklü bir kütleyi oluşturuyor. Bana göre bu ülkede yazar değil okur eksikliği var. Eğer birey olarak bestseller raflarından öteye gidemediysen, edindiğin okuma alışkanlığın haliyle dizi izlemek gibi bir şeye evriliyor, bu seni kültürel düzeyde bir okur profilinin olamamasına itiyor, yeterli altyapın olmadığı için hayatın boyunca gerçek bir okur olamıyorsun, gerçek bir okur olamadığın için sorgusuz sualsiz sana sunulanı satın alıyorsun, baloncuklardaki şiirimsilerin fotoğraflarını çekip Instagram’da paylaşıyorsun.
Edebiyat diye sorduklarında aklına Cemal Süreya’dan başkası gelmiyor. Bu sorunun yanıtı bana göre tamamen bu, nitelikli işi nitelikli okuyucu bulur ve okur, bu bir endüstri hareketine dönüştüğünde ise herkes kazanır, tüm bunlar gerçekleştiği takdirde; yayınevine para verip kitap bastıramazsın, jüriyi ayartıp edebiyat ödülü alamazsın, bir dergiye yazı ya da şiir gönderirken bir başkasının selamını iletmek zorunda kalmazsın… Eğer okur prototipiniz yoksa –tıpkı burada olduğu gibi- saçma sapan kitap ve dergilerin yayımlanmasına ve okunmasına neden olursun, biraz ilerisi zaten çöplük.
Son olarak, bu röportajı okuyup Kaburga’ya, tişörtlerine ulaşmak veya yazı göndermek isteyen arkadaşlarımız ne yapsınlar?
Tişörtler ve KMZ box-set için kaburgamegazine@gmail.com adresinden irtibata geçebilirler, şiir göndermezlerse sevinirim.
1987, Ankara.
Türk Dili ve Edebiyatı lisansı, Yeni Türk Edebiyatı yüksek lisansı…
KalemKahveKlavye’nin kurucusu.
Evli ve iki kedi babası…
Bazı kitaplar yazdı: Kadran Kadraj (2015), Kaosun Kalbi (2020), Yeraltı Kütüphanesi (2020), Gecenin Kıyısından Gelen Suratsız ve Yaşlı Kuzgun: Edgar Allan Poe (2020)